30 Mayıs 2013 Perşembe

188-SURİYE İLE SAVAŞA HAYIR-2

SURİYE İLE SAVAŞA HAYIR-2
SURİYE SİYASETİ…
Devlet olabilmenin, bağımsız bir devlet olmanın ön koşulu; SINIRLARI BELLİ BİR ÜLKEYE SAHİP OLMAKTIR...
Ve elbette bu sınıra egemen olmaktır...
Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip DEVLETİMİZİN bu tavrını ve SURİYE siyasetini anlamak mümkün değildir...
Devletimizin kurucusu; MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN "YURTTA BARIŞ, DÜNYA DA BARIŞ" PRENSİBİNE DE; "SAVAŞ, HAYATİ ZARURİ OLMALIDIR, MİLLET YAŞAMI TEHLİKEYE GİRMEDİKÇE, SAVAŞ BİR CİNAYETTİR" TALİMATINA DA UYGUN BİR DIŞ SİYASET YÜRÜTÜLDÜĞÜNÜ KİMSE İDDİA EDEMEZ...
Suriye konusu; hem devletimizin ve milletimizin itibarını sarsmıştır hem de iki milleti düşman haline getirmiştir...
Suriye'den bize yönelik bir tehlike olmadığı gibi, bizim SURİYE'NİN İÇİŞLERİNE KARIŞACAK BİR GEREKÇEMİZ DE YOKTUR...
Suriye muhaliflerini desteklemek ve egemen bir devletin içişlerine karışmak, TÜRKİYE'YE YAKIŞMADIĞI GİBİ, TERÖRÜN ÜLKEMİZE TAŞINMASINA DA YOL AÇMIŞTIR...
SURİYE SORUNU ÇÖZÜLSE DE BU TERÖR TÜRKİYE'MİZİ SARACAKTIR...
İşin acı yanı; GÖRÜLEN BU YANLIŞA YETERLİ VE GEREKLİ KARŞI KOYMANIN OLMAMASIDIR...
Devlet SİYASETİ'Nİ iktidar belirler, ancak; devletin diğer organları da bu siyasetin oluşmasına katkıda bulunurlar ve yeri geldikçe de uyarı görevlerini yaparlar...
Tek tesellimiz; MİLLETİMİZİN,  TEHLİKENİN FARKINA VARMAYA BAŞLAMIŞ OLMASIDIR...
Ahmet AVCI

29 Mayıs 2013 Çarşamba

187- HUDUT NAMUSTUR!

HUDUT NAMUSTUR…

Antakya- Altınözü- Asi Nehri boyunda ben de Sınır Komutanı olarak görev yaptım…
Bizim Dönemimizde; Sınır görevi çok ağırdı...
Ve olanaklar da çok sınırlıydı...
Ama "HUDUT NAMUSTU".
"HUDU"DU KORUYAMAMANIN MAZERETİ OLAMAZDI...
Askerlerimiz insanüstü çabayla bu görevi yerine getirirlerdi...
Çok basit bir örnek vereceğim:
Mehmetçik; akşam yemeğini; güneş batmadan yer ve nöbet ya da devriye bölgesindeki görevini hava kararmadan alırdı...
Bu görev sabah ortalık aydınlanıncaya kadar sürerdi...
Sabah ortalık aydınlanınca; bölgesinde iz kontrolü yapardı...
İz ve VUKUAT yoksa, gece de herhangi bir başka olay olmamışsa, karakoluna dönerdi.
Yemeğini yer ve istirahata çekilirdi...
Gündüz başka bir görev çıkmazsa akşam bu görev tekrarlanırdı...
Tatil yok.
Bayram yok...
Yağış yok...
Sıcak soğuk yok...
İzin de yok...
Tatil de yok, bayram da yok…
Hasta olmak da yok…
Vatan var...
O DA NAMUS...
Bir de KAÇAKÇI KURŞUNLARI...
SURİYE ASKERLERİNİN KURŞUNLARI...

Hudut görevini; Emekli Jandarma Albay OSMAN TÜRKOĞUZ, Kızıltepe Jandarma Sınır Alay komutanı iken; 'SINIRLARDA MEHMEDİM' şiiri ile çok güzel anlatmıştı...

Tüm MEHMETÇİKLERİMİZİ gönülden selamlıyorum…
Komutanım Osman TÜRKOĞUZ’UN hoşgörüsüne sığınarak Ve ANTAKYA- ALTIÖZÜ- ASİ NEHRİ BOYUNDAKİ görüntü üzerine yüreğim sızlayarak, bu şiiri paylaşıyorum…
29 MAYIS 2013

Ahmet AVCI
Not: Yukarıda sözünü ettiğim çalışma temposuna rütbeliler de uyardı...

  
OSMAN TÜRKOĞUZ

SINIRLARDA MEHMEDİM

YÜREĞİNİ YASTIK YAPMIŞ TA ARKASINA;
GÖZLERİ ELLERİNDE DÜRBÜN.
YAĞMURLA, RÜZGÂRLA, KARLA BERABER,
GECELERİN ARKASINDA,
MEVZİDEDİR MEHMEDİM.

KAÇAKÇI KURŞUNLARI GELİR ZİYARETİNE,
KATIK YAPAR DA KURU EKMEĞİNE,
ULUSUNUN TÜM SEVGİSİNİ KATAR.
GECELER BOYU SINIRDADIR MEHMEDİM;
AYLA BERABER,
GÜNEŞLE YATAĞINA YATAR.

SİLAH SESLERİ BÖLER GECEYİ,
BAZAN ÜÇE, BAZAN DA DÖRDE.
KIRK MİLYON OLUR DA MEHMEDİM,
ÖYLE VURULUR, ÖYLE ÖLÜR,
ÖYLE DÜŞER, DÜŞERSE DERDE.

NE BİR ANA BULUNUR,
NE DE BİR BACI YANINDA.
KIRK MİLYON TÜRK UYUR GECELERİ,
MIŞIL, MIŞIL,
UYKUSUZ MEHMEDİMİN ARDINDA.

VURULUR MEHMEDİM,
KIŞ ORTASINDA, YAZ BAŞINDA.
VURULUR MEHMEDİM,
YILDIZLARIN VE AYIN TANIKLIĞINDA;
GECELER AYDINLANIR KANINDA;
TOPRAK VATAN OLUR CANINDA

BİR SİGARA GİBİ TÜTTÜRÜR,
UZUN KIŞ GECELERİNİ.
YALNIZLIK TA ÇEKİLİR Mİ HİÇ,
KAR OLMASA, YAĞMUR OLMASA,
KAÇAKÇI KURŞUNLARI DA OLMASA.
TESBİH YAPAR DA MEHMEDİM,
SABIR, SABIR ÇEKER,
YA TESKEREYİ YA DA ÖLÜMÜ.

VURULUR ÖLÜR MEHMEDİM,
BAZAN GECENİN ORTASINDA,


BİLİR AMA MEHMEDİM BİLİR,
KIRK MİLYON TÜRK UYUR GECELERİ,
MIŞIL, MIŞIL,
YARALI MEHMEDİMİN ARKASINDA.

SU UYUR, TAŞ UYUR, DÜŞMAN UYUR DA,
UYMAZ SINIRDA BENİM MEHMEDİM.
VURULUR, ÖLÜR DE BENİM MEHMEDİM;
AK GÜVERCİNLER GİBİ RUHUNU;
SELAM, SELAM, SELAM DİYE,
ULUSUNA GÖNDERİR.

(Kızıltepe; 1977)
Çeşmealtı,19 Mayıs 2009


27 Mayıs 2013 Pazartesi

186- CUMHURİYET SAVCISI- CUMHURİYET'İN SAVCISI

CUMHURİYET SAVCISI
CUMHURİYET’İN SAVCISI…

Ülkemizde çeşitli meslek ve makamlar var…
Vali, Kaymakam, Müdür, Şef…
Hatta Başbakan, Bakan gibi…

Geçenlerde bilge bir dostuma rastladım…
Konuştuk şuradan, buradan…
Konu döndü dolaştı; ülkemizde yaşanan sıkıntılara geldi.
Açılım sürecinden girdik, hukuksuzluklardan yürüdük, Rejimin uğrayacağı tehlikelere, yeni Anayasa’ya, oradan, Ülkenin bölünmesine ve Milletin parçalanmasına kadar geldik…
Bize göre yanlışlıklar çoktu…
Peki, bu yanlışlara kim dur diyecekti?
Yetki kimin idi?
Milletin desek; daha seçime çok var…
Rejimin kendisini koruyacak mekanizmaları olmalı değil mi ya!
Görevi Cumhuriyet Savcısına yıktık…

Dostum bir ara durdu bana döndü;
-‘Neden Savcıya, ‘CUMHURİYET SAVCISI’ denilmiş?’ dedi…
Elbette bir şeyler söyleyebilirdim, ama dostumdan dinlemek istedim…
(Bana göre; ‘Savcılık makamının başına CUMHURİYET sözünün eklenmesi anlamlı idi…
Bu savcıya görev ve imtiyaz vermekti…)

Dostum devamla Atatürk’ten bir anı aktardı:
“Lozan'da doktora yaptıktan sonra Atatürk tarafından 'Hukuk Reformu yapmakla' görevlendirilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, savcılar için 'Cumhuriyet Savcısı' unvanının isim babasıdır.
Ata'nın huzurunda 'Hukuk Reformu' için fikir fırtınası yapılırken, Bozkurt çok tepki alır ve sıkıştırılır:
'Neden sadece savcılara Cumhuriyet Savcısı denilir?
Cumhuriyet Başbakanı,
Cumhuriyet Bakanı,
Cumhuriyet Müsteşarı,
Cumhuriyet Valisi,
Cumhuriyet Büyükelçisi olmuyor da,
Neden Cumhuriyet Savcısı?
Savcılara neden bu imtiyaz?
Atatürk, Bozkurt'a 'Ne diyorsun?' diye sorar.
Bozkurt'un cevabı çok net olur:
'ÇÜNKÜ ÖYLE ZAMAN OLUR Kİ, CUMHURİYETİ KORUMAK İÇİN BAŞBAKANDAN, BAKANDAN, MÜSTEŞARDAN, VALİDEN, BÜYÜKELÇİDEN BİLE HESAP SORMAK GEREKEBİLİR. İŞTE O HESABI SORACAK OLAN CUMHURİYET SAVCISI'DIR.'
Atatürk, gülümseyerek hoşnut kaldığını belli eder. 'Devam et Bozkurt' der.”

Dostum, anıyı bitirdikten sonra; bana döndü ve
-‘Ne dersiniz; Eski Adalet Bakanı Bozkurt’un gerekçesine uygun olarak, CUMHURİYET SAVCILARIMIZ, ‘CUMHURİYET SAVCISI’ ADININ HAKKINI VERİYOR VE GÖREVLERİNİ YAPIYRLAR MI?’ dedi…
Ben de;
-“Görünen o ki henüz göreve başlamadılar, belki de onların tehlike algısı değişmiş’ dedim…
Dostlarım, ben de şimdi size soruyorum; Cumhuriyet Savcılarımız, TEHLİKENİN FARKINDA MI?
Saygılarımla…

Ahmet AVCI
26 MAYIS 2013


19 Mayıs 2013 Pazar

185- 19 MAYIS İZMİR HALK YÜRÜYÜŞÜ!


İZMİR’DE TAM BAĞIMSIZLIK HALK YÜRÜYÜŞÜ

19 MAYIS- ATATÜRK’Ü ANMA, GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI, RESMİ PROGRAM DIŞINDA; İZMİRLİLERİN, KONAK MEYDANINDA ELLERİNDE ÇİÇEK VE BAYRAKLARIYLA TOPLANARAK, CUMHURİYET MEYDANINA YÜRÜMESİYLE SÜRDÜ.
ETKİNLİKTE; “İZMİR HALKI CUMHURİYET’E SAHİP ÇIKIYOR” YAZILI TEK PANKART DIŞINDA; PANKART VE DÖVİZ TAŞINMADI…
Cumhuriyet MEYDANINDA; ANITA ÇELENK KONULDU…
SAYGI DURUŞU VE İSTİKLAL MARŞI SÖYLENDİ…
BASIN AÇIKLAMASINDAN SONRA ETKİNLİK TAMAMLANDI…
ETKİNLİKTEKİ COŞKU VE ÖZELLİKLE GENÇLERİN GÖSTERDİĞİ İZMİR’RE VE İZMİRLİYE YAKIŞTI…

DÖNÜŞTE BİR BÜYÜĞÜME RASTLADIM. “NASILSINIZ?” DEDİM…
“19 MAYIS ULUSAL GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZI BİZ TÜRKLER KUTLAMAKTAYIZ, KUTLAMAYANLARI DA, OY VERENLER DÜŞÜNSÜNLER!” DEDİ VE ÇEKTİ GİTTİ…

AHMET AVCI
















18 Mayıs 2013 Cumartesi

184- "YA İSTİKLAL YA ÖLÜM"- TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ'NİN PAROLASI!


“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM”
‘TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN PAROLASI
19 MAYIS 1919


      1 AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26 devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.
Başlangıçta Avrupalı devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu savaş, sömürgelerin katkısı ile Afrika ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel (DÜNYA) savaş halini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.
Bu Savaşta; Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye sürülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonunda YARI SÖMÜRGE olmuş, sembolik bir İmparatorluğa dönüşmüştü. Bu Savaştan da iyice tükenmiş olarak çıkmıştır.
Pantürkizm, Hazar Kıyılarında, Panislamizm de Arap çöllerinde ölmüş, elde yalnızca; BİTKİN VE YORGUN ANADOLU KALMIŞTIR.
Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Osmanlı Devletine ve Türklere karşı, Ortaçağın Haçlı anlayışıyla Yeni Çağın ürünü Emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulanmıştır.
Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Mondros Ateşkes Antlaşması uyarınca; çok geçmeden, İtilaf Devletlerinin, hatta Yunanistan ve Ermenilerin İşgaline uğramıştır.
İşgaller karşısında, Osmanlı devleti çaresiz ve tepkisizdir…
Padişah; 8 Kasım 1918’de Rauf Beye şöyle diyordu; “Ortada bir Millet var; KOYUN sürüsü, İdaresi için de bir çoban gerekli, o da BENİM.” Böyle düşünen bir Padişahın; tek emeli, ”İNGİLİZLERİN DESTEĞİNİ ALMAKTI.”
Damat Ferit, Amiral Calthorpea şöyle demiştir: “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”
Vahdettin, 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla kendi el yazısı ile yazdığı bir tasarıyı İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmıştır. Özeti şudur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süre ile İngiliz Sömürgesi olması”
OSMANLI HÜKÜMDARININ KURTULUŞ REÇETESİ BUDUR.
Padişah Vahdettin İngiliz sömürgesi olabilmek ümidi ile her yola başvurur. Aklına onurlu, başı dik, bağımsız bir Türkiye gelmez.
Halkın bir bölümü tepkisiz, bir bölümü işbirliği içinde bir bölümü de işgale karşı koymanın yollarını aramaktadır…
Mustafa Kemal ise; çok önceden Osmanlı Devletinin yaşama gücünü yitirdiğini anlamıştır. O’nun adı önceleri yalnızca Ordu çevrelerinde bilinirken, Birinci Dünya Savaşı’nda üst üste gösterdiği başarılarla tüm ulusta ve dünyadaki asker çevrelerinde tanınmıştı.
Çanakkale Boğazını dolayısı ile İstanbul'u kurtaran, Rusları Bitlis önünde durduran, Suriye’de İngilizlere zor anlar yaşatan ve onları bugünkü sınırlarda durdurmayı başaran, bu büyük Asker, ”TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN VE DEVRİMİN ÖNDERİ OLMA YOLUNDA”  bilinçli bir hazırlığın içerisinde idi.
Ülkedeki tüm olanaksızlıkların yanı sıra, yurdun bütünüyle kurtulabileceğine inanan da yoktu.
Tam bağımsız Yeni Türk Devletinin ancak topyekûn bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi Mustafa Kemal idi. O’nun dışında kurtuluş arayanlar, ”İTİLAF DEVLETLERİNE KARŞI DÜŞMANLIK ETMEDEN VE PADİŞAH-HALİFEYE CANLA BAŞLA BAĞLI KALMAK ANLAYIŞI İLE“ kurtuluş arıyorlardı.
Oysa kurtuluşun başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi zorunlu idi.
İtilaf devletlerinin alt edilmesi ile “MİLLİ BAĞIMSIZLIK” Padişah-Halifenin yenilmesiyle de “MİLLİ EGEMENLİK” kazanılacaktı.
Milli Mücadeleyi başlatmak için; Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa girişmek gerekiyordu. Milli Birlik ve bütünlüğü sağlamak gerekiyordu.
Ülkedeki ve Toplumdaki felaketi görenler; topyekûn bir savaşı düşünemedikleri için, ÜÇ TÜRLÜ kurtuluş düşüncesi ortaya çıkmıştı.
Kurtuluş düşüncelerini; Mustafa Kemal, Nutuk’ta; şöyle açıklıyordu:
“Birincisi: İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki karara varanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı Ülkesinin ayrı ayrı devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bir bütün olarak, tek bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncüsü: Bölgesel kurtuluş arayışlarıdır. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devletinden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak, kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.”
Tüm bu karar ve kurtuluş çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa, Kendi kararını şöyle açıklıyordu:
“…Bu kararların dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütünüyle parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı Ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, Hükümet, bunların hepsi bir takım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu.
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ ŞARTSIZ, BAĞIMSIZ yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak TAM BAĞIMSIZ olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendisini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak olmaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse; “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM.”
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim.
Ne olacaktı?
Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayırımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman gözündeki yeri (çok) başka olur.”
Mustafa Kemal PAŞA’NIN; “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” parolasıyla başlattığı MİLLİ MÜCADELE, Türk Mucizesi denecek bir başarıyla sonuçlanmıştır…
İşgalciler, kovulmuş, saltanat kaldırılmış, padişah yurttan kaçmıştır.
Lozan barış Antlaşması imzalanarak yeni Türk Devleti’nin BAĞIMSIZLIĞI tüm dünyaya kabul ettirilmiştir.
Cumhuriyet ilan edilmiştir…
Hilafet kaldırılmıştır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ, TAM BAĞIMSIZ OLARAK ÇAĞDAŞ DÜNYADAKİ YERİNİ ALMIŞTIR…
Mustafa Kemal ATATÜRK ve ortaya Koyduğu DEVRİM’İN Türk Milletine kazandırdıklarının bugün; ne kadarına sahip olduğumuzu takdirlerinize sunuyorum…
Hani;
Esaretten kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız, sınıfsız bir kitle idik.
Kadınımız cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse, kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli, bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.
Milletimizin efendisi, gerçek üretici olan KÖYLÜ olacaktı.
Basın hürdü.
        Hukuk; üstündü. Yargı adil, bağımsız ve tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel ilkelerimizdi.
Yurtta barış Dünya’da barış temel ülkümüzdü…
Atatürkçülük; rehberimizdi.
Çağdaş Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi alacaktık.
Neredeyiz şimdi…
Tüm kazanımlarımızı birer birer yitirdiğimiz yetmezmiş gibi: Türklük, Atatürk ve Devrimi yok sayılmakta, Cumhuriyetin tüm değerleri yok edilmeye çalışılmakta, kurum ve kuruluşları elden çıkartılmakta, Bayrağımız bile işlevsiz kılınmaktadır…
Ulusal bayramlarımıza, kısıtlama ve hatta yasaklama getirilen bu dönemde; ”19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”nın kutlanmasından engellenmesini üzüntüyle karşıladığımı vurguluyorum…
94 yıl önce Milli Mücadeleyi başlatarak, Ulusal Egemenliği, Ulusal Bağımsızlığı, Ulusal Dili, Ulusal Dayanışmayı, Ulusal Birlik ve Beraberliği, Ulusal Onuru, Ulusal Ekonomiyi, Ulusal Eğitim-Öğretimi ve Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni bize kazandıranları, bu toprakları VATAN yapanları ve TÜRK MİLLETİNİ yaratanları; rahmet ve minnetle selamlıyorum...

Ahmet AVCI
19 MAYIS 2013
















17 Mayıs 2013 Cuma

183- BAŞIN SAĞOLSUN HATAY!


BAŞIN SAĞ OLSUN HATAY!

Yıllar Önce ben de Hatay'da görev yaptım... 
Hatay'ı da Hataylıyı da çok sevdim...
Çok iyi dostlarım da oldu... 
Anılarım da çok...
Ama hep şunu gözlemledim: Hataylı buruktu...
İhmal edildiği, ülkede ve devlette hak ettiği yeri bulamadığı inancındaydı...
MARAŞ'A KAHRAMAN, URFA'YA ŞANLI UNVANI VERİLİRKEN, HATAYLI DA BEKLEMİŞTİ... 
UNUTULDUĞUNU DÜŞÜNMÜŞTÜ... 
HATTA; "BİZE DE YETİM HATAY DESELERDİ", SERZENİŞLERİNİ DUYMUŞTUM...
HATAY VE HATAYLI'NIN ACISINI YÜREKTEN PAYLAŞIYORUM...
Ahmet AVCI

15 Mayıs 2013 Çarşamba

182- ŞEHİT GAZETECİ HASAN TAHSİN ANILDI!


ŞEHİT GAZETECİ HASAN TAHSİN ANILDI

Yunanlıların İzmir’i işgali üzerine; 94 yıl önce düşmana ilk kurşunu sıkan ve olay yerinde de şehit edilen Gazeteci Hasan Tahsin, Konak’taki anıtı başında anıldı. 
          Milli Mücadele'nin simge isimleri arasında yer alan Hasan Tahsin’i anma töreninde Vali Yardımcısı İbrahim Ballı, CHP İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel, İESOB Başkanı Zekeriya Mutlu, ilçe Belediye Başkanları, Belediye Meclis Üyeleri, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) temsilcileri, Türkiye Gazeteciler Sendikası üyeleri, siyasi parti temsilcileri, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin Ortaokulu öğrencileri, sivil toplum örgütleri, Vardiya Bizde Platformu üyeleri ve dernek temsilcileri ile duyarlı İzmirliler ŞEHİT GAZETECİ HASAN TAHSİN ORTAOKULU’UNDAN BİR GRUP ÖĞRENCİ katıldı.

         İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı Misket Dikmen, yaptığı konuşmada;
“Sıkılan o ilk kurşun, Türk ulusunun özgürlük simgelerinden birisidir. Hasan Tahsin sadece gazetecilerin değil, İzmir’in, İzmirlilerin de onurudur. Aynı inanca sahip birçok gazetecimiz basın özgürlüğüne sıkılan kurşunların hedefi olmuştur. Basın, düşünce ve anlatım özgürlüğüne, toplumun bilgi alma edinme, haber alma hakkına inancın bedelini nice yürekli gazeteci yaşamları ile ödemiştir. Gazetecilere yönelik baskılar, tehditler özgürlük ateşini söndüremez. O ateş için verilen mücadelede de, cesur gazeteciler bir adım bile geri adım atmaz.” dedi…

         Tören katılımcıların Tahsin’in anıtına çelenk ve çiçek bırakması ile son buldu.
         Törene; Belediye Başkanı ve Vali’nin katılmayışı ve Askeri Temsilcinin bulunmayışı, tepkiye neden oldu.
Katılımın azlığı da İzmirlilere yakışmamıştı.
Latife Hanım Grubunun KIRMIZI renkli ve BEYAZ TC YAZILI şemsiyeleri ile anıt önünde; “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” diye slogan atmaları alandakilerin takdirini topladı…








14 Mayıs 2013 Salı

181- PKK'LI TERÖRİSTLER, ÜLKEMİZ DIŞINA ÇIKTI MI, ÇIKMADI MI'



 
PKK’LI TERÖRİSTLER, ÜLKEMİZ DIŞINA ÇIKTI MI ÇIKMADI MI?

Genelkurmay 8 Mayıs öncesinde PKK çekilmeye başlarken şu açıklamayı yapmıştı:
“İstihbarat ve gözetleme görevimiz devam etmektedir.”

ÖNCEKİ GÜN DE; Genelkurmay’ın şu açıklaması gazetelerde YER ALDI…
“TSK’nin elinde teröristlerin sınır ötesine çekilmesine ait herhangi bir görüntü ve bilgi yoktur.”
Açıklamadan ne anlamalıyız?
1.     Teröristler sınır ötesine çekilmemektedir. Çekilse görürdük…
ya da
2.     Teröristlerin sınır ötesine çekilmesini görmezden geliyoruz…

İki olasılık da korkunç…
Devlet mi tükendi, Silahlı Kuvvetler mi?
Bir de BDP’lilerin açıklamaları ve PKK’LILARIN çekilme görüntüleri var…
BDP, diyor ki:”BU ÜLKE BİZİM, HİÇ BİR YERE GİTMEYİZ.” Doğru da söylüyor…
BDP, öte yandan da GÖZLEM HEYETLERİNİ dağlara gönderiyor…
PKK da sınır ötesi KANDİL’DE törenlerle karşılanıyor…
Bizim sınır ötesine çekilmiş basın da gururla yayımlıyor…


http://gundem.milliyet.com.tr/cekilen-ilk-pkk-lilar-kuzey-irak-ta/gundem/detay/1708646/default.htm


13 Mayıs 2013 Pazartesi

180- İZMİR'İN İŞGALİ UYUYAN DEVİ UYANDIRDI!


İZMİR’İN İŞGALİ, UYUYAN DEVİ UYANDIRDI!
15 MAYIS 1919

YUNANLILARIN İZMİR’İ İŞGALİ VE İŞGALİN MİLLİ MÜCADELEMİZ BAKIMINDAN ANLAMI…
Birinci Dünya Savaşı sonrasında; Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla, Yunanlılar, Megali İdea adı verilen “Büyük Yunanistan” yaratma düşünün gerçekleşmesinin artık çok yakın olduğuna inanmışlardı.
1913 İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra da Batı Trakya dışında (Bulgaristan almıştı) bugünkü sınırlarına erişmiş, Ege’de de On iki ada dışındaki tüm adaları elde etmişti. (İmroz ve Bozca ada hariç)
Birinci Dünya Savaş’ının başlamasıyla; ülkesini BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN dışında tutmaya çalışan Kral Konstantin’in aksine Başbakan Venizelos, İngilizlerin yanında yer almak için çaba harcamıştır.
         Venizelos’un düzenlediği bir tertiple; Kral Konstantin, oğlu Aleksandros lehine tahttan çekilmek zorunda kalmış ve Yunanistan’dan ayrılmıştır. 
Yunanistan, artık görünen zaferden pay almak için savaşa katılacak Avusturya ve Bulgaristan’la savaşacaktır.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra; yapılacak genel barışın temel ilkelerini saptamak üzere 1919 yılı Ocak ayında Paris’te; İtilaf Devletleri ve ona bağlı olan devletlerin (27 devlet) katıldığı büyük bir KONFERANS toplandı. Doğal olarak bu konferansa dört büyük devlet egemendi. (İngiltere, ABD, Fransa, İtalya)
Savaş sırasında yapılan plana göre; Anadolu’nun Ege ve Akdeniz Bölgeleri, İtalyanlara bırakılmış ise de İngiltere artık; İtalya gibi güçlü bir DEVLETE söz konusu bölgelerin verilmesini kendi çıkarlarına aykırı bulmaktadır.
Bu nedenle de Batı Anadolu’nun büyük bölümü güçsüz ve sürekli İngiltere’nin güdümünde bulunabilecek Yunanistan’a verilmeliydi.
BÖYLECE; İTİLAF DEVLETLERİ SAFINDA 1917 ORTALARINDA BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINA GİREN YUNANİSTAN’A VERİLMİŞ SÖZ DE YERİNE GETİRİLMİŞ OLACAKTI.

İZMİR’İN İŞGAL EDİLMESİ:  15 MAYIS 1919
        İşgal öncesinde İzmir’de ki 17. Kolordu K. ve Vali Vekili Nurettin Paşa işgale karşı tedbirler alıp, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulmasına yardım edince, İtilaf Devletleri Osmanlı Hükümetine baskı yaparak Nurettin Paşanın yerine Ali Nadir Paşayı, Valiliğe de Kambur İzzet Bey’in atanmasını sağlamışlardır.
Yeni Vali İzmir’deki MİLLİ ÖRGÜTLENMEYİ engellemeye çalıştı, ancak bölge halkı tehlikenin farkında idi.
İzmirliler, işgalden bir gece önce Bahri Baba parkında toplanarak, İşgal girişimini protesto ettiler. REDD-İ İLHAK ilkesini ortaya attılar.
            14 Mayıs günü İtilaf devletleri İzmir’in kritik noktalarına asker çıkardılar ve 15 Mayıs 1919'da Yunan birlikleri İzmir’e çıktı.
Ve katliama da başladı.
İLK TÜRK KURŞUNUNU HASAN TAHSİN ATTI.
Bu kahraman ve “Zito Venizelos”  diye bağırmayan Albay Fethi Bey öldürüldü.
Bu arada şehirde rast gele öldürülenlerin sayısı bilinmiyor.
Ayrıca; YUNAN MEZALİMİNİ tasvip etmeyen ve tenkit eden Yunan Albayı Mazarakis de yunan askerlerince öldürüldü.
         EGE’DE ARTIK, ACI KANLI DÖNEM BAŞLAMIŞTIR.
         İZMİR’İN İŞGALİ ANADOLU’DA UYUYAN DEVİ UYANDIRDI.

          İZMİR’İN İŞGALİNİN ANLAMI:
İşgal ve Yunanistan’ın ölçüsüz tutumu, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadelenin örgütlenmesinin fitilini ateşlemiştir…
İdeolojik bir yönü olmayan Anadolu İhtilali, Mustafa Kemal’in kafasında, Siyasi sistemi, değiştirerek ülkeyi kurtaracak yeni bir rejim kurmayı hedeflediğinden, İzmir’in işgali ve Osmanlı Hükümeti’nin işgal karşısındaki tutumu, ihtilal liderlerinin çok işine yaramıştır.
·        Halka "dış düşmanı"  hedef göstererek devlet düzeni dışında bir organizasyon kurmak olanak ve fırsatını vermiştir.
·        Sonra da bu organizasyonu, ülke haklarını korumayan hükümete karşı işletmek, Anadolu İhtilalinin stratejisinin temelini oluşturma fırsatını vermiştir.
İzmir’in işgali, Mustafa Kemal Paşa’ya bu fırsatı vermese idi, ihtilalın en büyük dayanağı olan Orduyu bile İstanbul yönetiminden ayırmak zor olurdu.
İyi bir rastlantı ile İzmir’in işgali ile Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması zaman bakımından da denk düşmüştür.
Fırsatlardan yararlanmayı bilen İHTİLAL LİDERİ, ilk aşamada, Ülkeyi düşman işgalinden kurtaracak kişi rolünde görülmüş ve İHTİLALCİ kimliğini gizlemiş olmasına karşın, İzmir’in işgalini hükümete karşı alabildiğine kullanmıştır.
DURUM BÖYLE OLMASA İDİ, HÜKÜMETİN ASİ İLAN ETTİĞİ, ORDU İLE İLİŞİĞİ KESİLMİŞ BİR OSMANLI ESKİ PAŞASININ ARKASINDAN GİDECEK PEK AZ BABAYİĞİT ÇIKARDI.
1919 Türkiye’sinin koşulları, böyle bir ihtilal için fazla elverişli değildi.
         İZMİR’İN İŞGALİ, TÜRK İSTİKLAL SAVAŞININ GERÇEK CEPHESİNİ VE SAVAŞILACAK ASIL DÜŞMANI ORTAYA KOYMUŞTUR.
Kuzeydoğu sınır bölgesinden (BATUM; KARS; ARDAHAN), İngilizler çekilmişler ve yerlerini Ermeni kuvvetlerine bırakmışlardı. Bu cephede yalnız Ermenilerle savaşmak söz konusu idi.
Güney de ise İngilizler, Antep, Urfa Maraş gibi birkaç yeri işgal etmişler ve sonra da Fransızlara bırakmışlardı.
İtalyanlar, büyük bir işgalci güç olarak görünmüyorlardı. Antalya ve Konya’da bulundurdukları küçük birlikler,  fazla bir endişe yaratmıyordu.
İngiliz, Fransız ve İtalyanların Anadolu’nun değişik yerlerinde bulundurdukları KONTROL SUBAYLARI ve Samsun ve Ankara gibi bazı yerlerdeki küçük işgal birlikleri, bu devletlerin Türkiye ile yeni bir savaşa girişmeyeceğini gösteriyordu.
Büyük devletler, yenilmiş Osmanlı Devletine zafer programlarını, siyasi yollarla ve hazırlıkları süren barış antlaşması ile kabul ettireceklerin umuyorlardı.
Fakat Yunanlıların BÜYÜK KUVVETLERLE Anadolu’ya çıkmaları, kendilerine verilen bölgeyi kendi topraklarına katmak için gerekirse savaşmak niyet ve kararında olduklarını belli etmişlerdi.
Türkiye her şeyden önce, kendi topraklarından bu küçük devleti atmak zorunda idi. Bunu yapamadıktan sonra, büyük devletlerin emellerine karşı durulamazdı.
ÖYLE İSE; TÜRK KURTULUŞUNUN SAĞLANMASI İÇİN GİRİŞİLECEK KURTULUŞ SAVAŞININ ASIL CEPHESİ BATI ANADOLU’DA KURULMUŞ DEMEKTİ. DOLAYISIYLA SAVAŞILACAK DÜŞMAN DA BELLİ OLMUŞTU.
Türk Kurtuluş Savaşının planı bu gerçeğe göre hazırlanabilirdi.
BÖYLECE İZMİR’İN YUNANİSTAN TARAFINDAN İŞGALİ KURTULUŞ SAVAŞININ HEM GEREKÇESİNİ,  HEM HEDEFİNİ, HEM DE YÖNTEMİNİ ORTAYA KOYMUŞTUR.
İzmir ve Tüm Anadolu’ya büyük acılar yaşatan: İZMİR’İN İŞGALİNİN 94’ÜNCÜ YILINDA; BAŞTA HASAN TAHSİN VE ALBAY FETHİ BEY OLMAK ÜZERE TÜM ŞEHİT VE GAZİLERİMİZİ MİNNET VE RAHMETLE ANIYOR, SAYGILARIMLA SELAMLIYORUM…
Ve 1919 ‘MİLLİ RUHU’NUN kaybolmamasını diliyorum!

15 MAYIS 2013
         Ahmet AVCI

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar