29 Mayıs 2010 Cumartesi

23- ÜÇ ÜLKE GEZİSİNDE GÖRDÜKLERİM VE DÜŞÜNDÜKLERİM...

Ahmet AVCI
ARSUZ- GÜLCİHAN
20 MAYIS 2010


            ÜÇ ÜLKE GEZİSİNDE GÖRDÜKLERİM VE DÜŞÜNDÜKLERİM


            1968 yılında KARA Harp Okulundan mezun olan bir gurup devre arkadaşlarımızla ve eşli olarak, İskenderun- Arsuz- Gülcihan Kampında buluştuk…
            TİTUS şirketinin düzenlediği; 5 günlük Suriye, Ürdün Ve Lübnan gezisine katıldık.
            12 Mayıs 2010 Salı günü saat 23 30’da otobüsümüz hareket etti. Ülkemizi Cilvegözü sınır kapısından terk ederek Suriye’ye geçtik ve gece buyunca yolculuk yaparak, Suriye’yi Kuzey’den Güney’e aşarak, BÜŞRA Antik Kentine ulaştık.
Büşra Antik Kenti’nde; Roma döneminde kurulmuş olan ve daha sonra Emeviler Döneminde çevresi surlarla çevrilen Kale ve 15 bin kişilik Amfitiyatro ile Hz. Muhammed’in çocukken ziyaret ettiği Manastır ve Kervanın konakladığı alan gezildi.
Ayrıca; Osmanlı Devleti’nin yaptırdığı Hicaz Demiryolu’nun bu kentte kalan birkaç metrelik bölümü görüldü.
Daha sonra: Dara Sınır Kapısından geçerek, Ürdün- Jarash antik kentine ulaştık. Bu Antik Kente ki araba yarışlarının ve Gladyatör düğüşlerinin yapıldığı Hipodromu gezdik ve şimdi ki Valisinin bayan olduğunu öğrendik…
Yeniden yola koyularak, akşam ÜRDÜN’ ÜN Başkenti AMMAN’A ulaştık…

ÜRDÜN HAŞİMİ KRALLIĞI
ÜRDÜN, Ortadoğu’da bir Arap ülkesidir. Kuzeyinde SURİYE, Kuzey Doğusunda IRAK, Güneyinde ve Doğusunda SUUDİ ARABİSTAN, Batısında İsrail ve Batı ŞERİA bulunmaktadır.
Ürdün’ün Temel dini İslam, resmi dili Arapçadır.
Ürdün, İslamiyet’in yayılmasıyla Arap-İslam devletinin sınırlarına katılmış, bir süre sonra; Önce Memluk, sonra 1517’de Osmanlı Egemenliğine girmiş, Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1918’de de Osmanlı Egemenliğinden çıkmıştır.
İngiltere tarafından işgal edilen Ürdün, 1921 yılında İngiliz mandası olarak; Mavera-i Ürdün Emirliği adını almış, başına da Mekke şerifi Hüseyin’in oğlu 1. Abdullah getirilmiştir.
1’nci Abdullah, İngilizlerden bağımsız hareket etmeye kalkışınca, öldürülmüş ve yerine oğlu Tallal geçmiştir. Akli dengesini yitiren Tallal tedavi için İstanbul’a gidince yerine oğlu Hüseyin geçmiştir. Hüseyin’in ölümünden sonra da yerini Kral Abdullah almıştır.
Ürdün, İkinci Dünya Savaşından sonra; 25 Mayıs 1946’da Bağımsız bir Krallık olmuştur.

14 Mayıs Cuma günü; AKABE kentine hareket ettik. Kuzey’den Güney’e Ürdün Çölü’nü aşarak ve yol boyunca, Türk Gama Şirketi’nin “Sulama Yapım” çalışmalarını, Fosfat Yataklarını, Fosfat taşımak üzere işletilen demir yolunu görerek, beş saatte Akabe’ye ulaştık.
Akabe kenti, Kızıl Deniz’in, Kuzey Batıdaki en uç noktasındadır.
Biz Körfezin tam tepe noktasındaydık. Bu tepe noktasının bir yarısı Ürdün’e diğer yarısı da İsrail’e aittir.
Uzaktan gördüğümüz İsrail’in ELAT kenti daha görkemli idi AKABE’YE göre. İki kentte de lüks oteller kendini gösteriyordu. Hatta Karşıda Mısır’a ait bir otel de bulunduğumuz yerden seçiliyordu.
AKABE Körfezinin tepe noktasının doğu yakasındaki 35’nci Kilometrede ARABİSTAN topraklarının başladığını, yine körfezin tepe noktasının batı yakasındaki 15’nci kilometresinde Mısır topraklarının başladığını öğrendik. Körfezde tekne ile dolaşarak, denizden Akabe ve Elat kentlerini gözlemledik. Denizdeki batıkları ve mercan yuvalarını gördük.
Akabe, Tarihi ve coğrafi olarak birçok özelliği bağrında toplamıştır. 4 ayrı devleti komşu yapan bu körfez, birçok sorunu da bünyesinde toplamıştır. Bölgedeki her ortak sorunda hedef olma özelliğini hala taşımaktadır.
Akabe’de Osmanlı Devleti tarafından onarılarak kullanılmış bir kale gördük ama ne bir Türk Bayrağı ne de Türkçe bir yazı vardı…
Akabe’den aynı gün Petra Antik Kentine hareket ettik.

PETRA ANTİK KENTİ
Petra Antik Kenti; Arabistan Yarımadasının kuzeyinde, Ürdün’de Kayalıklara oyulmuş bir Antik Kenttir. Tarih öncesi devirlerde, gözde bir yerleşim yeri olan bu kent, günümüzde dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmektedir.
Petra; M.Ö 1 ve 2’nci Yüzyıllarda NEBATİLER tarafından kumtaşı kayalıklar oyularak yapılmıştır. Bu Arap İmparatorluğu; Pembe, kırmızı, turuncu, sarı renkli sert kayalıkları öyle şekillendirmişlerdir ki işin uzmanları bu kente; “GÜL RENKLİ ŞEHİR” adını vermişlerdir.
           Petra; Ürdün’ün en gözde turistik bölgesi, Dünyanın da en değerli kültürel miraslarındandır.
           Batı dünyası, bu kenti 1812 yılında (Osmanlı Dönemi) keşfetmiştir.
            12’nci yüzyılda Haçlılar kentten ayrılmış ve 19’ncu Yüzyıla kadar şehir, yalnızca BEDEVİLER ile yerel halkın bildiği ve ziyaret ettiği bir bölge olarak varlığını sürdürmüştür.
            Petra’nın dünyaya tanıtılmasını sağlayan kişi; 1812 yılında keşfeden İsviçreli gezgin Johann Ludwing Burckhart’tır.
            Petra Antik Kentindeki önemli eserler:

           PETRA KANYONU (SİQ)
Kentin Doğu girişinden Batıya doğru uzanan dar ve karanlık bir geçittir. Petra Kanyonu; kum kayalıklarının arasında doğal süreç sonucunda oluşmuş jeolojik bir yapıdır. Bu dar geçit, ortalama bir km uzunluğunda ve ortalama 3 m. genişliğindedir. Bu yarığı çevreleyen kum kayalarının yüksekliği ise 100 metreyi bulmaktadır.
            HAZİNE ODASI (AL KHAZNEH)
           Şaşırtıcı renklerde ve güzelliklerdeki kaya kütleleriyle çevrili kanyonun sonunda Hazine Odası bulunmaktadır.
           Bölgedeki kumtaşları, yapısal özelliği sayesinde, oldukça detaylı işçiliğe olanak vermiş, ortaya özenli ve estetik yapıların çıkmasını sağlamıştır. Hazine Odası yapısı bunun güzel bir örneğidir. Kum taşı kayalığından oyularak yapılmış Helenistik tarzındaki bu yapıt; 30 metre genişliğinde, 43 metre yüksekliğindedir. Taşın doğal renginden ötürü, pembe bir görünüme sahiptir.
           M.Ö. 1’nci yüz yıl ile M.S. 2’nci yüzyıl arasında yapıldığı düşünülmektedir. İsminin neden Hazine Odası olduğuna ilişkin söylenti ise şöyledir: Haydutlar ya da korsanlar, zamanında binanın ikinci katındaki “taş bir kaba” ganimetlerini saklamışlardır. Burada bir hazinenin saklandığını yıllar sonra duyan bedeviler ve yerel halk, hazineyi bulmak için taş kabı kurşunlamışlardır. Kurşun oyukları şimdi de görülmektedir.
           AMFİTİYATRO
           7 bin kişilik amfitiyatro, MS 1’nci yüzyılda Roma tarzında inşa edilmiştir. 45 sıra halindeki oturma sıraları, güneşin etkisi düşünülerek, Kuzey ve Güneye bakacak biçimde tasarlanmıştır. Sıraların arkasındaki kayalıklara birçok mezar oturtulmuştur.
             AD- DEİR MANASTIRI
             Petra’nın kayalara oyularak yapılmış en büyük yapısı Ad- Deir Manastırıdır. Manastır MÖ 1’nci yüzyılda yapılmış ve Nebati kralı Odobas’a ithaf edilmiştir.
             STREET OF FACADES
             Kayalara oyulmuş mezarların ön cephelerinin sıralandığı geniş kanyon Street of Facedes adıyla bilinmektedir. Petralılar ölümden sonra yaşamın olduğuna inanmışlardır. Zenginler ve statü sahipleri, mezar yapımında biri birleriyle yarışmışlardır. Kentte 500 den fazla kaya mezarı bulunmaktadır.
             KRALİYET MEZARLARI
             Hazine Odası’nın kuzeyindeki büyük bir kayalıkta, üç devasa büyüklükte mezar cephesi bulunmaktadır. Buradaki mezarlar Kraliyet Mezarları olarak adlandırılmıştır.
            AARON MEZARI
             İnanışa göre, Hz. Musa’nın kardeşi Aaron, günümüzde Aaron Dağı olarak bilinen Hor dağına gömülmüştür. PETRA Antik kentinin en yüksek noktası olan bu zirvede, Aaron’nun mezarı ve küçük bir ibadethane bulunmaktadır.
              Akıllara durgunluk veren bu kanyon ve kanyonun sonunda ki Hazine Odasında, birçok anlam içeren bir yapıtları gördük ve inceledik. Gerekli bilgileri aldık. Çevrede gördüklerimizin hazzı ve yeni yapılan birçok beş yıldızlı otelin yarattığı şaşkınlıkla Petra’dan Amman’a gitmek üzere ayrıldık…

            15 MAYIS 2010 sabahı AMMAN’DAN ayrıldık. İstikamet LUT GÖLÜ ve ŞAM…

LUT GÖLÜ (ÖLÜ DENİZ)
Deniz seviyesinin 400 m altında olan Ölü Deniz’i biraz şaşkınlık biraz da hayranlıkla izledik. Beş yıldızlı otel çoktu ama halkın ayağını denize sokabileceği bir yer yoktu. Bu gölün Ürdün ve İsrail’in ortak kullanımında olduğunu öğrendik. Karşıda görülen İsarail'in Şeriya kenti daha heybetli idi…
Uzaktan görülen Batı Şeria Vadisi ile Kudüs Kenti’nin silüeti bizleri oldukça etkiledi. Kudüs’ü gidip görememenin yükü de yüreğimize oturdu.
Buralara gelip te Kudüs’ü gidip görememenin yükü de yüreğimize oturdu.
Tepeden Lut Gölüne bakan; Birinci Dünya Savaşında 4’üncü Ordumuza Karargâh olan Zeytindağı’nı ziyaret etmek istedim.


Geçmişte bizim olan bu toprakların kaybediliş öyküsünü anımsadım.
Falih Rıfkı Atay’ın; Filistin’de, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Dördüncü Ordu Karargâhında görevde iken, aldığı notları sizlerle paylaşmak istedim:
“Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi, Arap saçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.”
Uzaktan iki İsrail kenti görmüştük ve ikisinin de Ürdün kentlerinden daha ihtişamlı olduklarını düşünmüştük…
Bu algımızın nedeni açıklamak çok zor, ama isterseniz yine Falih Rıfkı Atay’ın Birinci Dünya Savaşı sırasındaki gözlemlerine bakalım:
“Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.”
Karışık duygularla Ölü Denizden ayrılarak, Suriye’nin Başkenti Şam’a yöneldik…

SURİYE ARAP CUMHURİYETİ
SURİYE, Ortadoğu’da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak ve Türkiye ile komşu bir ülkedir. Başkenti ve en büyük şehri ŞAM, diğer büyük kentleri, Halep, Humus ve Lazkiye’dir.
1963’ten bu yana ülke Baas Partisi tarafından yönetilmektedir. Devletin başında 1970’ten sonra ihtilalla başa geçen Albay Hafız Esat’ın soyundan birisi olmuştur.
Ülkede Başkanlık sistemi dedikleri, Şeriat, Sosyalist karması bir düzen egemendir. Daha doğrusu kendilerine özgü bir sistem kurulmuştur. Çok kadınla evlenme de var, Sağlık, eğitim görevini devletin üstlenmesi ve mülkiyet hakkının devlet denetiminde oluşu da...
Suriye, tarih boyunca, Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans, Haçlılar, Araplar ve Selçuklular tarafından işgal edilmiştir. Başkenti Şam, Emevi İmparatorluğunun Başkenti ve Memluk Devleti’nin bölgesel yönetim merkeziydi. Şam, 1260 yılında Memluk İmparatorluğunun Başkenti olmuş, 1400 yılında, Timur saldırısı ile yıkılmıştır.
1517 tarihinde Osmanlı egemenliğine girmiş, 400 yıl Osmanlı tarafından yönetilmiştir. Birinci dünya savası sonrasında Osmanlı Yönetiminden çıkmıştır.
1920’den 1946’ya dek Fransa yönetiminde kalmış, 17 Nisan 1946’da Bağımsızlığına kavuşmuştur. 1958 yılında; Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmuşlar, ancak üç yıl yaşatabilmişlerdir.
Suriye, Altı Gün Savaşı’nda Golan Tepelerini yitirmiştir. İsrail 1981 yılında Golan tepelerini ilhak etmiştir. Bu işgal, bugün hala iki ülke arasında önemli bir sorundur.

ŞAM
SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİ
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Yaptırılmış olan bu külliye’de Osmanlının Son Padişahı Vahdettin’in mezarını da ziyaret ettik.
Bu Külliye’nin Türk Vakfı olarak Devletimize teslim edildiğini, bakım ve onarımının yapıldığını memnuniyetle gördük.
HİCAZ DEMİRYOLU İSTASYONU
Hicaz Demiryolu İstasyonu’nun tahrip edilmiş halini ve o zamandan kalma bir lokomotifi gördük ayrıca devletimizin bu istasyonun yeniden yapımı için bir proje başlattığını öğrendik.
EMEVİYE CAMİİ
Bu cami girişinde ilk Hava şehitlerimiz; Yzb. Fethi, Ütğm. Nuri,  ütğm. Sadık’ın ve Yahya Peygamber’in mezarlarını, Selahhatin Eyyubi’nin türbesini ziyaret ettik. Caminin içindeki anlamlı ve muhteşem görüntü hepimiz mest etti… Üç dine ve İslamiyet’in dört mezhebine özgü ibadet bölümleri çok anlamlı idi.
SEYYİDE ZEYNEP CAMİİ
İran’dan gönderilen bağışlarla çok görkemli bir biçimde yapılan bu caminin kubbesinin saf altından oluşu, minarelerinin ve iç işlemelerin kıymetli malzemelerle yapıldığını görmek herkesi hayrete düşürdü.
ASİ NEHRİ
Bu nehire; ters akan nehir anlamında ASİ NEHRİ denildiğini öğrendik.
Kuzey Yarım Küre’deki Nehirler genelde Güneye doğru aktığı halde bu akarsu Kuzeye doğru akmaktadır.
Asi Nehri, Humus Kenti’nden çıkıp, önce Kuzey’e doğru akmakta, Altınözü İlçemiz bölgesinde Türkiye topraklarına geçmekte, Türkiye- Suriye Sınırı’nın Kuzey’e doğru 55. Km’lik bölümünü çizdikten sonra bir yay oluşturarak, Güney’e dönmekte, Antakya ve Samandağ kent merkezlerinden geçerek, Akdeniz’e dökülmektedir.
Amik Ovası ve Samandağ bölgesine yaşam veren bu nehir üzerine Humus kentinde yapılmış olan ‘Sulama Değirmenleri’ görülmeye değerdi.

16 Mayıs Sabahı Lübnan’a gitmek üzere Şam’dan ayrıldık. Lübnan sınır kapısını geçtikten sonra, bizim için çok kötü çağrışımları olan Bekaa Vadisi’ni de aşıp BAALBEK Antik Kentine ulaştık.

BAALBEK ANTİK KENTİ
Romalılar döneminden kalmış olan Baalbek Antik kenti, Beyrut’un yaklaşık 86 km. Kuzeydoğusunda olup, UNESCO Dünya Kültür Mirasları listesinde yer almaktadır… Bu eser, Romalılar tarafından Jüpiter’e ithafen yapılmış bir tapınaktır. Tapınak tamamlanamamış, daha sonra, Roma imparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesi ile bazı bölümleri kilise haline getirilmiştir. Tapınakta kullanılan taşların her biri 100 ton ağırlığındadır.
Geziden sonra Lübnan’ın Başkenti Beyrut’a hareket ettik.

LÜBNAN CUMHURİYETİ
Lübnan, Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap ve Ortadoğu Ülkesidir. Başkenti Beyrut’tur. Tarihteki Fenike Uygarlığının vatanı Lübnan ve kıyılarıdır. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, Güneyinde İsrail yer alır. Halkının % 64,7’si Müslüman, %35’i Hıristiyan,%1,3’ü Dürzî’dir.
Lübnan’da; Lübnan Anayasa’sı gereği; Cumhurbaşkanı, Hıristiyan, Başbakan; Şii Müslüman Meclis Başkanı Dürzî’dir.
Lübnan, karışık bir dini yapıda olmasına karşın, sosyal yapının gerektirdiği siyasi dengenin kurulmasıyla, Ortadoğu’nun en düzenli ve yaşam koşulları oldukça yüksek olan ülkelerden biri imiş.
Ülke istikrarı, Arap İsrail çatışması sonucu Lübnan’a gelen Filistinlilerin çoğalmasıyla bozulmaya başlamış. Özellikle 1970’lerden sonra Müslümanlar nüfus çoğunluğunu elde edince, bu üstünlüğü egemenlik faktörüne yansıtarak, ülke yönetiminde, Hıristiyanlar kadar söz hakkı elde etme mücadelesine girişmişlerdir. Sonuçta ülkede başlayan Müslüman Hıristiyan mücadelesi, 13 Nisan 1975’ten itibaren iç savaşa dönüşmüş. Diğer Arap devletlerinin ve İsrail’in de işe karışması ile iç savaş 1991’de son bulmuştur. Ama bu çatışma 150 000 canın kaybına ve ülkenin harabeye dönmesine yol açmıştır.
Suriye’nin, Lübnan üzerindeki egemenliği, 2005’te başbakan Hariri’nin öldürülmesi ile başlayan kriz sonrasında 30 000 askerini geri çekmesiyle son bulmuştur.
12 Temmuz 2006’da başlayan İsrail-Lübnan Krizi’nde İsrail hava saldırıları ile Lübnan ve Beyrut büyük hasar görmüştür.
Lübnan;  “Sözde Ermeni Soykırımı”nı tanıyan (2001) tek Arap- Müslüman ülkedir.
JAİTA MAĞARASI
Bir avcının rastlantı ile keşfettiği bu mağaraya teleferikle ulaştık. Mağaradaki muhteşem görüntüler, sarkıt ve dikitlerin değişik renkleri, oluşumların binlerce yıla sığdığının anlaşılması hepimizde bu güzellikleri yaşamanın hazını uyandırdı.       Mağaranın bir bölümünün yürüyerek, diğer bölümünün de sandalla dolaşılması ayrı bir keyif kaynağı idi.

18 Mayıs 2010 Salı günü Beyrut'tan ayrılarak, Suriye’nin Halep kentine yöneldik…
Yolda Humus ve Hama kentlerini gördük. Beyrut sınır kapısındaki anlamsız bekletilişler hariç zevkli bir yolculukla Halep’e ulaştık… Zaman yetersizliğinden Kapalı çarşı dışında bir yere uğrayamadık. Halep Kalesini uzaktan izledik.

GEZİ SONU
Bu geziye isteksiz olarak çıkmıştım. Ancak açıkça belirtmeliyim ki bu gezi beni çok etkiledi.
Atalarımın 400 yıl hüküm sürdüğü,  yüz binlerce Mehmetçiği şehit bıraktığı, ülke kaynaklarının önemli bölümünü heba ettiği bu topraklarda; izlerini arayacaktım.  
Oysa bu gezi kültürel ve turistik amaçlı idi.
Ne yazık ki izler konusunda beklentilerime yanıt bulamadım.
Büyük Ozan Bedri Rahmi’nin dediği gibi:
Kirazın derisinin altında kiraz, Narın içinde nar, Benim yüreğimde; boylu boyunca memleketim var.
Canıma ciğerime dek işlemiş, Canıma ciğerime, Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez. Ne yana gitsem nafile. Memleketin hali gözümden gitmez.
Bin bir yerimden bağlanmışım, Bundan ötesine aklım ermez.”

Bu gezide üç şey beni duygulandırdı.
AKABE KÖRFEZİ: Dört ayrı devletin ortak kullandığı bu körfez’de aklım kaldı.
HİCAZ DEMİRYOLU: Atalarımın büyük fedakârlıklarla yaptırdığı bu demiryolu, Osmanlının Arap topraklarında ki yitik tek izi gibi kalmıştı. Bu demiryolu Anadolu’dan esirgendiği gibi, Birinci Dünya savaşında da zararımıza işlev görmüştü. Şimdi kalıntılarını göremediğimiz gibi yerine yenisi de konulmamıştı. Bu da içimi sızlattı. VAHDETİ’İN MEZARI:


Ve Falih Rıfkı Atay’ın ZEYTİNDAĞI eserinde yazdığı şu tümceleri anımsadım:
“Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.”
Dedemin de şehit düştüğü; Yemen’e askerlerimizin bu demir yolundan taşındığını düşündüm…
Yemenlilerin, Mustafa Balbay’ya söylediklerine göre; “Türkler Cehennemi” Yemen’e. Hicaz’a…
Biz vatan bilmişiz ama bizim cehennemimiz olmuş.
Yemen akla gelir de türküsü gelmez mi?


Kara çadır is mi tutar
Martin tüfek pas mı tutar
Ağlayalım anam bacım
Elin kızı yas mı tutar
Gitme Yemen’e Yemen’e
Yemen sıcak dayanaman
Tan borusu er vurulur
Sen küçüksün uyanaman


Yemen yolu çukurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir
Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışın toza dumana


Mektubunu sal kardaşım
Bacını koyma gümana
Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Memet biri Memiş…


Her türkümüzün bir öyküsü mutlak vardır. Yanık yanık yakılır Anadolu-nun bağrında.
Yeni gelinler karnı burunlarında olduğu halde yavuklularını göndermişler gönüllü Yemen çöllerine. Analar çöl sıcağında şehit olan oğulları için ağıt yakarlar ve aş için ateşe odun verirler.
Dumanı havada ve bir yaz sıcağında yeni bir türkü dudaklarda:


Havada bulut yok bu ne dumandır.
Mehlede ölüm yok bu ne şivandır.
Bu yemen elleri ne de yamandır.


***
Ano Yemen’dir gülü çemendir.
Giden gelmiyor acep nedendir.
Burası Muş’tur yolu yokuştur.
Giden gelmiyor acep ne iştir.



Ben kendimi; bir Türk Milliyetçisi ve Türk Devrimcisi olarak görürüm.
Geziye çıkmadan önce; 15 Mayıs ve 19 Mayıs tarihlerinin anlam ve önemini göz önüne alarak iki yazı yayımlamıştım: “İZMİR’İN İAŞGALİ-ANLAMI- ÖNEMİ” ve “KURTULUŞ SAVAŞININ BAŞLATILMASI”.
İki yazımın odağında da, bana göre ‘CAHİL VE HAİN’ olan padişah Vahdettin vardı.
Ama Vahdettin’in mezarını insani duygularla ziyaret ettim ve dua okudum. Yüreğim sızladı. Bir cami avlusunda; Osmanlı Hanedanına mensup kişilere ait dokuz mezarın en sıradan ve sade olanı Vahdettin’e aitti. İçimden ağladım. Her şeye karşın O bizim İmparatorluğumuzun son Padişahı idi.
Kişi olarak, elbette algılarımız farklı. Ne yazık ki hep böyleyiz. Örneğin, Beyrut’ta kimimiz; Başbakan Hariri’nin öldürülüşüne yandı, Kimimiz Beyrut’un geçmişteki görkemini aradı. Kimimiz de İç savaşın acılarını yüreğinde hisseti. Ben de; Lübnan’ın, “Ermeni Soykırımı”nı kabul eden tek Müslüman ve Arap ülke oluşuna kafayı taktım.
Gezide özellikle halkın sosyal yaşantısını algılamaya çalıştım. Doğrusu çok fazla halkın arasına giremedik. Ürdün’de nerede ise halkı hiç göremedik. Ama en düzenli ve kuralları uygulayan ülke olarak Ürdün’ü gördük. Lübnan bize en uzak ülke, Suriye de en yakın ülke izlenimi bıraktı.
Bir İsrailli ile İngilizce konuşan Arkadaşımın naklettiği diyalog bizleri derinden etkiledi: Arkadaşım rastladığı bir genç İsrailli aile ile konuşur yanlarında bir de çocukları vardır.  Arkadaşım İsraillilere; Yahudileri sevdiğini söyler, onlar da nedenini sorarlar… O da bilinenleri sıralar… Yahudi göçünden söz eder. Onlar da Türkleri sevdiklerini söylerler, Atatürk’ten söz ederler… Hatta Bilgisayarının arka planında Atatürk’ün resminin bulunduğunu eklerler…
Bir arkadaşımız da Beyrut’ta; bir Ermeni grupla karşılaşır ve sohbet eder, ancak içlerinden alımlı bir bayan da Türkleri sevmediğini söyleyerek gruptan ayrılır…
Üç ülkede de 'Zeytin Tarımı’nın çok yaygın olduğunu gördük. Suriye’de Zeytinciliğe büyük ölçüde devlet ve ABD desteğinin olduğunu öğrendik.
Üç ülkede de yoksulluğun kol gezdiğini çıplak gözle görmek mümkündü. Ürdün’ün mili gelirinin daha düşük olduğu belirtilse de yaşam koşullarının daha iyi olduğu algısına vardık.
Yalnızca sınır kapılarındaki görüntü, sınır görevlilerinin tutum ve davranışları bile o ülke hakkında kanaat edilmesi için yeterli olguları ortaya koymaktadır.
Oldukça yorgun ama ülkemize dönüşün mutluluğu ile 18 Mayıs 23.30’da Cilvegözü Sınır Kapısından Türkiye’ye geçtik

Bu gezi sırasında; ülkemizin değerini ve Atatürk’ün ne kadar büyük bir lider olduğunu, ülkemize ne büyük hizmetler yaptığını daha iyi anladım…
20 Mayıs 2010



Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar