29 Mayıs 2010 Cumartesi

23- ÜÇ ÜLKE GEZİSİNDE GÖRDÜKLERİM VE DÜŞÜNDÜKLERİM...

Ahmet AVCI
ARSUZ- GÜLCİHAN
20 MAYIS 2010


            ÜÇ ÜLKE GEZİSİNDE GÖRDÜKLERİM VE DÜŞÜNDÜKLERİM


            1968 yılında KARA Harp Okulundan mezun olan bir gurup devre arkadaşlarımızla ve eşli olarak, İskenderun- Arsuz- Gülcihan Kampında buluştuk…
            TİTUS şirketinin düzenlediği; 5 günlük Suriye, Ürdün Ve Lübnan gezisine katıldık.
            12 Mayıs 2010 Salı günü saat 23 30’da otobüsümüz hareket etti. Ülkemizi Cilvegözü sınır kapısından terk ederek Suriye’ye geçtik ve gece buyunca yolculuk yaparak, Suriye’yi Kuzey’den Güney’e aşarak, BÜŞRA Antik Kentine ulaştık.
Büşra Antik Kenti’nde; Roma döneminde kurulmuş olan ve daha sonra Emeviler Döneminde çevresi surlarla çevrilen Kale ve 15 bin kişilik Amfitiyatro ile Hz. Muhammed’in çocukken ziyaret ettiği Manastır ve Kervanın konakladığı alan gezildi.
Ayrıca; Osmanlı Devleti’nin yaptırdığı Hicaz Demiryolu’nun bu kentte kalan birkaç metrelik bölümü görüldü.
Daha sonra: Dara Sınır Kapısından geçerek, Ürdün- Jarash antik kentine ulaştık. Bu Antik Kente ki araba yarışlarının ve Gladyatör düğüşlerinin yapıldığı Hipodromu gezdik ve şimdi ki Valisinin bayan olduğunu öğrendik…
Yeniden yola koyularak, akşam ÜRDÜN’ ÜN Başkenti AMMAN’A ulaştık…

ÜRDÜN HAŞİMİ KRALLIĞI
ÜRDÜN, Ortadoğu’da bir Arap ülkesidir. Kuzeyinde SURİYE, Kuzey Doğusunda IRAK, Güneyinde ve Doğusunda SUUDİ ARABİSTAN, Batısında İsrail ve Batı ŞERİA bulunmaktadır.
Ürdün’ün Temel dini İslam, resmi dili Arapçadır.
Ürdün, İslamiyet’in yayılmasıyla Arap-İslam devletinin sınırlarına katılmış, bir süre sonra; Önce Memluk, sonra 1517’de Osmanlı Egemenliğine girmiş, Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1918’de de Osmanlı Egemenliğinden çıkmıştır.
İngiltere tarafından işgal edilen Ürdün, 1921 yılında İngiliz mandası olarak; Mavera-i Ürdün Emirliği adını almış, başına da Mekke şerifi Hüseyin’in oğlu 1. Abdullah getirilmiştir.
1’nci Abdullah, İngilizlerden bağımsız hareket etmeye kalkışınca, öldürülmüş ve yerine oğlu Tallal geçmiştir. Akli dengesini yitiren Tallal tedavi için İstanbul’a gidince yerine oğlu Hüseyin geçmiştir. Hüseyin’in ölümünden sonra da yerini Kral Abdullah almıştır.
Ürdün, İkinci Dünya Savaşından sonra; 25 Mayıs 1946’da Bağımsız bir Krallık olmuştur.

14 Mayıs Cuma günü; AKABE kentine hareket ettik. Kuzey’den Güney’e Ürdün Çölü’nü aşarak ve yol boyunca, Türk Gama Şirketi’nin “Sulama Yapım” çalışmalarını, Fosfat Yataklarını, Fosfat taşımak üzere işletilen demir yolunu görerek, beş saatte Akabe’ye ulaştık.
Akabe kenti, Kızıl Deniz’in, Kuzey Batıdaki en uç noktasındadır.
Biz Körfezin tam tepe noktasındaydık. Bu tepe noktasının bir yarısı Ürdün’e diğer yarısı da İsrail’e aittir.
Uzaktan gördüğümüz İsrail’in ELAT kenti daha görkemli idi AKABE’YE göre. İki kentte de lüks oteller kendini gösteriyordu. Hatta Karşıda Mısır’a ait bir otel de bulunduğumuz yerden seçiliyordu.
AKABE Körfezinin tepe noktasının doğu yakasındaki 35’nci Kilometrede ARABİSTAN topraklarının başladığını, yine körfezin tepe noktasının batı yakasındaki 15’nci kilometresinde Mısır topraklarının başladığını öğrendik. Körfezde tekne ile dolaşarak, denizden Akabe ve Elat kentlerini gözlemledik. Denizdeki batıkları ve mercan yuvalarını gördük.
Akabe, Tarihi ve coğrafi olarak birçok özelliği bağrında toplamıştır. 4 ayrı devleti komşu yapan bu körfez, birçok sorunu da bünyesinde toplamıştır. Bölgedeki her ortak sorunda hedef olma özelliğini hala taşımaktadır.
Akabe’de Osmanlı Devleti tarafından onarılarak kullanılmış bir kale gördük ama ne bir Türk Bayrağı ne de Türkçe bir yazı vardı…
Akabe’den aynı gün Petra Antik Kentine hareket ettik.

PETRA ANTİK KENTİ
Petra Antik Kenti; Arabistan Yarımadasının kuzeyinde, Ürdün’de Kayalıklara oyulmuş bir Antik Kenttir. Tarih öncesi devirlerde, gözde bir yerleşim yeri olan bu kent, günümüzde dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmektedir.
Petra; M.Ö 1 ve 2’nci Yüzyıllarda NEBATİLER tarafından kumtaşı kayalıklar oyularak yapılmıştır. Bu Arap İmparatorluğu; Pembe, kırmızı, turuncu, sarı renkli sert kayalıkları öyle şekillendirmişlerdir ki işin uzmanları bu kente; “GÜL RENKLİ ŞEHİR” adını vermişlerdir.
           Petra; Ürdün’ün en gözde turistik bölgesi, Dünyanın da en değerli kültürel miraslarındandır.
           Batı dünyası, bu kenti 1812 yılında (Osmanlı Dönemi) keşfetmiştir.
            12’nci yüzyılda Haçlılar kentten ayrılmış ve 19’ncu Yüzyıla kadar şehir, yalnızca BEDEVİLER ile yerel halkın bildiği ve ziyaret ettiği bir bölge olarak varlığını sürdürmüştür.
            Petra’nın dünyaya tanıtılmasını sağlayan kişi; 1812 yılında keşfeden İsviçreli gezgin Johann Ludwing Burckhart’tır.
            Petra Antik Kentindeki önemli eserler:

           PETRA KANYONU (SİQ)
Kentin Doğu girişinden Batıya doğru uzanan dar ve karanlık bir geçittir. Petra Kanyonu; kum kayalıklarının arasında doğal süreç sonucunda oluşmuş jeolojik bir yapıdır. Bu dar geçit, ortalama bir km uzunluğunda ve ortalama 3 m. genişliğindedir. Bu yarığı çevreleyen kum kayalarının yüksekliği ise 100 metreyi bulmaktadır.
            HAZİNE ODASI (AL KHAZNEH)
           Şaşırtıcı renklerde ve güzelliklerdeki kaya kütleleriyle çevrili kanyonun sonunda Hazine Odası bulunmaktadır.
           Bölgedeki kumtaşları, yapısal özelliği sayesinde, oldukça detaylı işçiliğe olanak vermiş, ortaya özenli ve estetik yapıların çıkmasını sağlamıştır. Hazine Odası yapısı bunun güzel bir örneğidir. Kum taşı kayalığından oyularak yapılmış Helenistik tarzındaki bu yapıt; 30 metre genişliğinde, 43 metre yüksekliğindedir. Taşın doğal renginden ötürü, pembe bir görünüme sahiptir.
           M.Ö. 1’nci yüz yıl ile M.S. 2’nci yüzyıl arasında yapıldığı düşünülmektedir. İsminin neden Hazine Odası olduğuna ilişkin söylenti ise şöyledir: Haydutlar ya da korsanlar, zamanında binanın ikinci katındaki “taş bir kaba” ganimetlerini saklamışlardır. Burada bir hazinenin saklandığını yıllar sonra duyan bedeviler ve yerel halk, hazineyi bulmak için taş kabı kurşunlamışlardır. Kurşun oyukları şimdi de görülmektedir.
           AMFİTİYATRO
           7 bin kişilik amfitiyatro, MS 1’nci yüzyılda Roma tarzında inşa edilmiştir. 45 sıra halindeki oturma sıraları, güneşin etkisi düşünülerek, Kuzey ve Güneye bakacak biçimde tasarlanmıştır. Sıraların arkasındaki kayalıklara birçok mezar oturtulmuştur.
             AD- DEİR MANASTIRI
             Petra’nın kayalara oyularak yapılmış en büyük yapısı Ad- Deir Manastırıdır. Manastır MÖ 1’nci yüzyılda yapılmış ve Nebati kralı Odobas’a ithaf edilmiştir.
             STREET OF FACADES
             Kayalara oyulmuş mezarların ön cephelerinin sıralandığı geniş kanyon Street of Facedes adıyla bilinmektedir. Petralılar ölümden sonra yaşamın olduğuna inanmışlardır. Zenginler ve statü sahipleri, mezar yapımında biri birleriyle yarışmışlardır. Kentte 500 den fazla kaya mezarı bulunmaktadır.
             KRALİYET MEZARLARI
             Hazine Odası’nın kuzeyindeki büyük bir kayalıkta, üç devasa büyüklükte mezar cephesi bulunmaktadır. Buradaki mezarlar Kraliyet Mezarları olarak adlandırılmıştır.
            AARON MEZARI
             İnanışa göre, Hz. Musa’nın kardeşi Aaron, günümüzde Aaron Dağı olarak bilinen Hor dağına gömülmüştür. PETRA Antik kentinin en yüksek noktası olan bu zirvede, Aaron’nun mezarı ve küçük bir ibadethane bulunmaktadır.
              Akıllara durgunluk veren bu kanyon ve kanyonun sonunda ki Hazine Odasında, birçok anlam içeren bir yapıtları gördük ve inceledik. Gerekli bilgileri aldık. Çevrede gördüklerimizin hazzı ve yeni yapılan birçok beş yıldızlı otelin yarattığı şaşkınlıkla Petra’dan Amman’a gitmek üzere ayrıldık…

            15 MAYIS 2010 sabahı AMMAN’DAN ayrıldık. İstikamet LUT GÖLÜ ve ŞAM…

LUT GÖLÜ (ÖLÜ DENİZ)
Deniz seviyesinin 400 m altında olan Ölü Deniz’i biraz şaşkınlık biraz da hayranlıkla izledik. Beş yıldızlı otel çoktu ama halkın ayağını denize sokabileceği bir yer yoktu. Bu gölün Ürdün ve İsrail’in ortak kullanımında olduğunu öğrendik. Karşıda görülen İsarail'in Şeriya kenti daha heybetli idi…
Uzaktan görülen Batı Şeria Vadisi ile Kudüs Kenti’nin silüeti bizleri oldukça etkiledi. Kudüs’ü gidip görememenin yükü de yüreğimize oturdu.
Buralara gelip te Kudüs’ü gidip görememenin yükü de yüreğimize oturdu.
Tepeden Lut Gölüne bakan; Birinci Dünya Savaşında 4’üncü Ordumuza Karargâh olan Zeytindağı’nı ziyaret etmek istedim.


Geçmişte bizim olan bu toprakların kaybediliş öyküsünü anımsadım.
Falih Rıfkı Atay’ın; Filistin’de, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Dördüncü Ordu Karargâhında görevde iken, aldığı notları sizlerle paylaşmak istedim:
“Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi, Arap saçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.”
Uzaktan iki İsrail kenti görmüştük ve ikisinin de Ürdün kentlerinden daha ihtişamlı olduklarını düşünmüştük…
Bu algımızın nedeni açıklamak çok zor, ama isterseniz yine Falih Rıfkı Atay’ın Birinci Dünya Savaşı sırasındaki gözlemlerine bakalım:
“Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.”
Karışık duygularla Ölü Denizden ayrılarak, Suriye’nin Başkenti Şam’a yöneldik…

SURİYE ARAP CUMHURİYETİ
SURİYE, Ortadoğu’da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak ve Türkiye ile komşu bir ülkedir. Başkenti ve en büyük şehri ŞAM, diğer büyük kentleri, Halep, Humus ve Lazkiye’dir.
1963’ten bu yana ülke Baas Partisi tarafından yönetilmektedir. Devletin başında 1970’ten sonra ihtilalla başa geçen Albay Hafız Esat’ın soyundan birisi olmuştur.
Ülkede Başkanlık sistemi dedikleri, Şeriat, Sosyalist karması bir düzen egemendir. Daha doğrusu kendilerine özgü bir sistem kurulmuştur. Çok kadınla evlenme de var, Sağlık, eğitim görevini devletin üstlenmesi ve mülkiyet hakkının devlet denetiminde oluşu da...
Suriye, tarih boyunca, Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans, Haçlılar, Araplar ve Selçuklular tarafından işgal edilmiştir. Başkenti Şam, Emevi İmparatorluğunun Başkenti ve Memluk Devleti’nin bölgesel yönetim merkeziydi. Şam, 1260 yılında Memluk İmparatorluğunun Başkenti olmuş, 1400 yılında, Timur saldırısı ile yıkılmıştır.
1517 tarihinde Osmanlı egemenliğine girmiş, 400 yıl Osmanlı tarafından yönetilmiştir. Birinci dünya savası sonrasında Osmanlı Yönetiminden çıkmıştır.
1920’den 1946’ya dek Fransa yönetiminde kalmış, 17 Nisan 1946’da Bağımsızlığına kavuşmuştur. 1958 yılında; Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmuşlar, ancak üç yıl yaşatabilmişlerdir.
Suriye, Altı Gün Savaşı’nda Golan Tepelerini yitirmiştir. İsrail 1981 yılında Golan tepelerini ilhak etmiştir. Bu işgal, bugün hala iki ülke arasında önemli bir sorundur.

ŞAM
SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİ
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Yaptırılmış olan bu külliye’de Osmanlının Son Padişahı Vahdettin’in mezarını da ziyaret ettik.
Bu Külliye’nin Türk Vakfı olarak Devletimize teslim edildiğini, bakım ve onarımının yapıldığını memnuniyetle gördük.
HİCAZ DEMİRYOLU İSTASYONU
Hicaz Demiryolu İstasyonu’nun tahrip edilmiş halini ve o zamandan kalma bir lokomotifi gördük ayrıca devletimizin bu istasyonun yeniden yapımı için bir proje başlattığını öğrendik.
EMEVİYE CAMİİ
Bu cami girişinde ilk Hava şehitlerimiz; Yzb. Fethi, Ütğm. Nuri,  ütğm. Sadık’ın ve Yahya Peygamber’in mezarlarını, Selahhatin Eyyubi’nin türbesini ziyaret ettik. Caminin içindeki anlamlı ve muhteşem görüntü hepimiz mest etti… Üç dine ve İslamiyet’in dört mezhebine özgü ibadet bölümleri çok anlamlı idi.
SEYYİDE ZEYNEP CAMİİ
İran’dan gönderilen bağışlarla çok görkemli bir biçimde yapılan bu caminin kubbesinin saf altından oluşu, minarelerinin ve iç işlemelerin kıymetli malzemelerle yapıldığını görmek herkesi hayrete düşürdü.
ASİ NEHRİ
Bu nehire; ters akan nehir anlamında ASİ NEHRİ denildiğini öğrendik.
Kuzey Yarım Küre’deki Nehirler genelde Güneye doğru aktığı halde bu akarsu Kuzeye doğru akmaktadır.
Asi Nehri, Humus Kenti’nden çıkıp, önce Kuzey’e doğru akmakta, Altınözü İlçemiz bölgesinde Türkiye topraklarına geçmekte, Türkiye- Suriye Sınırı’nın Kuzey’e doğru 55. Km’lik bölümünü çizdikten sonra bir yay oluşturarak, Güney’e dönmekte, Antakya ve Samandağ kent merkezlerinden geçerek, Akdeniz’e dökülmektedir.
Amik Ovası ve Samandağ bölgesine yaşam veren bu nehir üzerine Humus kentinde yapılmış olan ‘Sulama Değirmenleri’ görülmeye değerdi.

16 Mayıs Sabahı Lübnan’a gitmek üzere Şam’dan ayrıldık. Lübnan sınır kapısını geçtikten sonra, bizim için çok kötü çağrışımları olan Bekaa Vadisi’ni de aşıp BAALBEK Antik Kentine ulaştık.

BAALBEK ANTİK KENTİ
Romalılar döneminden kalmış olan Baalbek Antik kenti, Beyrut’un yaklaşık 86 km. Kuzeydoğusunda olup, UNESCO Dünya Kültür Mirasları listesinde yer almaktadır… Bu eser, Romalılar tarafından Jüpiter’e ithafen yapılmış bir tapınaktır. Tapınak tamamlanamamış, daha sonra, Roma imparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesi ile bazı bölümleri kilise haline getirilmiştir. Tapınakta kullanılan taşların her biri 100 ton ağırlığındadır.
Geziden sonra Lübnan’ın Başkenti Beyrut’a hareket ettik.

LÜBNAN CUMHURİYETİ
Lübnan, Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap ve Ortadoğu Ülkesidir. Başkenti Beyrut’tur. Tarihteki Fenike Uygarlığının vatanı Lübnan ve kıyılarıdır. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, Güneyinde İsrail yer alır. Halkının % 64,7’si Müslüman, %35’i Hıristiyan,%1,3’ü Dürzî’dir.
Lübnan’da; Lübnan Anayasa’sı gereği; Cumhurbaşkanı, Hıristiyan, Başbakan; Şii Müslüman Meclis Başkanı Dürzî’dir.
Lübnan, karışık bir dini yapıda olmasına karşın, sosyal yapının gerektirdiği siyasi dengenin kurulmasıyla, Ortadoğu’nun en düzenli ve yaşam koşulları oldukça yüksek olan ülkelerden biri imiş.
Ülke istikrarı, Arap İsrail çatışması sonucu Lübnan’a gelen Filistinlilerin çoğalmasıyla bozulmaya başlamış. Özellikle 1970’lerden sonra Müslümanlar nüfus çoğunluğunu elde edince, bu üstünlüğü egemenlik faktörüne yansıtarak, ülke yönetiminde, Hıristiyanlar kadar söz hakkı elde etme mücadelesine girişmişlerdir. Sonuçta ülkede başlayan Müslüman Hıristiyan mücadelesi, 13 Nisan 1975’ten itibaren iç savaşa dönüşmüş. Diğer Arap devletlerinin ve İsrail’in de işe karışması ile iç savaş 1991’de son bulmuştur. Ama bu çatışma 150 000 canın kaybına ve ülkenin harabeye dönmesine yol açmıştır.
Suriye’nin, Lübnan üzerindeki egemenliği, 2005’te başbakan Hariri’nin öldürülmesi ile başlayan kriz sonrasında 30 000 askerini geri çekmesiyle son bulmuştur.
12 Temmuz 2006’da başlayan İsrail-Lübnan Krizi’nde İsrail hava saldırıları ile Lübnan ve Beyrut büyük hasar görmüştür.
Lübnan;  “Sözde Ermeni Soykırımı”nı tanıyan (2001) tek Arap- Müslüman ülkedir.
JAİTA MAĞARASI
Bir avcının rastlantı ile keşfettiği bu mağaraya teleferikle ulaştık. Mağaradaki muhteşem görüntüler, sarkıt ve dikitlerin değişik renkleri, oluşumların binlerce yıla sığdığının anlaşılması hepimizde bu güzellikleri yaşamanın hazını uyandırdı.       Mağaranın bir bölümünün yürüyerek, diğer bölümünün de sandalla dolaşılması ayrı bir keyif kaynağı idi.

18 Mayıs 2010 Salı günü Beyrut'tan ayrılarak, Suriye’nin Halep kentine yöneldik…
Yolda Humus ve Hama kentlerini gördük. Beyrut sınır kapısındaki anlamsız bekletilişler hariç zevkli bir yolculukla Halep’e ulaştık… Zaman yetersizliğinden Kapalı çarşı dışında bir yere uğrayamadık. Halep Kalesini uzaktan izledik.

GEZİ SONU
Bu geziye isteksiz olarak çıkmıştım. Ancak açıkça belirtmeliyim ki bu gezi beni çok etkiledi.
Atalarımın 400 yıl hüküm sürdüğü,  yüz binlerce Mehmetçiği şehit bıraktığı, ülke kaynaklarının önemli bölümünü heba ettiği bu topraklarda; izlerini arayacaktım.  
Oysa bu gezi kültürel ve turistik amaçlı idi.
Ne yazık ki izler konusunda beklentilerime yanıt bulamadım.
Büyük Ozan Bedri Rahmi’nin dediği gibi:
Kirazın derisinin altında kiraz, Narın içinde nar, Benim yüreğimde; boylu boyunca memleketim var.
Canıma ciğerime dek işlemiş, Canıma ciğerime, Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez. Ne yana gitsem nafile. Memleketin hali gözümden gitmez.
Bin bir yerimden bağlanmışım, Bundan ötesine aklım ermez.”

Bu gezide üç şey beni duygulandırdı.
AKABE KÖRFEZİ: Dört ayrı devletin ortak kullandığı bu körfez’de aklım kaldı.
HİCAZ DEMİRYOLU: Atalarımın büyük fedakârlıklarla yaptırdığı bu demiryolu, Osmanlının Arap topraklarında ki yitik tek izi gibi kalmıştı. Bu demiryolu Anadolu’dan esirgendiği gibi, Birinci Dünya savaşında da zararımıza işlev görmüştü. Şimdi kalıntılarını göremediğimiz gibi yerine yenisi de konulmamıştı. Bu da içimi sızlattı. VAHDETİ’İN MEZARI:


Ve Falih Rıfkı Atay’ın ZEYTİNDAĞI eserinde yazdığı şu tümceleri anımsadım:
“Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.”
Dedemin de şehit düştüğü; Yemen’e askerlerimizin bu demir yolundan taşındığını düşündüm…
Yemenlilerin, Mustafa Balbay’ya söylediklerine göre; “Türkler Cehennemi” Yemen’e. Hicaz’a…
Biz vatan bilmişiz ama bizim cehennemimiz olmuş.
Yemen akla gelir de türküsü gelmez mi?


Kara çadır is mi tutar
Martin tüfek pas mı tutar
Ağlayalım anam bacım
Elin kızı yas mı tutar
Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Tan borusu er vurulur
Sen küçüksün uyanaman


Yemen yolu çukurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir
Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışın toza dumana


Mektubunu sal kardaşım
Bacını koyma gümana
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Memet biri Memiş…


Her türkümüzün bir öyküsü mutlak vardır. Yanık yanık yakılır Anadolu-nun bağrında.
Yeni gelinler karnı burunlarında olduğu halde yavuklularını göndermişler gönüllü Yemen çöllerine. Analar çöl sıcağında şehit olan oğulları için ağıt yakarlar ve aş için ateşe odun verirler.
Dumanı havada ve bir yaz sıcağında yeni bir türkü dudaklarda:


Havada bulut yok bu ne dumandır.
Mehlede ölüm yok bu ne şivandır.
Bu yemen elleri ne de yamandır.


***
Ano Yemen’dir gülü çemendir.
Giden gelmiyor acep nedendir.
Burası Muş’tur yolu yokuştur.
Giden gelmiyor acep ne iştir.



Ben kendimi; bir Türk Milliyetçisi ve Türk Devrimcisi olarak görürüm.
Geziye çıkmadan önce; 15 Mayıs ve 19 Mayıs tarihlerinin anlam ve önemini göz önüne alarak iki yazı yayımlamıştım: “İZMİR’İN İAŞGALİ-ANLAMI- ÖNEMİ” ve “KURTULUŞ SAVAŞININ BAŞLATILMASI”.
İki yazımın odağında da, bana göre ‘CAHİL VE HAİN’ olan padişah Vahdettin vardı.
Ama Vahdettin’in mezarını insani duygularla ziyaret ettim ve dua okudum. Yüreğim sızladı. Bir cami avlusunda; Osmanlı Hanedanına mensup kişilere ait dokuz mezarın en sıradan ve sade olanı Vahdettin’e aitti. İçimden ağladım. Her şeye karşın O bizim İmparatorluğumuzun son Padişahı idi.
Kişi olarak, elbette algılarımız farklı. Ne yazık ki hep böyleyiz. Örneğin, Beyrut’ta kimimiz; Başbakan Hariri’nin öldürülüşüne yandı, Kimimiz Beyrut’un geçmişteki görkemini aradı. Kimimiz de İç savaşın acılarını yüreğinde hisseti. Ben de; Lübnan’ın, “Ermeni Soykırımı”nı kabul eden tek Müslüman ve Arap ülke oluşuna kafayı taktım.
Gezide özellikle halkın sosyal yaşantısını algılamaya çalıştım. Doğrusu çok fazla halkın arasına giremedik. Ürdün’de nerede ise halkı hiç göremedik. Ama en düzenli ve kuralları uygulayan ülke olarak Ürdün’ü gördük. Lübnan bize en uzak ülke, Suriye de en yakın ülke izlenimi bıraktı.
Bir İsrailli ile İngilizce konuşan Arkadaşımın naklettiği diyalog bizleri derinden etkiledi: Arkadaşım rastladığı bir genç İsrailli aile ile konuşur yanlarında bir de çocukları vardır.  Arkadaşım İsraillilere; Yahudileri sevdiğini söyler, onlar da nedenini sorarlar… O da bilinenleri sıralar… Yahudi göçünden söz eder. Onlar da Türkleri sevdiklerini söylerler, Atatürk’ten söz ederler… Hatta Bilgisayarının arka planında Atatürk’ün resminin bulunduğunu eklerler…
Bir arkadaşımız da Beyrut’ta; bir Ermeni grupla karşılaşır ve sohbet eder, ancak içlerinden alımlı bir bayan da Türkleri sevmediğini söyleyerek gruptan ayrılır…
Üç ülkede de 'Zeytin Tarımı’nın çok yaygın olduğunu gördük. Suriye’de Zeytinciliğe büyük ölçüde devlet ve ABD desteğinin olduğunu öğrendik.
Üç ülkede de yoksulluğun kol gezdiğini çıplak gözle görmek mümkündü. Ürdün’ün mili gelirinin daha düşük olduğu belirtilse de yaşam koşullarının daha iyi olduğu algısına vardık.
Yalnızca sınır kapılarındaki görüntü, sınır görevlilerinin tutum ve davranışları bile o ülke hakkında kanaat edilmesi için yeterli olguları ortaya koymaktadır.
Oldukça yorgun ama ülkemize dönüşün mutluluğu ile 18 Mayıs 23.30’da Cilvegözü Sınır Kapısından Türkiye’ye geçtik

Bu gezi sırasında; ülkemizin değerini ve Atatürk’ün ne kadar büyük bir lider olduğunu, ülkemize ne büyük hizmetler yaptığını daha iyi anladım…
20 Mayıs 2010



9 Mayıs 2010 Pazar

23- KURTULUŞ SAVAŞI'NIN- MİLLİ MÜCADELE- BAŞLATILMASI

Ahmet AVCI
ahmetavci3@gmail.com


 23- KURTULUŞ SAVAŞI’NIN – MİLLİ MÜCADELE-  BAŞLATILMASI 


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI:

1 AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26 devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.
Başlangıçta Avrupalı devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu savaş, sömürgelerin katkısı ile Afrika ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel (DÜNYA) savaş halini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.
Bu Savaşta; Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye sürülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonunda yarı sömürge olmuş, sembolik bir İmparatorluğa dönüşmüştür. Savaştan iyice tükenmiş olarak çıkmıştır.
Pantürkizm, Hazar Kıyılarında, Panislamizm de Arap çöllerinde ölmüş, elde yalnızca; bitkin ve yorgun Anadolu kalmıştır.
Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Osmanlı Devletine ve Türklere karşı, Ortaçağın Haçlı anlayışıyla Yeni Çağın ürünü Emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulanmıştır.
Mondros Ateşkes Anlaşması ile Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, çok geçmeden, İtilaf devletlerinin, hatta Yunanistan ve Ermenilerin İşgaline uğramıştır.

İŞGALLER VE GELİŞMELER KARŞISINDA OSMANLI DEVLETİ’NİN TUTUMU:

Mondros Ateşkes Antlaşmasını İzzet Paşa hükümeti imzalamıştı. Padişaha ve itilaf devletlerine İzzet Paşa hükümeti iki ay dayanabilmiştir.
Padişah, kendisini her şeyin üstünde görmektedir.  
Padişah; 8 Kasım 1918’de Rauf Beye şöyle diyordu; “Ortada bir Millet var; KOYUN sürüsü, İdaresi için de bir çoban gerekli, o da BENİM.” Böyle düşünen bir Padişahın; tek emeli, ”İngilizlerin desteğini almaktı.”
İngiltere Karadeniz Ordusu Komutanı General Mİlne, Londra’ya şu mesajı yollamıştır: ”6. Mehmet, İngilizlerin Türkiye’de idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor.
Amiral Web’in mektubu: “Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”
Damat Ferit, Amiral Calthorpea şöyle diştir: “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”
Vahdettin, 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla kendi el yazısı ile yazdığı bir tasarıyı İngiliz Yüksek komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmıştır. Özeti şudur:              “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süre ile İngiliz Sömürgesi olması”
Osmanlı Hükümdarının kurtuluş reçetesi budur.
Padişah Vahdettin İngiliz sömürgesi olabilmek ümidi ile her yola başvurur.
Aklına onurlu, başı dik, bağımsız bir Türkiye gelmez. Kimseye güvenmediği için de ablasının kocası Damat Ferit’i ard arda Sadrazamlığa getirir.

İŞGALLER KARŞISINDA MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TUTUMU:

Mustafa Kemal çok önceden Osmanlı Devletinin yaşama gücünü yitirdiğini anlamıştır. O’nun adı önceleri yalnızca Ordu çevrelerinde bilinirken, Birinci Dünya savaşında üst üste gösterdiği başarılarla tüm ulusta ve dünyadaki asker çevrelerinde tanınmıştı. Çanakkale Boğazını dolayısı ile İstanbul’u kurtaran, Rusları Bitlis önünde durduran, Suriye’de İngilizlere zor anlar yaşatan ve onları bugünkü sınırlarda durdurmayı başaran bu büyük Asker, ”Türk kurtuluş savaşının ve Devrimin Önderi olma yolunda”  bilinçli bir hazırlığın içerisinde idi.
Bu olanaksızlıkların yanı sıra, ülkenin bütünüyle kurtulabileceğine inanan da yoktu. Tam bağımsız Yeni Türk Devletinin ancak topyekün bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi Mustafa Kemal idi. O’nun dışında kurtuluş arayanlar, ”İtilaf devletlerine karşı düşmanlık etmeden ve Padişah-halifeye canla başla bağlı kalmak anlayışı ile“ kurtuluş arıyorlardı.

Oysa kurtuluşun başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi zorunlu idi. İtilaf devletlerinin alt edilmesi ile “MİLLİ BAĞIMSIZLIK” Padişah-Halifenin yenilmesiyle de “MİLLİ EGEMENLİK” kazanılacaktı.

Milli mücadeleyi başlatmak için; Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa girişmek gerekiyordu. Milli Birlik ve bütünlüğü sağlamak gerekiyordu.
Tüm bu çaresizlikleri görenler, topyekün bir savaşı düşünemedikleri için, ÜÇ TÜRLÜ kurtuluş düşüncesi ortaya çıkmıştı.

Kurtuluş düşüncelerini; Mustafa Kemal, Nutuk’ta; şöyle açıklıyordu:
“Birincisi: İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki karara varanlar, Osmanlı devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı Ülkesinin ayrı ayrı devletlerarasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bir bütün olarak, tek bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncüsü: Bölgesel kurtuluş arayışlarıdır. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devletinden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak, kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.”

Tüm bu karar ve kurtuluş çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa, Kendi kararını şöyle açıklıyordu:
“…Bu kararların dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütünüyle parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı Ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış bir takım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu.
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ ŞARTSIZ, BAĞIMSIZ yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendisini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak olmaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse; ya İstiklal ya ölüm.”
“İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayırımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman gözündeki yeri (çok) başka olur.”

Mustafa Kemal, son derce sistemli bir biçimde ilerledi.
Hedefi arkadaşlarıyla birlikte, Türk Ulusu olarak kabul ettikleri, ülkenin Müslüman vatandaşlarını; yüreklendirmek, örgütlemek ve onlara yol göstermekti. Direnişlerinin bel kemiği orduydu, ama sivil yetkililerin işbirliği ve halkın desteği de gerekiyordu. Bu üç unsuru birden harekete geçirebilmenin de ayrı ayrı zorlukları vardı.
Mustafa Kemal Samsuna çıktığı gün ki: Genel durum ve günümü NUTUK’TA şöyle açıklar:
Osmanlı Devletinin de içinde bulunduğu topluluk Birinci Dünya savaşında yenilmiş, Osmanlı Ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu (bu) genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar aramakta. Damat Ferit Paşanın başkanlığındaki hükümet, güçsüz onursuz, korkak, yalnız Padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta.   İtilaf Devletleri, Ateşkes Antlaşması koşullarına uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’e çıktı.”

MİLLİ MÜCADELENİN BAŞLAMASI:

Ateşkes hükümlerinin işlemeye başlayarak orduların terhisi, stratejik yerlerin yenen devletlerce ele geçirilmesi ve en sonunda İzmir’in Yunanlılarca işgali, bu işgale karşı gösterilen tepkiler bu tepkilere padişah ve hükümetinin seyirci kalışı artık ihtilalin tüm gerekli patlama koşullarını bir araya getirmiştir. Böylece hazırlık evresi bitmiştir. Şimdi eyleme geçilecek, ihtilal adım adım gerçekleştirilecektir.
Türk ihtilalının başlama tarihini Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak basması ile başlatmak gelenek olmuştur. Aslında Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında hazırlık evresi tam olarak kapanmamıştır. İzmir’in işgali üzerinden daha dört gün geçmemişti ve söylenilen tepkiler daha yaygınlaşmamıştır. Ancak Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı anında, ihtilalin hazırlık ve eylem evreleri iç içe geçmiş durumdadır. Kısa bir süre sonra kesin olarak başlayacaktır.
Bu nedenle, tarihi olayların bütünlüğünü bozmamak için Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkış gününü eyleme geçişin de başlangıcı olarak almakta bir sakınca yoktur. Zaten tarihi evreleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak olanaksızdır.      
MİLLİ MÜCADELE:
           
Milli Mücadele:  Topyekûn Mücadele.
Milli Mücadelenin genel amacı; “Milletçe harekete geçerek, Ülkeyi işgalden kurtarmak ve Bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktır.”
Milli Mücadelenin ideolojisi; Milli Birlik ve Beraberliği sağlayarak, Milli Bağımsızlık ve Milli Egemenliği elde etmektir…
Milli Bağımsızlık işgalcileri, Milli Egemenlik de; Saltanatı yenmekle mümkündü. Bunları gerçekleştirebilmek için de öncelikle Milli birlik ve beraberliği sağlamak gerekmekteydi.

Milli mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal’in gerçekleşmesini gerekli gördüğü hedefler:
1. Yurdumuzu işgal eden devletleri yenerek yurttan kovmak.
2.  Eskimiş olan Osmanlı kurumlarını yıkmak.
3.  Yıkılmış olan kurumların yerine çağdaş kurumları koymak.

MİLLİ MÜCADELEYE GENEL BAKIŞ:
           
İhtilal, Savaş, Eski İmparatorluğun tasfiyesi, Eski rejimin yıkılışı ve yeni devletin kuruluşu.
Milli Mücadele başladığında; Osmanlı, Avrupa’nın “adı konulmamış bir sömürgesi” durumunda idi.
Kurtuluş Savaşı yalnızca işgalcilere karşı değil, aynı zamanda sömürgecilere karşı da bir savaştı.
Atatürk’ün  “MİLLİLEŞTİRME HAREKETİ” özünde sömürgeciliğe karşı verilmiş, bir savaştı. Savaş; ekonomik, siyasi ve kültürel sömürünün ortadan kaldırılması için de yapılmıştır.

Milli Mücadele ile kurtuluş yolunu açmış olan Türkiye, yalnızca bazı bölgelerine yerleşmek isteyen düşman kuvvetlerini atmak için değil, aynı zamanda ihtilalin devamlılığını sağlamak ve kendisini dünyaya yeni bir devlet olarak kabul ettirmek için de savaşmak zorunda idi. Bu da savaşın ve ihtilalin birbirini tamamlayarak, birlikte yürütülmesi zorunluluğu demektir.
            Toplum yaşamı için olağan dışı durumlar sayılan savaş ve ihtilalin tüm güçlükleri ile bir araya gelmesi, Türkiye’nin içine sürüklendiği koşullar nedeni ile her iki durumun karşılıklı olarak, biri birinin nedeni ve sonucu olmasından kaynaklanmakta idi.
            “Padişah ve Hükümetin işgaller karşısındaki tutumu’; İhtilalın tek haklı nedeni sayılmıştı:
İhtilal başlangıçta yalnızca bu nedene dayanıyordu.
İhtilal yönetimi, Vatanı kurtarmak sorumluluğunu ve bundan ötürü de savaşmak görevini yüklenmişti.
Sevr’den daha elverişli koşulları sağlasa da barışçı ve uzlaşmacı bir siyaset gütmek ya da savaşta başarısızlığa uğramak, önce İhtilal yönetiminin ve ardından da ülkenin yıkılmasına neden olabilirdi.
Öte yandan İhtilalın şu ya da bu biçimde sona ermesi ise, Kurtuluş Savaşının, 1919–20 yıllarının güçsüz direnmelerinden ibaret kalması ve Sevr Antlaşmasının yürürlüğünü sağlardı.
            Anlaşılıyor ki; Anadolu İhtilalını yönetenler, genellikle başka ihtilallerde olduğu gibi, yalnızca bir iç savaşla karşı karşıya değillerdi. Aslı önemlisi, son derece elverişsiz koşullar içinde hem de çok cepheli bir savaşı kazanmak gerekiyordu. Türk Kurtuluş savaşını benzerlerinden ayıran en önemli özellik budur.

MİLİ Mücadele Başlangıcında genel tablo:

Milli mücadele o kadar çok ve değişik olgularla doludur ki, bu görünüşü ile bir kargaşayı andırır.
1.  Sınırları belli olmayan ve işgal altında bir ülke vatan yapılmaya çalışılmakta.
2.    Ordu yok.
3.    Ekonomi bozuk.
4.    İki ayrı hükümet var.
5.    Çok cepheli savaş yürütülmek zorunda.
6.    İç savaş yürümekte.
7.    İhtilal tüm koşulları ile yürürlükte.
8.    Yeni bir devlet doğmakta.
9.    Bir devlet hızla çökmekte.

Kısacası iç içe geçmiş, bir birinden ayrılması güç, bir olaylar zinciri. Bu zincirin herhangi bir halkasını alıp açmak kolay değildir.
Bu gelişmelerin akışında çeşitli öğelerin rolü ve etkisi vardır. Milli mücadelenin sonuna kadar, kısmen birlik, kısmen birbirine karşıt olarak, fakat her an görünen bu “ÖGELER’İ” şöyle sıralamak mümkün:

MİLİ MÜCADELEDE İÇ ÖGELER:
1.    Zat-ı Şahane(PADİŞAH),
2.    İstanbul hükümetleri,
3.    Halk,
4.    Din ve Din adamları,
5.    Siyasi kuruluşlar,
6.    Ordu,
7.    Kuvayı milliye
8.    Maddi kaynaklar,
9.     Milli hareketin liderleri.
10.  İstiklal mahkemeleri
11.  TBMM
12.  Azınlıklar

Bunlardan her birinin özellikleri güçleri, Milli mücadele içindeki yerleri, karşılıklı ilişkileri önceden bilinirse, olaylar daha iyi ve kolay anlaşılabilir.

DIŞ ÖGELER:
1.    İtilaf Devletleri.
2.    ABD
3.    Yunanistan
4.    Ermeniler
5.    Sovyetler Birliği
6.    Suriye

MİLLİ MÜCADELEDE TARAFLAR:

            1.  Mustafa Kemal Paşa ve Yandaşları
            2.  Padişah ve yandaşları
            3. İtilaf Devletleri ve yandaşları (Fiilen olmasa bile ekonomik çıkarları nedeni ile yeni oluşumun karşısında olan devletler)

İHTİLALDE MUSTAFA KEMAL’İN KULLANDIĞI METOT;
1.    Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak,
2.    Olayların gelişmesinden yararlanarak, kamuoyunu hazırlamak.
3.    Aşama, aşama yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak.
 Düşüncelerini ve tasarladığı planı uygulamak için ihtilalin, her aşamasını, zamanı geldikçe, ortaya koyacaktı.
Bu metot; olayları zorlamamak, ancak başarıyı da tümüyle rastlantılara bırakmamak, demekti.
Mustafa Kemal, yukarıda belirtildiği gibi, İhtilal hareketini, halka mal etmek ve İhtilali halk hareketi olarak göstermek istiyordu. Ancak başarıya ulaşmak için Ordunun desteğine de ihtiyacı vardı. Kendi deyimi ile ”ilk olmak üzere, tüm Ordu ile temasa geçmek lazımdı.”
           
KURTULUŞ SAVAŞINDA ASKERİ STRATEJİ:

Kurtuluş Savaşında Askeri strateji, Siyasi alanda olduğu gibi; çok doğru belirlenmiş ve şu hedefleri gütmüştür:
  1. Ayaklanmaları biran önce bastırarak, iç cepheyi düzeltmek, ulusun maddi ve manevi gücünü toparlayarak, milli birlik ve bütünlüğü sağlamak.

  1. Öncelikle Ermeni ordusuna taarruz edip, Rusya yolunu açmak ve buradan kuvvet tasarrufu sağlamak.
Bu taarruz için kuvvet dengesi Türkiye’nin lehine idi. Ve başarı şansı yüksekti. Ermeni ordusuna karşı kazanılacak zafer, ayrıca milli hareketin saygınlığını arttıracağı gibi, Ermenilerin silah ve cephanesine el koymak da mümkün olacaktı. Öte yandan, Doğunun güvenliği böylece sağlanmakla, bu cephedeki birliklerin bir kısmı batıya kaydırılabilirdi. Türkiye –Rusya yolunun açılması bakımından da bu girişim öncelik kazanıyordu.

  1. Güney Cephesine fazla kuvvet ayırmadan Fransızlara karşı gerilla harbi yapmak.
Fransızlar, kendilerine göre sınırlarını biraz geniş tuttuklar, Kilikya’yı(ÇUKUROVA) savunmaktan ve Sevr antlaşması ile Fransız Nüfuz ve menfaat bölgesi olarak kabul edilen Anadolu topraklarına yakın bulunmaktan daha ileri gidecek bir savaş hedefi görmüyorlardı.
Almanya barışından beklediğini elde edemediğinden Müttefiklerine kırgındı. Bu bölgede büyükçe bir birlik bulundurulması da mümkün görülmüyordu.

4.    Ordu yeniden kurulup Taarruz gücü kazanıncaya kadar askeri başarılara özenmemek ancak savunma muharebeleri yapmak.
Ordunun sürekli olarak savunma durumunda kalması, özellikle TBMM üyeleri arasında geniş hoşnutsuzluklara, sert tenkitlere ve tehlikeli, dedikodulara yol açmış, ama gerçek bir strateji uzmanı olan Mustafa Kemal Paşa, hepsine göğüs gererek, taarruzun zamanını sabırla beklemiştir.

  1. Taarruz için iyice hazırlandıktan, tüm olanakları son haddine kadar kullandıktan sonra, bir baskın taarruzu yaparak düşmanı yok etmek ve savaşı sona erdirmek.
26 Ağustos 1922’de bile, ordu taarruz için Mustafa Kemal Paşa’nın gönlüne göre hazırlanmış değildi. Ancak ekonomik ve siyasi zorunluluklar, daha fazla beklemeye elvermediği, tüm olanaklar da sonuna kadar kullanıldığı içindir ki, taarruzun bu tarihte yapılmasına karar verildi.

  1. Yunan Ordusu, Anadolu’dan atılıncaya kadar, Trakya’yı kendi olanakları ile baş başa bırakmak.
1920 Temmuzunda Birinci Kolordu, Yunan Ordusu karşısında yenildikten sonra, Trakya fiilen savaş alanı olmaktan çıkmıştı. Artık Trakya’da yeni arayışlara girmek anlamsızdı. Aksi takdirde, kuvvetler ve yönetimin olanakları, yararsız yere dağıtılmış olacaktı.

Savaş ne kadar güç olursa olsun kazanılabilir. Özellikle kurtuluş savaşlarını kazanmak şansı hiçbir zaman kaybolmaz. Ancak şu var ki; savaşı kazanmak kurtulmaya yetmiyor. Kurtuluş savaşı yapan ulusların, savaştan sonra çok daha zor mücadeleye hazır olmaları gerekiyor.
İkinci Dünya savaşından bu yana, kurtuluş savaşlarını ve bağımsızlıklarını kazanmış ulusların nasıl güçlükler içinde bocaladıklarını görüyoruz.
Bize gelince; esir uluslara kurtuluş yolu gösteren, emperyalist devletleri bile hayran bırakan bir savaşı kazandıktan bunca yıl sonra, nerede olduğumuzu, gerçeklerini araştırarak düşünmeliyiz. 90 yıl önce kurtuluş savaşını yaptığımız halde, kurtuluş mücadelesini tamamladığımızı söyleyebilir miyiz?

Kendimizi aldatmaya niyetimiz yoksa buna “HAYIR” diye cevap veririz.        Bu Vatan nasıl kurtuldu? Bu Devlet nasıl kuruldu? 88 yıl sonra neden bu soru? Çünkü unutmuşuz, ya da geçmişimizi, tarihimizi bilmiyoruz.
Hamasi nutuklar atmadan ve biri birimizi yönlendirmeden kendi uydurduğumuz içi boş tarihi anlatmadan, bu soruyu sıkça sormanın da yanıtını da aynı ciddiyette vermenin de zamanı geldi. Hatta geçiyor bile!
Bu soruyu sormadığımız için, bu vatanı çok kolay biçimde elimizden çıkarmakta bir sakınca görmüyoruz. Sınırlarımızın ötesinde olup bitenlere boş bakışlarla ilgi gösteriyoruz.
Yugoslavya’da, Irak’ta neler olduğu umurumuzda bile değil. Aynı şekilde Ukrayna’da, Gürcistan’da olan bitenler de bizi hiç ilgilendirmiyor.  Bunların ötesinde; Türkiye’nin içinde olan bitenler de bizden ”ırak”.
Hatta ‘AÇILIMLARLA’ nerelere açıldığımızın da ayırtına varamıyoruz…
Cumhuriyet’e ait ne varsa onları, Gazi Mustafa Kemal’e ait tüm izleri, 1923 sonrasını anlatacak hangi tesis, hangi fabrika, varsa ortadan kaldırıyoruz. Hem ticari olarak satıyoruz, hem de tabelalarını bile mezara gömüyoruz.
‘Kurtuluş Savaşı’ deyimi bile hafızalardan silinmeye çalışılıyor… NEDEN?
Geçmişimizden kurtulmaya çalışıyoruz. Neden?
Acaba bir tek soruyu sormamak için mi? “ Bu VATAN nasıl kurtuldu?”
Bu soruyu sorduğumuz gün, bugün satıp kurtulduklarımızdan bu denli kolay vazgeçemeyeceğimiz için mi, Kemalist Cumhuriyet’e ait ne varsa yok ediyoruz.
Gazi Mustafa Kemal, Demokratik yaşama geçişimizden bugüne kadar, toplumun belleğinden yok etmeye çalıştılar ama başaramadılar.
Artık yoruldular ya da bunun için enerji harcamaya gerek yok, daha kolayı var, yarattığı eserleri ortadan kaldıralım. Nasılsa dünyada özelleştirme diye bir furya var, bunun arkasına sığınalım, kalkan olarak kullanalım; fırsat bu fırsat diyerek, ne soru sorduruyorlar ne tepki gösterilmesine izin veriyorlar.
Yani ona ait ne varsa ortadan kaldırıldığında, zaten O’nu kimse hatırlamaz olacak. Acaba gerçek düşünce bu mu?
 “CUMHURİYET REJİMİN’İ değiştiremezsek CUMHURBAŞKANI’NI değiştiririz” söylemi de bizi uyandırmayacak mı?
Bize bu Vatanı ve Devleti kazandıranları şükranla analım ve eserlerine sahip çıkalım.

Ahmet AVCI

09 MAYIS 2010

KAYNAKLAR:

  1. Mustafa Kemal Paşa: Nutuk
  2. Sabahattin Selek: Anadolu İhtilali
  3. Turgut Özakman: Şu Çılgın Türkler
  4. Lord KİNROS: Atatürk
  5. Ahmet AVCI: Notlar

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar