17 Mart 2017 Cuma

309- ÇANAKKALE MUHAREBELERİ VE MUSTAFA KEMAL

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ VE MUSTAFA KEMAL




              Çanakkale Deniz Zaferi’nin 102’İNCİ yıl dönümünde, başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere tüm Şehit ve Gazilerimizi, bu Muharebeleri gerçekleştiren, bu toprakları bizlere vatan yapan Kahramanlarımızı Rahmet, Minnet ve Şükranla anıyoruz…
            Ayrıca; Gelibolu’da görev alan İşgal Kuvvetleri’nin askerlerini de bir insanlık görevi olarak, Türklere özgü vefa duygusu ile yâd ediyoruz. 
            Çanakkale Muharebeleri; Birinci Dünya Savaşına istemeyerek giren ya da sokulan Osmanlı Devletinin; başlatmadığı ve girmeyi de istemediği bu savaşta, İngiliz ve Fransızların oluşturduğu Emperyalist ittifakına karşı yürüttüğü meşru bir savunmadır. 
Birinci Dünya Savaşına; çok fazla Hans öleceğine, Mehmetçik ölsün ve sonradan da Osmanlı toprakları kendisine kalsın düşüncesinden hareket eden Almanya’nın dayatması ve ülkemizdeki yandaşlarının, Yüzyılın başında yitirilen toprakların geri alınacağı kandırmacısı sonucu Osmanlı Devleti bu savaşa katılmıştı. 
            Osmanlı Devleti; Kafkasya’da Rusların başlattığı muharebede; Sarıkamış bozgununa uğrayınca; Doğu Anadolu’yu ve Karadeniz kıyılarını Ruslara ve Ermenilere terk ederek, birliklerini Mısır seferi için Güney’e Süveyş Kanalı’na yöneltmişti. 
Amacı; Süveyş Kanalını ele geçirerek, İngiltere’nin Sömürgesi Hindistan’la bağlantısını kesmek, böylece ikmal akışını durdurmak ve İngiltere’yi sıkıntıya sokarak, Almanya’nın işini kolaylaştırmak, ayrıca; olursa Mısır’ı yeniden Osmanlı topraklarına katmaktı. 
PEKİ, YA DOĞU ANADOLU NE OLACAK? BU KONU TÜRK BAŞKOMUTANI’NI DA PEK İLGİLENDİRMİYORDU HERHALDE… 
Buna karşılık; İtilaf Grubunun lideri durumundaki İngiltere de Süveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlamak ve Mısır’ı elde tutmak için, Osmanlı Ordusunun bu bölgeden uzak tutulmasının planlarını yapmaktadırlar. 
  Ayrıca, Avrupa’da, Almanya’nın karşısında; başarısızlığa uğrayan, iç bünyesinde de kargaşa yaşayan Rusya’nın yardım isteklerini de karşılamak istemektedir. 
            RUSYA’YA YARDIM İÇİN DE ÇANAKKALE VE İSTANBUL BOĞAZLARINI AŞMAK GEREKECEKTİR. 
            Çanakkale Boğazı, Birinci Dünya savaşı sırasında iki Blok devletleri için de yaşamsal önemdedir. 
Savaşın başında Osmanlının tarafsız kalması İtilaf Devletlerini memnun etmiş, hatta 26 EYLÜL 1914’te boğazların tüm yabancı gemilere kapatılmasını önemsememişti. Ancak Osmanlı savaşa girince, İngiltere Boğazlar konusunda ki asıl planını uygulamaya koymuştur. 
Çanakkale’den geçen deniz yolu hem İstanbul’a hem de Rusya’ya gittiğinden, İstanbul’u ele geçirmek Osmanlı Devletini bir an önce savaş dışı bırakmak ve Rusya’ya gereken yardımı yapabilmek; Osmanlının, Süveyş Kanalı’na sefer yapmasını önlemek, Balkan Devletlerini yanlarına çekmek için İngiliz ve Fransızların, Çanakkale Boğazını zorlayacakları açıkça belli idi. 
BUNU BİLEN OSMANLI DA DAHA 26 EYLÜL 1914’TE BU BOĞAZI TÜM YABANCI GEMİLERE KAPATMIŞTI. 
Rusya’ya yardım için; İngiltere, müttefiki Fransa’yı ikna ederek, 1915 yılı başlarında, İtilaf Devletleri Bloğu için artık bir zorunluluk olan “Çanakkale Seferi”ni başlattı. 
BÖYLELİKLE, OSMANLI’YI HASSAS YERİNDEN VURARAK, KANAL BÖLGESİNDEKİ BİRLİKLERİNİ GERİYE ÇEKTİRECEKTİ. 
Çanakkale Harekâtı başarıya ulaşırsa; Osmanlı Başkenti ele geçirilip Osmanlı Devleti çökertilecek ve savaş dışı bırakılacak, Almanya- Avusturya Macaristan Bloğuna yeni bir cephe açılacak, Rusya’ya yapılacak yardımla da, Alman birlikleri Doğudan ve Batıdan sıkıştırılarak, savaş daha kısa sürede başarı ve daha az kayıpla bitirilecektir. 
Çanakkale Seferinde kısa sürede başarı sağlanamasa bile Almanya’nın, Batı’dan bu bölgeye kuvvet kaydırması sağlanarak, Avrupa’daki gücü zayıflamış olacaktır. 

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ, DENİZ VE KARA MUHAREBELERİ İLE BİR BÜTÜNDÜR. 

18 MART 1915’TE ÇANAKKALE BOĞAZINI ZORLAYARAK GEÇMEK İSTEYEN DÜNYANIN EN BÜYÜK DONANMASINA DENİZ MEZAR OLUŞ, ZAMANIN EN BÜYÜK ORDULARININ BOĞAZI, KARADAN GEÇME ÇABALARI DA CONK BAYIRI VE ANAFARTALAR MUHAREBELERİ İLE GELİBOLU SIRTLARINDA MUSTAFA KEMAL’İN KOMUTA ETTİĞİ BİRLİKLER TARAFINDAN DURDURULMUŞTUR. 

Gelibolu Yarımadasında yapılan çarpışmalar, bir Meydan Muharebesi değildir. Birer karış denebilecek dar topraklar üzerinde; binlerce on binlerce, yüz binlerce insanın göğüs göğse boğuşmasıdır.
İşgalci Ordular karşısında, Emperyalizmin karşısında; VATAN UĞRUNA, NAMUS UĞRUNA ORTAYA KONULAN MÜCADELENİN göstergesidir… 
Çanakkale, birkaç günlük tarih, bir toprak parçası değil… Bir duruş, bir anlayış, bir felsefe, bir ilke, bir kimliktir…
Başarısızlığa uğratılan İtilaf Devletleri bölgeyi terk etmiş, ancak Galibiyetle sonuçlandırdıkları Genel Savaş’ın sonrasında; bu yenilginin acısını iliklerine dek duymanın intikamını almak üzere Mondros Ateşkesi imzalatılmıştır. 
Bu Ateşkese dayanılarak; zaman yitirmeden, Boğazlar, İstanbul ve ülkenin birçok yeri işgal edilmiştir. 
TARİHİ BİLMEK, DERS ÇIKARMAK, GELECEK İÇİN PLANLAR YAPMAK, GELİŞMİŞ TOPLUMLAR İÇİN VAZGEÇİLMEZ OLGULARDANDIR. 

Bilmeliyiz ki; Çanakkale Muharebeleri; Trablus Garp Savaşları, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ile süren Osmanlı İmparatorluğunun ölüm kalım mücadelesinin son halkasını oluşturmaktadır. 
BU ÖYLE BİR MUHAREBEDİR Kİ, BURADA; TÜRKLÜĞÜN KADERİNİ ÇİZECEK BİR LİDERİN DOĞUMUNA DA YOL AÇACAK VE BU LİDERİN DE HALKINI TANIMASINI, HALKININ İÇİNDE TAŞIDIĞI CEVHERİ BULMASINI SAĞLAYACAKTIR. 
Bu lider, bitmiş tükenmiş sanılan Türk Ulusunun, o yorgun haliyle bile neleri yapabileceğini göstermiş ve gerçekleştirilen bir Kurtuluş Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yeniden yükselebileceğini ortaya koymuştur. 
Bu Ulusa, Mustafa Kemal Atatürk’ü veren ve Mustafa Kemal’in de Ulusunun içindeki cevheri bulmasını sağlayan, Çanakkale Muharebeleridir 
O Mustafa Kemal ki; muharebe meydanında bile düşmanının saygısını ve güvenini kazanmıştır. 
Muharebeyi kazanmayı başaran Mustafa Kemal Atatürk, BARIŞI DA kurabilen bir devlet adamı OLMAYI BAŞARMIŞTIR. 
Mustafa Kemal Paşa’nın, Çanakkale’de yatan yabancı askerler için kaleme aldığı mesaj, onun Dünya Barış’ına ve İnsanlık değerlerine verdiği önemi ortaya koymaktadır: 
“BU MEMLEKETTE KANLARINI DÖKEN KAHRAMANLAR! 
BURADA, BİR DOST VATANIN TOPRAĞINDASINIZ. 
HUZUR İÇİNDE UYUYUNUZ. 
SİZLER MEHMETÇİKLERLE YAN YANA KOYUN KOYUNASINIZ. 
UZAK DİYARLARDAN, EVLATLARINI HARBE GÖNDEREN ANALAR, GÖZYAŞLARINIZI SİLİNİZ. 
EVLATLARINIZ BİZİM BAĞRIMIZDADIR. 
HUZUR İÇİNDEDİRLER; ONLAR BU TOPRAKLARDA CANLARINI VERDİKTEN SONRA, ARTIK BİZİM EVLATLARIMIZ OLMUŞLARDIR.” 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN bu mesajı tarihimizdeki ilk insani davranış olmadığı gibi, son davranış da olmayacaktır. 
            Çanakkale Muharebeleri, gerçek anlam ve değeri ile öğrenilmeli, anlatılmalı ve gelecek kuşaklara da aktarılmalıdır.
Hurafelerden arındırılmış Tarihimize sahip çıkmalıyız…
Boşuna MUCİZELER aramaya HURAFELERDEN medet ummaya tarihimizde yer yoktur.

Belçika’dan gelen bir yeni yıl kutlama yazısıyla konumuzu noktalayalım.
DANİEL DUMOULİN DİYOR Kİ:
 "TURQUİE, TU DOİS ATATÜRK A DİEU ET LE RESTE A ATATÜRK" 
''Türkiye, Atatürk’ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
Saygılarımla…

             Ahmet AVCI
18 MART 2017
İZMİR




308- İSTANBUL'UN RESMEN İŞGALİ...


KURTULUŞA GİDEN SÜREÇTE; MECLİSİ MEBUSAN’IN AÇILMASI, MİSAKI MİLLİ KARARININ ALINMASI
VE İSTANBUL’UN RESMEN İŞGALİ…

MECLİS-İ MEBUSANIN AÇILMASI:  12 OCAK 1920

                        MECLİS-İ MEBUSAN NEREDE TOPLANMALI?
                        Birinci konu; Amasya görüşmeleri sırasında karara bağlanmıştı:
Meclis İstanbul dışında toplanmalı idi. Çünkü İtilaf devletlerinin denetimi altında bulunan İstanbul’da Milli kararların alınması zordu.
            Ancak İstanbul Hükümeti bu karara uymadı.
Padişah ve hükümeti; Ulusun temsilcileri İstanbul dışında toplanırsa aralarında kopukluk belireceğini ileri sürüyorlardı.
            Gerçekte İstanbul Hükümeti, Başkent dışındaki bir parlamentonun hepten heyeti temsiliyenin etkisi altına gireceği endişesinde idi.
Sonuçta Mustafa Kemal Ankara’ya gelmeden önce; Sivas’ta yapılan Komutanlar toplantısında; Mustafa Kemal Paşa’nın tüm itirazlarına rağmen; Hükümetin isteğine uyulması kararlaştırıldı.
Oysa, Hükümet Anadolu’nun baskısına boyun eğebilirdi. İşin gerçeği; Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geçemeyeceği için, onun karşısında olanlar daha rahat çalışacaklardı. Asıl neden bu idi.
Hala bir bölüm aydınlar, eylemin aslında tam anlamı ile İstanbul Hükümetine karşı olduğunun bilincine varamamışlardı.
 Mustafa Kemal, her zamanki derin iç sezisi ve ileriyi görürlüğü ile bu karara karşı koymadı. Olayların gelişmesini bekledi. Varılan kararın akla uygun olmadığını ve eninde sonunda kendi düşüncesinin doğruluğunun anlaşılacağını biliyordu. Böylece otoritesi daha da güçlenebilirdi.
 Ve artık, Meclisi Mebusan İstanbul’da toplanacaktı. Bu arada seçimler de yapılıyordu. Kısmen her yerde Müdafaa-i hukuk cemiyetinin üyeleri kazanıyordu. Mustafa Kemal’de Erzurum Milletvekili seçilmişti. (6 Ocak 1920)

            MECLİSİ MEBUSANDA NE GİBİ KARARLAR ALINMALI?
            Mustafa Kemal’in zihnini en çok bu kurcalıyordu. Kendisi İstanbul’a gidemezdi. Hükümet ona bir şey yapmasa bile, İngilizler mutlaka kendisini tutuklarlardı. Uzun tartışmalardan sonra alınan karada; Meclisi Mebusanda “MÜDAFAA-İ HUKUK” grubu oluşturulacak, İstanbul’a gitmediği halde Mustafa Kemal Meclis başkanı seçilecekti.
            Böylece Anadolu’daki hareketin Meclisi Mebusana egemen olduğu, herkese en çarpıcı biçimde anlatılış olacaktı. Böylece “Müdafaa-i hukuk“ grubunun öncülüğünde yurdun kurtarılması için gereken kararlar alınacaktı.
            İtilaf Devletleri, Meclisi Mebusanın toplanmasına başlangıçta karışmadılar. Oradan çıkacak kararlara göre davranmayı uygun buldular.

            MECLİS-İ MEBUSANIN AÇILMASI
            Tüm hazırlıklar tamamlanınca 12 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Meclisi toplandı. Bu önemli bir olaydı. İstanbul’daki Türkler coşmuştu. Ertesi gün 150 bin kişinin katıldığı bir miting yapıldı. 28 Ocak gününe kadar Mecliste Başkanlık seçimi yapılmamış ve MÜDAFAA-İ HUKUK GRUBU oluşturulmamıştır.
            Anlaşılıyor ki Mustafa Kemal adı ve onun mensubu olduğu dernek İstanbul’da pek hoş karşılanmıyordu.
(20 Ocak 1920 günü Albay İsmet Ankara’ya birinci kez gelmiş ve 20 gün kalmıştır. Genelkurmay Başkanı çağırınca da geri dönmüştür. 26/27 Ocak günü Gelibolu’daki Fransız AKBAŞ cephaneliği, Köprülülü Hamdi ve arkadaşları tarafından basılmış ve silah ve cephane Anadolu’ya kaçırılmıştır.)
28 Ocak günü yapılan toplantıda Mustafa Kemal’in başkanlığı önerilmiştir ama görüşülmemiştir.
            Aynı gün “Misk-ı Milli”  Kabul edildi. Bu çok önemli işe karşın, Mecliste hala Mustafa Kemal’e duyulan endişe  (Kuşku ya da güvensizlik de diyebiliriz) egemendi.
            Nitekim birkaç gün sonra MÜDAFAA-İ HUKUK GRUBU değil,”Felahı Vatan” grubu (vatanın kurtuluşu) oluşturuldu. Meclis Başkanlığına da Reşat Hikmet Bey seçildi.
            Meclis; Esasları Mustafa Kemal tarafından belirlenen MİSAK-I MİLLİYİ kabul ettikten sonra, artık Anadolu’daki direnişi anımsatan “Tehlikeli” deyimleri “unutmak” eğilimine girmişti. Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi; ”Bazı çevrelere hoş görünmek” amacı ağır basmıştır.
Ancak daha sonra görüleceği gibi hiçbir işe yaramamıştı.

                        Misak-ı Milli ( MİLLİ   YEMİN ) 28  OCAK  1920

            Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın 28 Ocak günlü gizli toplantısında onaylanan ve milli yemin anlamına gelen “MİSAK-I MİLLİ”,Amasya genelgesinden başlayarak, yürütülen çalışmaların ve oluşan bilincin son Osmanlı Meclisinde benimsenmesidir. (Misak-ı Milli 17 Şubat 1920’de basına ve yabancı devlet parlamentolarına bildirilmiştir.)
            İşgaller karşısında yavaş yavaş ortaya konulan küçük ve düzensiz direnişleri birleştirmek ve bunun da üzerine Ulusun iradesini koyarak, yepyeni bir devlet içinde tüm zorlukları yenmek isteyen Mustafa Kemal, özellikle vatanseverleri ortak kararlar almaya yönlendiriyordu.
            Amasya Genelgesi ile bu amacını açığa vuran ve Milli Mücadelenin gerekçesini ve yöntemini ortaya koyan lider, Erzurum kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919)Doğu illerindeki direniş örgütlerini birleştirmiş, Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) ile bu birleşme tüm vatana yayılmıştır.
            İstanbul Hükümeti çıkardığı tüm engellere karşın Sivas Kongresinde alınan kararların uygulamasını önleyememiş ve Damat Ferit bir süre için sahneden çekilmiştir.
            Misak-ı Milli, daha Erzurum Kongreleri sırasında hazırlanmaya başlanmış, Mustafa Kemal tarafından, Meclis-i Mebusana katılacak tüm Milletvekillerine dolaylı ye da doğrudan anlatılmış, ve ulus adına bu “ant” için, Kuvayı Milliyeci her Meclis üyesi seferber olmuş ve sonunda gerçekleşmiştir.
            Misak-ı Milli: Özetle şöyle demektedir. “Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyeleri barışa kavuşmak için şu koşulları ileri sürerler:
-          Birinci Dünya savaşı sonunda imzalanan Mondros ateşkes anlaşmasının çizdiği sınırlar içinde; ”Din, ırk ve asılca birlik oluşturan (yani Türkler) vatandaşların oturduğu yerler hiçbir biçimde yurttan kopartılamaz.
-          Osmanlı saltanatının ve halifeliğin merkezi İstanbul’un güvenlik içinde bulunması koşulu ile boğazlar açılabilir.
-          Daha önce bizden ayrılan Batı Trakya’da ve ateşkes sınırları dışında tutulmak istenen Kars Ardahan ve Batum’da halkoyuna başvurulmalıdır.
-          Osmanlı devletinde ki Arapların, çoğunlukta olduğu yerlerde de halk oyuna başvurulmalıdır.
-          Bağımsızlığımızı sınırlayacak, Siyasal, ekonomik, hiçbir anlaşma kabul edilemez.
            Bunlar yapılamaz ise barış yapmak imkânsızdır.
Misak-ı Milli Parlamento kararıdır. Mondros ateşkes anlaşmasından bu yana on beş ay geçmiş, Osmanlı devleti hala barış dönemine geçememişti. Bu konuda gerekli çabalar, İtilaf devletlerince gösterilmediği gibi ülke çeşitli biçimde işgal diliyordu.
İşte Mondros ateşkes anlaşmasından sonra Padişahça dağıtılan (12/12/1918) Meclisi Mebusan yeniden oluşmuş, toplanmış ve barışın hangi esaslar üzerinden yapılması gerektiğini bir karar olarak saptamıştır.
            Aslında Meclis-i Mebusanın Yeniden açılması ÜÇÜNCÜ MEŞRUTİYETİN DE ilanıdır.
            Kısaca Misak-ı millinin anlamı; Türklerin anavatanı parçalanamaz.
            31 Ocak’ta Meclis, Başkanlığa, İstanbul Milletvekili Reşat Hikmet’i, ikinci Başkanlığa da; Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey’i seçmiştir.
-Misak-ı Milliyi onaylamasına rağmen; Osmanlı Meclisi Anadolu hareketini benimsediğini açıklamamıştır, açıklayamazdı da çünkü Osmanlı devletinde egemenlik padişahındı ve Parlamento onun altında idi. Bu nedenle Misak-ı Milli, yeni bir hareketin öncüsü olmak iddiasında değildi.
Amaç; Osmanlı Devletinin ve onun padişahının kurtulmasıdır. Bununla birlikte Misak-ı Millide Anadolu hareketinin temellerinden olan “Kesin bağımsızlık” vardır. İtilaf Devletlerinin isteklerinin reddi, Egemenliği sınırlayıcı hiçbir hüküm tanımamak gibi.
            Misak-ı Millinin anlamı:
            Osmanlı Meclisi için; Vatanın, devletin ve padişahın kurtarılmasıdır.
            Ankara için; Türk milletinin haklarını savunmak.
            Görüldüğü gibi, Misak-ı Milli ile Anadolu’daki İhtilalcilerin çok daha önceleri ileri sürdükleri düşünceler tekrarlanmaktadır. Osmanlı Meclisinin bu düşünceleri kabul etmesi, Anadolu’nun gerçek bir zaferidir. Böylece Osmanlı devletinin yok olduğu bir kez daha doğrulanmaktadır.
            Misak-ı Milli öngörülen hedeflerin nasıl gerçekleşeceği hakkında bir işaret bulunmamaktadır. Bu iş böylece tamamen Anadolu’ya bırakılmıştır. Bu da Mustafa kemal’in ikinci zaferdir. Çünkü yok olan Osmanlı Devletinin yaşar görünen hükümeti de tam anlamı ile geçerliliğini yitirmiştir.
            İşgal devletleri, Misak-ı Milliyi hoş karşılamadılar. Toplanmasına ve çalışmasına karşı çıkmadıkları Meclis-i Mebusandan istediklerinin tam tersi sesler yükseliyordu. Buna dayanmak, işgalci devletler için çok güçtü.
Önce Misak-ı milliyi geri aldırtmağa çalıştılar. Mümkün olmadığı anlaşılınca yeni arayışlara yöneldiler.

Bu dönemde Meydana gelen önemli olaylar:

  1. 6 Ocak 1920: Mustafa Kemal’in Erzurum’dan Milletvekili seçilmesi.
  2. 10 Ocak 1920: İngiliz Generali Milne’in Raporu: “Koşulları ağır bir barış, Mustafa Kemal’i güçlendirir.”
  3. 12 Ocak 1920: İstanbul’da; son “Osmanlı Mebusan’ının açılması
  4. 13 Ocak 1920: Sultanahmet Meydanında 150 bin kişinin katıldığı mitingin yapılası.
  5. 20 Ocak 1920: Albay İsmetin Ankara’ya gelmesi.
  6. 21 Ocak 1920 Harbiye Nazırı Cevat Paşa’nın istifa etmesi.
  7. 26 /27 Ocak 1920: Gelibolu civarında Akbaş mevkiinde, Fransızlara ait. Silah ve cephane deposuna, Kuvayı Milliye kahramanlarından Köprülülü Hamdi ve arkadaşlarının baskını ve cephanenin Anadolu kıyısına nakledilmesi.
  8. 28 Ocak 1920 Osmanlı Meclisi Mebusan’ının gizli toplantısında “ Misak-ı Milliyi” kabul etmesi. ( Bu karar 17 Şubatta Basına ve yabancı devletlere bildirilecektir)
  9. 31 Ocak 1920. Meclis Başkanlığına, İstanbul Mebusu Reşat Hikmet Bey’in seçilmesi.
  10.  3 Şubat 1920: Fevzi (ÇAKMAK) Paşanın Harbiye Nazırlığına getirilişi.
  11.  4 Şubat 1920:  29 Aralık 1919 tarihli “Mustafa Kemal’in Madalya Ve Nişanlarını İade eden “ Hükümet kararının Padişah tarafından onaylanması  
  12. 8/9 Şubat 1920: Milli Kuvvetlerin Fransız işgalindeki, Urfa’yı kuşatması.
  13. 12 Şubat 1920: Maraş’tan Fransızların kovuluşu ve Kılıç Ali ve müfrezesinin Maraş’a gelişi.
  14. 15 Şubat 1920: Londra Konferansında, İstanbul’un Türklere bırakılması kararı verilmesi.
  15. 16 Şubat 1920: Manyas ve Gönen çevresinde, İkinci Aznavur isyanı
  16.  18 Şubat 1920 Akbaş Kahramanı Köprülülü Hamdi beyin Aznavur birlikleri tarafından şehit edilmesi. (Bazı kaynaklar, bu olayı 23 mart olarak göstermektedir)
  17. 3 Mart 1920: Ali Rıza Hükümetinin istifası.
  18. 8 Mart 1920 Salih Paşa Hükümetinin kuruluşu.
  19. 11 Mart 1920: Hint Müslüman Cemiyeti’nin, İtilaf Devletlerine; “İstanbul’da, İtilaf Kuvvetleri bulunmasından ve Müslümanlara karşı girişilen saldırılardan Hint Halkının üzüntü duyduğunu” bildiren yazı göndermesi.
 Aynı gün: Ankara’daki İngiliz Mümessili Withall’in maiyeti ile birlikte gizli olarak, İstanbul’a hareketi
20. 15 Mart 1920. İtilaf Devletlerinin, İstanbul’da tanınmış 150  sivil ve asker Türk Aydınını tutuklamaları…
Aynı gün, İtilaf Devletleri Generallerinin, Türkiye’deki Genel durumla ilgili olarak verdikleri gizli rapor: “…Bütün siyasi güç, Milliyetçi Liderlerdedir. Halkın çoğunluğu savaşlardan yorgundur. Bununla birlikte, vatanlarını korumak için, müthiş bir biçimde savaşacaklardır. Türk ordu birlikleri Milliyetçilerle birleşmişlerdir.”

İSTANBUL’UN RESMEN İŞGAL EDİLMESİ: 16 MART 1920

Sivas Kongresinde alınan karar uyarınca; 20 Ocak 1920 tarihinde toplanan Meclis-i Mebusan’nın Misakı MİLLİ Kararını alması, Anadolu’da Milli Mücadele doğrultusunda yürütülen faaliyetler İşgalcileri rahatsız etmiştir…
Seçimlerin yapılmasına ve Meclisin açılmasına itiraz etmeyen işgalciler, tavırlarını değiştirdiler.
Misak-ı Milli Kararını geri almayan,   Meclis-i Mebusan cezalandırılmalıydı.
Anadolu’ya da ders verilmeliydi…
 Gerçekten 16 Mart 1920 günü İstanbul İşgal Devletlerinin askerlerince resmen ele geçirildi.
Daha önce bu birlikler, genellikle gemilerde bulunuyorlar ve şehirde fazla gözükmüyorlardı.
Misak-ı Milli ve Akbaş baskını, İstanbul’un işgali için iyi bir vesile oldu.
İstanbul’da sıkıyönetim eden İngilizler, İşgalin esaslarını şöyle açıklıyorlardı:
1.    İşgal geçicidir.
2.    İtilaf devletlerinin amacı; saltanat ve Hilafetin gücünü kırmak değildir. Aksine arttırmaktır.
3.    Anadolu’da isyan çıkarsa ve Hristiyanlar katledilirse İstanbul Türklerden alınacaktır.
4.    Herkesin Saltanat Makamından gelecek emirlere uyması gerekir…

İşgal günü bazı Milletvekilleri tutuklandılar. Düşman askerleri her yere girdi. Şehzadebaşı Karakolundaki altı asker şehit edildi 15 asker yaralandı. Hatta harbiye Nazırı Fevzi(Çakmak) Paşa bile Makamından süngülü askerlerce dışarı çıkartıldı.
Aynı gün öğleden sonra, saat 17’de Padişah Vahdettin, Yıldız Sarayında, Meclisi Mebusan adına gelen heyetle görüştü. Ve onların,” Milletin Anadolu’da mücadeleye azimli olduğunu ve sonuna kadar, devam edeceğini” belirtmeleri üzerine, Vahdettin’in verdiği yanıt ilginçtir: “Bir Millet var, KOYUN SÜRÜSÜ. Bir çoban lazım, o da benim.”
 Tüm bu olaylar Meclisin toplanmasını imkânsız kılmıştı. 18 Mart 1920 günü son oturumunda, Meclis çalışmalarına ara verdi. Sonunda 11 Nisanda Padişah kararı ile fesh edildi.
            1877 yılında kurulan, 1878’de kapatılan, 1908’de tekrar kurularak kesintili bir biçimde çalışan, ömrü 12 yıl bile olmayan Osmanlı Parlamentosu tarihe karışmıştı.
            İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusanın kapatılması Türk kamuoyu üzerinde derin bir şok etkisi yarattı.
İstanbul’dan ve oradaki yönetimden gerçekten ümit kesildi. Çok yerde mitingler yapıldı. Mustafa Kemal’in düşüncelerinin de doğru olduğu tüm yurtseverlerce kabul edildi.
            Mustafa Kemal’in tahminleri bir kez daha doğru çıkmıştı. Artık herkes onun etrafında toplanacaktı. İngilizler topladıkları Milletvekillerini, tehlikeli gördükleri başka kişilerle birlikte Malta Adasına sürerlerken, fırsatı bulanlar Ankara’ya kaçmayı düşündüler.
Bundan sonra İstanbul’dan Ankara’ya akın başladı. O güne kadar İstanbul’da kalıp ”bir şeyler yapmak” isteyenlerin artık tek umutları Ankara ve Mustafa Kemal oldu.
            İstanbul’un işgal edileceğini çoktan tahmin eden Mustafa Kemal, kısa bir süre için bıraktığı girişimini yeniden başlattı.
19 Mart 1920’de yayımladığı genelge ile dağılan Meclis-i Mebusan yerine; yeniden bir Meclis kurulması gerektiğini, bunun Ankara’da toplanmasının uygun olduğunu ve yeniden seçimlere gidilmesini istedi.
            İSTANBUL’UN İŞGALİ ÜZERİNE MUSTAFA KEMAL’İN ALDIĞI TEDBİRLER:
            -İstanbul’la muhabere kesilmiştir.
            -İngiliz Kuvvetlerinin Batı Anadolu’da, stratejik yerlerden çıkartılması ve silahsızlandırılması için emir verilmiştir.
            -İstanbul’da yapılan tutuklamalara karşılık olmak üzere Anadolu’da görevle dolaşan İtilaf subaylarının tutuklanmaları sağlanmıştır.
            -İstanbul’dan ve Adana’dan Anadolu’ya yapılacak düşman sevkiyatını önlemek için Geyve ve Ulukışla yöresinde demiryolu tahrip edilmiştir.
            -Anadolu’da mevcut resmi ve gayri resmi, tüm mali kuruluşların para ve kıymetli eşya miktarını tespit ettirerek İstanbul’a gönderilmesini yasaklatmıştı.
            Bundan sonra, Ulusal kurtuluş savaşı tüm hızıyla başlayacaktır. Artık son adım olarak ulusal devletin bir an önce kurulması gelmektedir.
            Tarihimizde yeni bir dönem açılıyordu.
             TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI çalışması hızlandırılacaktır...
            İşgaldeki kara günleri yırtarak ülkemizi kurtaran ve Devletimizi kuranları rahmet ve minnetle anarken, bugün de Milletimizi uyanık olmaya çağırıyorum…

Ahmet AVCI
15 Mart 2017
İzmir



307- İNGİLİZ GİZLİ BELGELERİNDE ATATÜRK

İNGİLİZ GİZLİ BELGELERİNDE ATATÜRK

40 YIL SONRA AÇIKLANAN İNGİLİZ BELGELERİNDE ATATÜRK…
(AKILSIZ VE VİCDANSIZ DOSTUMUZ OLACAĞINA, AKILLI VE VİCDANLI DÜŞMANIMIZ OLSUN…) Aşağıdaki mektup, Türklerle yıllarca savaşmış, Türklük ve Türkiye düşmanı olarak bilinen İngiltere Devletinin Ankara Büyükelçisi tarafından Atatürk’ün Ölümünden 15 gün sonra kaleme alınmıştır… Bu mektup, Mustafa Kemal Atatürk’ü gerçek anlamıyla anlatan metin olarak değerlendirilmektedir… Saygılarımla… Ahmet AVCI ************** Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine'in Londra'ya özel Bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine "40Yıl Boyunca Açıklanmayacak" damgası vurulan mektubun tam metnidir. G İ Z L İ Telgraf No: 608 İngiltere Büyükelçiliği Ankara, 25 Kasım 1938 Aziz Lordum, 1. Size Mösyö Kemal Atatürk'ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum. 2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşar tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk'ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk'ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk'ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır. 3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum. 4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine ‘deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu. 5. Atatürk'ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu Söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım. 6. Sanırım bunu temelde "çift karakterlik" olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong 'un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır. Bu tespiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip -bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar. 7. Atatürk'ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk'ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi. 8. Atatürk'ün bütün kişiliğinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemiyle bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) Özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır. Sadece birkaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir. 9. Atatürk, Batı'da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye'de "evet efendimci" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu. 10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolini'nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk'ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse evet başarılı olmuştur. 11. Atatürk'ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdik liginin bir başka parçasıydı. 12. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet'in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır. 13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti'ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır. Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkârınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım Percy Lorainea

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar