10 Mart 2010 Çarşamba

6- MİLLİ MÜCADELE'NİN BAŞLATILMASI

Ahmet AVCI



MİLLİ MÜCADELE’NİN- KURTULUŞ SAVAŞI’NIN- BAŞLATILMASI


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI:

1 AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26 devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.


Başlangıçta Avrupalı devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu savaş, sömürgelerin etkisi ile Afrika ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel (DÜNYA) savaş halini almıştır.


Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.


Bu Savaşta; Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye sürülmüştür.


Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonunda yarı sömürge olmuş, sembolik bir İmparatorluğa dönüşmüştür. Savaştan iyice tükenmiş olarak çıkmıştır. Pantürkizm, Hazar Kıyılarında, Panislamizm de Arap çöllerinde ölmüş, elde yalnızca; bitkin ve yorgun Anadolu kalmıştır.


Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)


Osmanlı Devletine ve Türklere karşı, Ortaçağın Haçlı anlayışıyla Yeni Çağın ürünü Emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulanacaktır.


Mondros Ateşkes Anlaşması ile Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, çok geçmeden, İtilaf devletlerinin, hatta Yunanistan ve Ermenilerin İşgaline uğrayacaktır.


İŞGALLER VE GELİŞMELER KARŞISINDA OSMANLI DEVLETİ’NİN TUTUMU:


Mondros Ateşkes Antlaşmasını İzzet Paşa hükümeti imzalamıştı. Padişaha ve itilaf devletlerine İzzet Paşa hükümeti iki ay dayanabilmiştir.


Padişah, kendisini her şeyin üstünde görmektedir. 8’ Kasım 1918’de Rauf Beye şöyle diyordu; “Ortada bir Millet var; KOYUN sürüsü, İdaresi için de bir çoban gerekli, o da BENİM.” Böyle düşünen bir Padişahın; tek emeli, ”İngilizlerin desteğini almaktı.”


İngiltere Karadeniz Ordusu Komutanı General Mİlne, Londra’ya şu mesajı yollamıştır:” 6. Mehmet, İngilizlerin Türkiye’de idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor.


Amiral Web’in mektubu: “Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”


Damat Ferit, Amiral Calthorpea şöyle diştir: “ Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”


Vahdettin, 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla ‘ kendi el yazısı ile yazdığı bir tasarıyı İngiliz Yüksek komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmıştır. Özeti şudur: “ Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süre ile İngiliz Sömürgesi olması”


Osmanlı Hükümdarının kurtuluş reçetesi budur. Vahdettin İngiliz sömürgesi olabilmek ümidi ile her yola başvurur. Aklına onurlu, başı dik, bağımsız bir Türkiye gelmez. Kimseye güvenmediği için de ablasının kocası Damat Ferit’i ard arda Sadrazamlığa getirir.


MUSTAFA KEMAL PAŞANIN TUTUMU:


Mustafa Kemal çok önceden Osmanlı Devletinin yaşama gücünü yitirdiğini anlamıştır. O’nun adı önceleri yalnızca Ordu çevrelerinde bilinirken, Birinci Dünya savaşında üst üste gösterdiği başarılarla tüm ulusta ve dünyadaki asker çevrelerinde tanınmıştı. Çanakkale Boğazını dolayısı ile İstanbul’u kurtaran, Rusları Bitlis önünde durduran, Suriye’de İngilizlere zor anlar yaşatan ve onları bugünkü sınırlarda durdurmayı başaran bu büyük Asker, ”Türk kurtuluş savaşının ve Devrimin Önderi olma yolunda” bilinçli bir hazırlığın içerisinde idi.


Bu olanaksızlıkların yanı sıra, ülkenin bütünüyle kurtulabileceğine inanan da yoktu. Tam bağımsız Yeni Türk Devletinin ancak topyekün bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi Mustafa Kemal idi. O’nun dışında kurtuluş arayanlar, ”İtilaf devletlerine karşı düşmanlık etmeden ve Padişah-halifeye canla başla bağlı kalmak koşulu ile “kurtuluş arıyorlardı.

Oysa kurtuluşun başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi zorunlu idi. İtilaf devletlerinin alt edilmesi ile “MİLLİ BAĞIMSIZLIK” Padişah-Halifenin yenilmesiyle de “MİLLİ EGEMENLİK” kazanılacaktı.


Milli mücadeleyi başlatmak için; Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa girişmek gerekiyordu. Milli Birlik ve bütünlüğü sağlamak gerekiyordu.


Tüm bu çaresizlikleri görenler, topyekün bir savaşı düşünemedikleri için, ÜÇ TÜRLÜ kurtuluş düşüncesi ortaya çıkmıştı.
Bu durumu Atatürk Nutuk’ta; şöyle açıklıyordu:
Birincisi: İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki karara varanlar, Osmanlı devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı Ülkesinin ayrı ayrı devletlerarasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bir bütün olarak, tek bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncüsü: Bölgesel kurtuluş arayışlarıdır. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devletinden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak, kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Tüm bu karar ve kurtuluş çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa, Kendi kararını şöyle açıklıyordu:


“…Bu kararların dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütünüyle parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı Ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış bir takım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu.
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ ŞARTSIZ, BAĞIMSIZ yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendisini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak olmaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse; ya İstiklal ya ölüm.”
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayırımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman gözündeki yeri (çok) başka olur.”
Mustafa Kemal, son derce sistemli bir biçimde ilerledi.
Hedefi arkadaşlarıyla birlikte, Türk Ulusu olarak kabul ettikleri, ülkenin Müslüman vatandaşlarını; yüreklendirmek, örgütlemek ve onlara yol göstermekti. Direnişlerinin bel kemiği orduydu, ama sivil yetkililerin işbirliği ve halkın desteği de gerekiyordu. Bu üç unsuru birden harekete geçirebilmenin de ayrı ayrı zorlukları vardı.
Mustafa Kemal Samsuna çıktığı gün ki: Genel durum ve günümü NUTUK’TA şöyle açıklar:
“Osmanlı Devletinin de içinde bulunduğu topluluk Birinci Dünya savaşında yenilmiş, Osmanlı Ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu (bu) genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar aramakta. Damat Ferit Paşanın başkanlığındaki hükümet, güçsüz onursuz, korkak, yalnız Padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, Ateşkes Antlaşması koşullarına uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’e çıktı.”

MİLLİ MÜCADELENİN BAŞLAMASI:

Ateşkes hükümlerinin işlemeye başlayarak orduların terhisi, stratejik yerlerin yenen devletlerce ele geçirilmesi ve en sonunda İzmir’in Yunanlılarca işgali, bu işgale karşı gösterilen tepkiler bu tepkilere padişah ve hükümetinin seyirci kalışı artık ihtilalin tüm gerekli patlama koşullarını bir araya getirmiştir. Böylece hazırlık evresi bitmiştir. Şimdi eyleme geçilecek, ihtilal adım adım gerçekleştirilecektir.


Türk ihtilalinin başlama tarihini Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak basması ile başlatmak gelenek olmuştur. Aslında Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında hazırlık evresi tam olarak kapanmamıştır. İzmir’in işgali üzerinden daha dört gün geçmemişti ve söylenilen tepkiler daha yaygınlaşmamıştır. Ancak Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı anında, ihtilalin hazırlık ve eylem evreleri iç içe geçmiş durumdadır. Kısa bir süre sonra kesin olarak başlayacaktır.
Bu nedenle, tarihi olayların bütünlüğünü bozmamak için Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkış gününü eyleme geçişin de başlangıcı olarak almakta bir sakınca yoktur. Zaten tarihi evreleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak olanaksızdır.


MİLLİ MÜCADELE:

Milli Mücadele: Topyekûn Mücadele.
Milli Mücadelenin genel amacı; “Milletçe harekete geçerek, Ülkeyi işgalden kurtarmak ve Bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktır.”
Milli Mücadelenin ideolojisi; Milli Birlik ve Beraberliği sağlayarak, Milli Bağımsızlık ve Milli Egemenliği elde etmektir…
Milli Bağımsızlık işgalcileri, Milli Egemenlik de; Saltanatı yenmekle mümkündü. Bunları gerçekleştirebilmek için de öncelikle Milli birlik ve beraberliği sağlamak gerekmekteydi.

Milli mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal’in gerçekleşmesini gerekli gördüğü hedefler:


1. Yurdumuzu işgal eden devletleri yenerek yurttan kovmak.


2. Eskimiş olan Osmanlı kurumlarını yıkmak.


3. Yıkılmış olan kurumların yerine çağdaş kurumları koymak.


MİLLİ MÜCADELEYE GENEL BAKIŞ:


İhtilal, Savaş, Eski İmparatorluğun tasfiyesi, Eski rejimin yıkılışı ve yeni devletin kuruluşu.


Milli Mücadele başladığında; Osmanlı, Avrupa’nın “adı konulmamış bir sömürgesi durumunda idi.


Kurtuluş Savaşı yalnızca işgalcilere karşı değil, aynı zamanda sömürgecilere karşı da bir savaştı. Atatürk’ün “MİLLİLEŞTİRME HAREKETİ” özünde sömürgeciliğe karşı verilmiş, bir savaştı. Savaş; ekonomik, siyasi ve kültürel sömürünün ortadan kaldırılması için de yapılmıştır.

Milli Mücadele ile kurtuluş yolunu açmış olan Türkiye, yalnızca bazı bölgelerine yerleşmek isteyen düşman kuvvetlerini atmak için değil, aynı zamanda ihtilalin devamlılığını sağlamak ve kendisini dünyaya yeni bir devlet olarak kabul ettirmek için de savaşmak zorunda idi. Bu da savaşın ve ihtilalin birbirini tamamlayarak, birlikte yürütülmesi zorunluluğu demektir.

Toplum yaşamı için olağan dışı durumlar sayılan savaş ve ihtilalin tüm güçlükleri ile bir araya gelmesi, Türkiye’nin içine sürüklendiği koşullar nedeni ile her iki durumun karşılıklı olarak, biri birinin nedeni ve sonucu olmasından kaynaklanmakta idi.

“Padişah ve Hükümetin işgaller karşısındaki tutumu”; İhtilalin tek haklı nedeni sayılmıştı: İhtilal başlangıçta yalnızca bu nedene dayanıyordu. O halde İhtilal yönetimi, Vatanı kurtarmak sorumluluğunu ve bundan ötürü de savaşmak görevini yüklenmişti. Sevr’den daha elverişli koşulları sağlasa da barışçı ve uzlaşmacı bir siyaset gütmek ya da savaşta başarısızlığa uğramak, önce İhtilal yönetiminin ve ardından da ülkenin yıkılmasına neden olabilirdi.


Öte yandan İhtilalin şu ya da bu biçimde sona ermesi ise, Kurtuluş Savaşının, 1919–20 yıllarının güçsüz direnmelerinden ibaret kalması ve Sevr Antlaşmasının yürürlüğünü sağlardı.

Anlaşılıyor ki; Anadolu İhtilalini yönetenler, genellikle başka ihtilallerde olduğu gibi, yalnızca bir iç savaşla karşı karşıya değillerdi. Aslı önemlisi, son derece elverişsiz koşullar içinde hem de çok cepheli bir savaşı kazanmak gerekiyordu. Türk Kurtuluş savaşını benzerlerinden ayıran en önemli özellik budur.

MİLİ Mücadele Başlangıcında genel tablo:

Milli mücadele o kadar çok ve değişik olgularla doludur ki, bu görünüşü ile bir kargaşayı andırır.


1. Sınırları belli olmayan ve işgal altında bir ülke vatan yapılmaya çalışılmakta.


2. Ordu yok.


3. Ekonomi bozuk.


4. İki ayrı hükümet var.


5. Çok cepheli savaş yürütülmek zorunda.


6. İç savaş yürümekte.


7. İhtilal tüm koşulları ile yürürlükte.


8. Yeni bir devlet doğmakta.


9. Bir devlet hızla çökmekte.


Kısacası iç içe geçmiş, bir birinden ayrılması güç, bir olaylar zinciri. Bu zincirin herhangi bir halkasını alıp açmak kolay değildir.

Bu gelişmelerin akışında çeşitli öğelerin rolü ve etkisi vardır. Milli mücadelenin sonuna kadar, kısmen birlik, kısmen birbirine karşıt olarak, fakat her an görünen bu “ÖGELER’İ” şöyle sıralamak mümkün:


MİLİ MÜCADELEDE İÇ ÖGELER:


1. Zat-ı Şahane(PADİŞAH),


2. İstanbul hükümetleri,


3. Halk,


4. Din ve Din adamları,


5. Siyasi kuruluşlar,


6. Ordu,


7. Kuvayı milliye


8. Maddi kaynaklar,


9. Milli hareketin liderleri.


10. İstiklal mahkemeleri


11. TBMM


12. Azınlıklar

Bunlardan her birinin özellikleri güçleri, Milli mücadele içindeki yerleri, karşılıklı ilişkileri önceden bilinirse, olaylar daha iyi ve kolay anlaşılabilir.


DIŞ ÖGELER:


1. İtilaf Devletleri.


2. ABD


3. Yunanistan


4. Ermeniler


5. Sovyetler Birliği


6. Suriye

MİLLİ MÜCADELEDE TARAFLAR:

1. Mustafa Kemal Paşa ve Yandaşları


2. Padişah ve yandaşları


3. İtilaf Devletleri ve yandaşları ( Fiilen olmasa bile ekonomik çıkarları nedeni ile yeni oluşumun karşısında olan devletler)

İHTİLALDE MUSTAFA KEMAL’İN KULLANDIĞI METOT;


1. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak,


2. Olayların gelişmesinden yararlanarak, kamuoyunu hazırlamak.


3. Aşama, aşama yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak.


Düşüncelerini ve tasarladığı planı uygulamak için ihtilalin, her aşamasını, zamanı geldikçe, ortaya koyacaktı.


Bu metot; olayları zorlamamak, ancak başarıyı da tümüyle rastlantılara bırakmamak, demekti.


Mustafa Kemal, yukarıda belirtildiği gibi, İhtilal hareketini, halka mal etmek ve İhtilali halk hareketi olarak göstermek istiyordu. Ancak başarıya ulaşmak için Ordunun desteğine de ihtiyacı vardı. Kendi deyimi ile ”ilk olmak üzere, tüm Ordu ile temasa geçmek lazımdı.”


.KURTULUŞ SAVAŞINDA ASKERİ STRATEJİ:

Kurtuluş Savaşında Askeri strateji, Siyasi alanda olduğu gibi; çok doğru belirlenmiş ve şu hedefleri gütmüştür:


1. Ayaklanmaları biran önce bastırarak, iç cepheyi düzeltmek, ulusun maddi ve manevi gücünü toparlayarak, milli birlik ve bütünlüğü sağlamak.


2. Öncelikle Ermeni ordusuna taarruz edip, Rusya yolunu açmak ve buradan kuvvet tasarrufu sağlamak.


Bu taarruz için kuvvet dengesi Türkiye’nin lehine idi. Ve başarı şansı yüksekti. Ermeni ordusuna karşı kazanılacak zafer, ayrıca milli hareketin saygınlığını arttıracağı gibi, Ermenilerin silah ve cephanesine el koymak da mümkün olacaktı. Öte yandan, Doğunun güvenliği böylece sağlanmakla, bu cephedeki birliklerin bir kısmı batıya kaydırılabilirdi. Türkiye –Rusya yolunun açılması bakımından da bu girişim öncelik kazanıyordu.


3. Güney Cephesine fazla kuvvet ayırmadan Fransızlara karşı gerilla harbi yapmak.


Fransızlar, kendilerine göre sınırlarını biraz geniş tuttuklar, Kilikya’yı savunmaktan ve Sevr antlaşması ile Fransız Nüfuz ve menfaat bölgesi olarak kabul edilen Anadolu topraklarına yakın bulunmaktan daha ileri gidecek bir savaş hedefi görmüyorlardı. Almanya barışından beklediğini elde edemediğinden Müttefiklerine kırgındı. Bu bölgede büyükçe bir birlik bulundurulması da mümkün görülmüyordu.

4. Ordu yeniden kurulup Taarruz gücü kazanıncaya kadar askeri başarılara özenmemek ancak savunma muharebeleri yapmak.


Ordunun sürekli olarak savunma durumunda kalması, özellikle TBMM üyeleri arasında geniş hoşnutsuzluklara, sert tenkitlere ve tehlikeli, dedikodulara yol açmış, ama gerçek bir strateji uzmanı olan Mustafa Kemal Paşa, hepsine göğüs gererek, taarruzun zamanını sabırla beklemiştir.


5. Taarruz için iyice hazırlandıktan, tüm olanakları son haddine kadar kullandıktan sonra, bir baskın taarruzu yaparak düşmanı yok etmek ve savaşı sona erdirmek.


26 Ağustos 1922’de bile, ordu taarruz için Mustafa Kemal Paşa’nın gönlüne göre hazırlanmış değildi. Ancak ekonomik ve siyasi zorunluluklar, daha fazla beklemeye elvermediği, tüm olanaklar da sonuna kadar kullanıldığı içindir ki, taarruzun bu tarihte yapılmasına karar verildi.


6. Yunan Ordusu, Anadolu’dan atılıncaya kadar, Trakya’yı kendi olanakları ile baş başa bırakmak.


1920 Temmuzunda Birinci Kolordu, Yunan Ordusu karşısında yenildikten sonra, Trakya fiilen savaş alanı olmaktan çıkmıştı. Artık Trakya’da yeni arayışlara girmek anlamsızdı. Aksi takdirde, kuvvetler ve yönetimin olanakları, yararsız yere dağıtılmış olacaktı.


Savaş ne kadar güç olursa olsun kazanılabilir. Özellikle kurtuluş savaşlarını kazanmak şansı hiçbir zaman kaybolmaz. Ancak şu var ki; savaşı kazanmak kurtulmaya yetmiyor. Kurtuluş savaşı yapan ulusların, savaştan sonra çok daha zor mücadeleye hazır olmaları gerekiyor.

İkinci Dünya savaşından bu yana, kurtuluş savaşlarını ve bağımsızlıklarını kazanmış ulusların nasıl güçlükler içinde bocaladıklarını görüyoruz.

Bize gelince; esir uluslara kurtuluş yolu gösteren, emperyalist devletleri bile hayran bırakan bir savaşı kazandıktan bunca yıl sonra, nerede olduğumuzu, gerçeklerini araştırarak düşünmeliyiz. 90 yıl önce kurtuluş savaşını yaptığımız halde, kurtuluş mücadelesini tamamladığımızı söyleyebilir miyiz?
Kendimizi aldatmaya niyetimiz yoksa buna “HAYIR” diye cevap veririz.

Bu Vatan kurtuldu? Bu Devlet nasıl kuruldu? 90 yıl sonra neden bu soru? Çünkü unutmuşuz ya da geçmişimizi tarihimizi bilmiyoruz. Hamasi nutuklar atmadan ve biri birimizi yönlendirmeden kendi uydurduğumuz içi boş tarihi anlatmadan, bu soruyu sıkça sormanın da yanıtını da aynı sıklıkta vermenin de zamanı geldi. Hatta geçiyor bile!
Bu soruyu sormadığımız için, bu vatanı çok kolay biçimde elimizden çıkarmakta bir sakınca görmüyoruz. Sınırlarımızın ötesinde olup bitenlere boş bakışlarla ilgi gösteriyoruz.
Yugoslavya’da, Irak’ta neler olduğu umurumuzda bile değil. Aynı şekilde Ukrayna’da, Gürcistan’da olan bitenler de bizi hiç ilgilendirmiyor. Bunların ötesinde; Türkiye’nin içinde olan bitenler de bizden ”ırak”.
Cumhuriyet’e ait ne varsa onları, Gazi Mustafa Kemal’e ait tüm izleri, 1923 sonrasını anlatacak hangi tesis, hangi fabrika, varsa ortadan kaldırıyoruz. Hem ticari olarak satıyoruz, hem de tabelalarını bile mezara gömüyoruz.


Geçmişimizden kurtulmaya çalışıyoruz. Neden?


Acaba bir tek soruyu sormamak için mi? “ Bu VATAN nasıl kurtuldu?”
Bu soruyu sorduğumuz gün, bugün satıp kurtulduklarımızdan bu denli kolay vazgeçemeyeceğimiz için mi, Kemalist Cumhuriyet’e ait ne varsa yok ediyoruz.
Gazi Mustafa Kemal, Demokratik yaşama geçişimizden bugüne kadar, toplumun belleğinden yok etmeye çalıştılar ama başaramadılar. Artık yoruldular ya da bunun için enerji harcamaya gerek yok, daha kolayı var, yarattığı eserleri ortadan kaldıralım. Nasılsa dünyada özelleştirme diye bir furya var, bunun arkasına sığınalım, kalkan olarak kullanalım; fırsat bu fırsat diyerek, ne soru sorduruyorlar ne tepki gösterilmesine izin veriyorlar. Yani ona ait ne varsa ortadan kaldırıldığında, zaten O’nu kimse hatırlamaz olacak. Acaba gerçek düşünce bu mu?


“CUMHURİYET REJİMİN’İ değiştiremezsek CUMHURBAŞKANI’NI değiştiririz” söylemi de bizi uyandırmayacak mı?

Bize bu Vatanı ve Devleti kazandıranları şükranla analım ve eserlerine sahip çıkalım.


19 MAYIS 2009






Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar