23 Kasım 2015 Pazartesi

260- ÇOCUKLUKTAKİ GÖZÜMLE KÖYÜM VE KÖYLÜM

Ahmet Avcı bir belgeyi düzenledi.

Ahmet AVCI
 ÇOCUKLUKTAKİ GÖZÜMLE KÖYÜM VE KÖYLÜM!
 1948 yılı Mart ayında Çulçapur'da dünyaya gelmişim.
İlk anılarım çok silik.

Ferhat Ağabeyimin düğünü en eski anı gibi aklımda… Düğün alayı beklenen güzergâhtan gelmemişti, Şintil Köyünden... Şerif Ağabeyin düğünü de aklımda…
Eşref dayı; Helezür’den gelirken çocukları nedense kovalamıştı; köy bekçisi miydi? Ve bahtsız Fatma bacımın evliliği... Anamın çaresizliliği, babamın suskunluğu... Yokluk, yoksulluklar... Anamın dertleri, dertleşmeleri ve öğütleri...
Babamın meselleri... SEFERBERLİĞE İLİŞKİN askerlik anıları. Özlemle Ferhat ağabeyimin yolunu gözlemeleri... Bahçeden meyve ağaçları ayırmaları... (Mevsimine göre en çok vişne ve elma ayırırdı.) "Oğlum Ferhat’ın kokusu geliyor... Herhalde yakında burada olur" biçimindeki özlem dolu kehanetleri...
Abbas ağabeyimin bahçe yetiştirme hevesi ve çabası, Rifat Eniştem ve Tahir Tosunla olan dostlukları ve şakalaşmaları... Kadstro çalışmaları sırasındaki koşturmaları ve çocuklarına olan düşkünlüğü...
Ben 40 günlükken vurulan Mahmut amcamın süregelen acısı, O'nun ölümünden sonra dünyaya gelen oğlu Yadigâr’ın Elazığ yetimhanesinde ölümü...
Şükrü amcamın oğlu can arkadaşım Niyazi'nin ON YAŞINDA ani ve beklenmedik ölümü...
Zekeriye Amcamın oğlu Mehmet'le olan kardeş gibi arkadaşlığımız...
En keyifli düğün olarak; Hacı Mevlüt’ün oğlu Aydın’ın düğününü hatırlıyorum.
Bir de Bedri Gakko ile İsmail’in sünnetini…
Kuran kursuna gidişimi ve hoca’nın eğitim anlayışını ve rutin FALAKA işini de unutamıyorum…
Sonra Okul… Tek odalı kerpiç damda eğitim veren köyümüz okulu… Gem iskemlesinde dizlerimizin üzerinde yazı yazarak okumak… Acaba çok mu zordu, dokuz öğrenciye okul sırası yapmak…
Bir de okula taşıdığımız odunlar… Düzgün odun götürsem anam, kötü odun götürsem öğretmenim kızardı…
Öğretmenimiz Osman Taşçı idi. Köylümüz onu Osman ÇAVUŞ olarak bilir… Askerken okumayı yazmayı öğrenmiş… Orada Çavuş olmuş… Okuma Yazma Seferberliği başlatıldığında da üç aylık bir kursla EĞİTMEN yapılmış…
Ve bu yoklukta- yoksullukta- öğretmenimizin bizi eğitmek için ortaya koyduğu çabalar…
Ve köylülerimizin övündüğü, köyümüz gençleri; öğretmen olanlar, Astsubay olanlar… Ve diğer memurlar. (Hepsi Osman Çavuş’un eseri idi.)
Helezür'de müfettiş gözetiminde yapılan sınavda; Helezür öğrencilerinden daha iyi olduğumuzun saptanması...
Köyümüzdeki yaşlılar…
Aslında aile reislerinin tümü bize yaşlı görünürdü ya…
Bizde toplanan büyüklerin askerlik anıları… Babamın ve Rifat eniştemin askerlik anılarını kayda alamadığıma hala yanarım…
Tek eğlencemiz olan SIĞIR OTARMA ETKİNLİĞİNİN VERDİĞİ ÇOCUKÇA KEYİF…
DAVAR VE NAHIR KATMA KOŞUŞTURMASI.
Hane reisinin adı ile anılan pegler...
Köyümüze "Marşal Yardımı"nın gelişi...
Kadastro çalışmalarının başlaması...
Muhtar (İbo) amcanın maceraları...
Köylüye tohumluk buğday dağıtılması ve köylü adına kredi çekilmesi...
Nato Petrol Boru Hatlarının kazı çalışmaları...
Köyümüzde; Pancar ekiminin başlatılamsı heyecanı...
Fenni gübre ile tanışma...
Köyümüzden; Kuylu Köyüne göçler ve bizim Köye Usludan gelişler...
Üç yıl süreli köyümüz okulundaki eğitimin sona ermesi.
Ve sonra 1958 yılı Ağustos'unda İstanbul’a gidişim…
On yaşında idim ama artık yetişkindim...
Ahmet AVCI

9 Kasım 2015 Pazartesi

259- ATAMIZA HESAP GÜNÜ

ATAMIZA HESAP GÜNÜ

Bir ülkenin onurunu, saygınlığını koruyarak, nasıl değiştirileceğini, dönüştürüleceğini, nasıl çağdaş ve örnek cumhuriyet haline getirilebileceğini; hem tarih yazarak hem de tarihe not düşerek gösteren; Ülkemizin kurtarıcısı ve
Devletimizin kurucusu Atatürk’ü özlemle anıyor ve arıyoruz.

10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılan, ancak Türk Milletinin gönlünde ve beyninde sonsuza değin yaşayacak olan Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmak istediği bir düzen vardı: biz buna “Atatürk Düzeni” diyorduk…
Bu düzene sahip çıkanlara ve çıkacak olanlara da Atatürkçü ya da Kemalist diyorduk…

Atatürkçülük; “Atatürk’ü anlamak ve tamamlamaktır…”
Atatürk düzeni ise:
“Milli egemenlik ve bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, milliyetçi, halkçı, laik, demokratik parlamenter sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde devrimci, tüm dünya uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, haklar, hürriyetler ve kalkınma düzeni” dir.

Bugün; bu tanımı göz önüne aldığımızda, nerede bulunduğumuzu görebiliyor muyuz?
- Milli egemenlik ve bağımsızlığa ne ölçüde sahibiz?
- Barışçı ve insancı mıyız?
- Milliyetçi, halkçı, laik miyiz?
- Demokratik parlamenter sistem işletilebiliyor mu?
- Atatürkçü özde devrimcilik ne âlemde!
- Tüm dünya uluslarıyla işbirliğine açık mıyız?
- Her türlü diktayı reddedebildik mi?
- Haklar ve hürriyetler ne âlemde!
- Ya kalkınma…

Bunları elbette birilerine hesap sormak için sıralamadım…
Anımsatmak istedim yalnızca…
Hani bizler Atatürk devrimlerinin sahibi ve bekçileriydik ya…

77 yıl sonra da olsa, atamıza; hesap verelim istedim…
Gerçek Atatürkçülük; o’nun yaptıklarını kabul etmek, benimsemek, koymuş olduğu ilkeler çerçevesinde yerleştirmek, ilerletmek ve gücü yeterince, elinden geleni yapmak, gereken çabayı harcamaktır. “atam izindeyiz” deyip, izi üzerinde, gittiği yöne “çağdaş uygarlık” yönüne gitmektir.
Geldiği orta çağın karanlıklarına doğru hızla yol değildir.

Saygılarımla…

Ahmet Avcı
10 Kasım 2015

Formun Üstü

31 Ekim 2015 Cumartesi

258- saltanatın kaldırılışı...

SALTANATIN KALDIRILIŞI- 1 KASIM 1922
                        93 yıl önce Türk Milletinin kurucu iradesince kaldırılan “SALTANATI “ geri getirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir…

             93 yıl önce Bugün Saltanat Kaldırılmış ve egemenlik millete verilmişti…
            Saltanattan alınarak, Milletimize verilen Egemenliğin değerini anladık mı bilmiyorum ama, SALTANAT’IN kaldırılış öyküsünü anımsatmak istedim…
            Birinci Dünya savaşında yenilgiye uğrayan Osmanlı Devletinin toprakları işgal edilmiş ve Osmanlı Yönetimi itilaf Devletlerinin kontrolüne geçmişti…
           Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde; Milli Mücadele’nin başlatılması ve Osmanlı Meclisi’nin dağıtılmasından sonra; 23 Nisan 1920’de, Millet egemenliği esasına göre oluşturulan, TBMM ile yeni bir Türk devleti kurulmuştu.
            Vatanın bütünlüğü ve Milletin bağımsızlığını esas alan bu yeni devlet, vatanı kurtarmıştı.
            Osmanlı Padişahı ve Hükümeti ise; Milli mücadeleyi engellemek için her çareye başvurmuş, TBMM ve Hükümetini, yani MİLLİ EGEMENLİĞİ kabul etmemişti. Milli kuvvetlere karşı düşmanla işbirliği yapmış ve halk arasında kışkırtmalarla ayaklanmalar çıkartmış, hatta isyan orduları kurmuştur. Ayrıca saltanat; Türk Milletinin idam kararı sayılacak SEVR ANLAŞMASINI da imzalamıştır.
            9 EYLÜL 1922’DE Yunan ordusu yurdumuzdan kovuldu, ancak; hala İstanbul ve Trakya işgal altında idi…
Saltanat da işgal altındaki İstanbul’da; saltanatını sürdürdüğünü sanmakta idi…
            Mustafa Kemal, Zaferden sonra, daha İzmir’de iken; İstanbul Hükümeti ve Saltanat sorunlarının nasıl çözümlenmesi gerektiği konularında görüşmelere başlamıştı.
            Meclisteki muhalif kanat; saltanatın kaldırılacağını sezerek, geleceğin devlet düzeni ve şekli konusunda kaygı duyuyorlardı.
            “Teşkilatı Esasiye Kanunu”nda; Egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu ve idare biçiminin ise, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına, yasama ve yürütme yetkilerinin, Ulusun tek temsilcisi olan, TBMM’ne ait olduğu belirtilmiş olmasına rağmen, Meclisteki muhalif-tutucu kanat; HİLAFET-SALTANATI korumak için çalışmaya başladı.
            Amasya Genelgesini Mustafa Kemal’le birlikte imzalayan üç arkadaşı, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar; Mustafa Kemal’le özel bir görüşme yaparak; endişe, kaygı ve muhalefetlerini belirttiler. Mustafa Kemal de arkadaşlarının endişelerini giderdi ve yatışmalarını sağladı.
            Bu arada; Refet paşa, J.Genel komutanı olarak; Ankara Hükümeti adına Trakya’yı teslim almak üzere görevlendirildi.
            Refet Paşa 100 Türk Jandarması ile Sirkecide halkın coşkun gösterileri ile karaya çıktı. Türk Askerinin  “Mustafa Kemal Paşa Serdarımız” marşı ile ilerlemesi, Halkın dört yıl sonra sevinç gözyaşları ile mutlu bir gün yaşamasını sağladı.
            Milliyetçiler artık İstanbul’da da egemen duruma gelmekteydiler.
            Refet Paşa İstanbul’da; İstanbul Hükümetini tanımadığını belirtti. Refet Paşa ile görüşen Vahdettin ise İstanbul Hükümetinin varlığında ısrar ediyordu.
            Refet Paşa; ısrarla İstanbul hükümetinin istifasını istedi. Ancak, Padişah; kendisini hala meşru HÜKÜMDAR olarak görmekte idi.
            Bu arada Sadrazam Tevfik Paşa; zaferin nimetlerine ortak çıkmak ve Osmanlı iktidarının meşruluğunu kabul ettirmek amacı ile 17 Ekimde Bursa’da bulunan Mustafa Kemal’e haber göndererek, zaferin kazanılması ile “İSTANBUL-ANKARA ikiliğinin sona erdiğini, BARIŞ KONFERANSINA hazırlık ve işbirliği sağlamak için, güvenilir bir temsilcinin, İstanbul'a gönderilmesini istedi.
Mustafa Kemal bu isteğe çok sert yanıt verdi:
            “Türk Ulusu adına tek söz sahibi makamın TBMM olduğunu, barış konferansında da Türkiye’yi gene TBMM'nin temsil edeceğini” belirtip, bu gerçek karşısında; ”devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk doğuracağını”  hatırlattı.
            Tam bu kritik durumda İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de Ankara ve İstanbul hükümetlerini; Kasım ayında Lozan’da yapılacak toplantı için davet ettiler.
            Sadrazam Tevfik Paşa bu kez doğrudan; 29 Ekim’de TBMM’ne telgrafla başvurarak, TBMM sözünü dahi kullanmadan, ”İstanbul Hükümetinin işbirliğine hazır olduğunu” bildiriyordu.
            Bu istek, Mecliste çok sert tepkilere yol açtı.
Milletvekilleri, bu davranışı; ülkeyi ikiye bölmek isteyen Padişahın yeni bir politikası olarak, nitelediler. İstanbul yönetiminin ihanetleri uzun uzun açıklandı. İsmet Paşa bunun Mudanya Konferansına da aykırı olacağını belirtti.
         Aslında, Mecliste genel eğilim, Saltanat ve Hilafet’e bağlılık doğrultusunda idi.
        Keçiören görüşmesinde yapılan nabız yoklamasında, Rauf Bey; ”Saltanat ve Hilafet’e vicdanen ve duygusal olarak bağlı olduğunu ailesinin Padişahın nimetleri ve ekmeği ile yetiştiğini, SALTANAT VE HİLAFETİN kaldırılmasının İslam Âleminde çok kötü etki yapacağını” söylemişti. Refet Bey de buna katılmış, Ali Fuat Paşa ise görüş belirtmemişti.
            Ankara’da hiç de Devrimci Rüzgârlar esmezken,  havayı değiştiren Tevfik Paşanın telyazısı oldu.
            Lozan’daki temsil işi, bir anda, İktidar sorunu, Anayasal sorun haline geldi.
            Kurtuluşun Başkentinde; Zaferi ve İktidarı kaptırmamak duygusu yükseliverdi. Bunun formülü, Saltanat ile Hilafetin biri birinden ayrılması, ikincinin korunması biçiminde idi. Böylece Lozan’a hangi devletin gideceği de belli olacaktı.
            İŞTE SALTANATIN KALDIRILMASI OLAYININ GÖRÜNÜRDEKİ NEDENİ BUDUR, YANİ BİR TEMSİL KRİZİ OLAYIDIR.
            Kuşkusuz bu çifte davet; Mustafa Kemal Paşa’ya, ”Şahsi Saltanatın kaldırılması” için fırsat verdi. Zaten Hilafet ve Saltanat sorunu savaş sonrasına bırakılmıştı.
            Savaş bitince; ”Ulusal egemenlik yanlıları ile Hilafetçiler arasında” bir hesaplaşma olacaktı. Artık, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar da; Saltanatın sona ermesini istiyorlardı. Ancak; Meclis Saltanatın kaldırılmasını isterken,”HİLAFETİN KALMASI EĞİLİMİNİ” koruyordu.
            Öncelikle bilmeliyiz ki; Birinci Dünya savaşı, bazı otoriter Monarşilerin, Hanedanların sonu olmuştur.
Çarlık Rusya’da Romanoflar (1917), Avusturya –Macaristan ve Hasburglar (1918), Almanya ve Hohenzolernler (1918-1919), Weimar Cumhuriyeti. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ile Avrasya’daki diğer Monarşiler de çöküş halinde idiler.
            İçte de Yani Osmanlı’da da; Monarşinin altı epeydir oyulmuştur.
            Padişahların tahttan indirilmesi (2. ABDULHAMİT-1909).
            Padişahın Silikleşmesi ( SULTAN REŞAT- 1909-1914).
            Padişahsız yönetim alışkanlığının doğması (SULTAN REŞAT- 1914-1918).
            Düşmanla işbirliği ( VAHDETTİN- 1918-1922).
           Bir kurum, bu kadar kısa sürede bundan daha fazla aşınamazdı.
            Ayrıca bu süreçte (dönemde) yükselen yeni ilke, kurum ve kurallar da vardı: YEREL KONGRELER, MİLLET EGEMENLİĞİ, TBMM, TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU gibi.
            Aslında Türkiye Halkı Padişahsız yaşamaya alışmıştı. Ve İstanbul’un etkisi; İzmit ve Çatalca’nın ötesine de geçemiyordu. Kurtuluşunu da, “İstanbul Monarşisi sayesinde değil” ona rağmen gerçekleştirmişti.
            Saltanatın kaldırılması olayının görünürdeki nedenine değil de asıl nedenine eğildiğimizde karşımıza şu manzara çıkmakta; ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞININ MİLLİ VE DEMOKRATİK NİTELİĞİ, SALTANAT ANLAYIŞI VE KURUMU İLE ÇELİŞKİ HALİNDEDİR.
            Kurtuluşun; Halkçı, Ulusal ve Demokratik biçimler almış olması şimdi KURULUŞUN da böyle olmasını zorunlu değilse bile mümkün kılmaktadır.
            Savaş Demokrasisinin, yani Antiemperyalist savaşın demokratik usullerle yürütülmüş olmasının meyveleri toplanmaya başlanmıştır.
            Saltanat Kanunla değil, Meclis kararı ile kaldırılmıştır. (Aslında Meclis kararı, Meclisin iç işlerine ilişkin işlemlerde kullanıldığı halde, Meclis Saltanatı da kararla kaldırmıştır.)
            Mustafa Kemal PAŞA, bu kararı da ikna yöntemi ile TBMM’ne aldırmıştır. Önce, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir Paşa’yı ikna etti. Onlara Mecliste etkili konuşmalar yaptırdı.
            30 Ekim 1922 günü, TBMM’nde, Dr. Rıza Nur Bey; İtilaf Devletlerinin, Türkiye’de iki hükümetin var olduğu kanısında olduğunu ve buna son verilmesi gerektiğini söyleyerek; 80 arkadaşı ile birlikte hazırladığı “ÖNERGEYİ” Meclise verdi.
            Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırarak, Saltanatın kaldırılmasını içeren ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu, Teşkilatı Esasiye kanununa göre; EGEMENLİĞİN Ulusa ait olduğunu belirten bu önerge ile Mecliste tarihi bir sorun gündeme geldi.
            TBMM, 30 Ekim 1922 günü verdiği 307 sayılı kararla “Osmanlı İmparatorluğunun yaşamının sona erdiğini, İstanbul'daki Padişahın tarihe karıştığını” belirtti.
            Ancak bu karardan sonra, Meclisteki bazı tutucu milletvekilleri hoşnutsuzluk içine girdiler. SALTANAT kaldırıldıktan sonra halifenin güçsüzleşeceği, ya da kolaylıkla kaldırılacağı kuşkusunu taşıyorlardı.
            Bunun üzerine durumu daha kesin biçimde çözümleyecek, yeni bir karar tasarısı hazırlandı.
            Tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza girdiğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu:
            ”EGEMENLİK VE SALTANAT HİÇ KİMSEYE İLİM GEREĞİDİR DİYE, GÖRÜŞME İLE TARTIŞMA İLE VERİLMEZ. EGEMENLİK VE SALTANAT, KUVVETLE VE ZORLA ALINIR. OSMANOĞULLARI ZORLA TÜRK ULUSUNUN EGEMENLİK VE SALTANATINA EL KOYMUŞLARDI. BU DURUMU 600 YILDAN BERİ SÜRDÜRMÜŞLERDİ.
ŞİMDİ DE TÜRK ULUSU, BU SALDIRGANLARA HADLERİNİ BİLDİREREK VE AYAKLANARAK; EGEMENLİK VE SALTANATLARINI KENDİ ELİNE ALMIŞ BULUNUYOR. BU BİR OLUPBİTTİDİR.
SÖZ KONUSU OLAN, ULUSA SALTANATINI, EGEMENLİĞİNİ BIRAKACAK MIYIZ, BIRAKMAYACAK MIYIZ DEĞİLDİR.
KONU ZATEN OLUP-BİRMİŞ BİR GERÇEĞİN İFADESİNDEN İBARETTİR. BU MUTLAKA OLACAKTIR. BURADA TOPLANANLAR, MECLİS VE HERKES MESELEYİ TABİİ GÖRÜRSE, FİKRİMCE UYGUN OLUR. AKSİ TAKDİRDE, YİNE GERÇEK USULÜNE UYGUN BİÇİMDE İFADE OLUNACAKTIR.
FAKAT İHTİMAL BAZI KAFALAR KESİLECEKTİR.”
         Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ”Affedersiniz efendim, biz meseleyi başka görüş açısından inceliyorduk, açıklamalarınızdan aydınlandık. Mesele, ortak komisyonda çözümlenmiştir. ”dedi.
            Mustafa Kemal’in bu çıkışı dikkate değer. Sabırla ve adım adım amacına yaklaşırken, önüne çıkan son zorluk karşısında hemen liderliğini göstermekte, karşısında bulunanlar da onun otoritesine baş eğmektedirler.
            Böylece; 1/2 Kasım gecesi verilen 308 sayılı kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren Saltanatın,  “EBEDİYEN” kakmış olduğu belirtildi.
            Yalnız, Halifelik sorunu henüz çözümlenmemişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi için saklı tutuluyordu. Bu aile içinden kimin Halife olacağını TBMM kararlaştıracaktı. Halife seçileceklerin; ”Bilimsel ve ahlaki açıdan” düzgün ve iyi karakterli olması gerekti.
            Türkiye Devleti, Halifelik Makamının da dayanağı idi.
            Böylece Devrimin ilk büyük adımı atılmış oluyordu.
            Saltanat kaldırılmış fakat Hilafet sorunu çözülememiştir. Karara göre; “Türkiye Devleti, Hilafet makamının dayanağıdır.” ”Halifeliğe; Meclisçe Osmanlı soyundan bir kişi seçilecektir
            Böylece yüzlerce yıl Türkleri yöneten bir ailenin artık salt sözde kalmış yetkileri de yok oldu. İstanbul'daki Padişah yalnız halife sıfatını taşıyacaktı.
            SONUÇLARI:
            Padişahlık kaldırılınca, Hükümetinin de varlık nedeni kalmadı.
            TBMM Kararına ve İstanbul’daki bazı Nazırların istifalarına rağmen, Tevfik Paşa hala görevinin başında idi. Refet Paşa’nın tehdidi üzerine 4 Kasımda istifa etti.
            İstanbul'daki, Mülki, adli ve yerel yöneticiler, Ankara’ya bağlılıklarını bildirdiler. İngilizler; ”İstanbul’un yönetiminin Türkiye’nin bir iç sorunu olduğunu belirttiler.”
            İstanbul’un yönetimi TBMM’ne bağlandı. Bunu bir süre Refet Paşa üstlendi.
            Bu arada; Lozan’da tek kanaldan temsil sağlandı. Vahdettin “DEVRİK Hükümdar” durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
         Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu.
Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi.
Saray çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı.
Padişah artık yalnızdı.
İngiliz Generali Harrington’a Bir adamını gönderip; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.
            Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi. Kabul edilince de, TBMM daha yeni halifeyi seçmeden, 17 Kasım gecesi; Vahdettin, İngiliz gemisine sığınarak, Yurt dışına kaçtı.
            İngiltere’ye sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır. Kaçarken “HALİFELİK” sanını da beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.
            TBMM 18 Kasımda verdiği 313 sayılı kararla Vahdettin’in Halife olmadığını belirtti. 20 Kasım tarihli 314 sayılı kararla da Osmanlı ailesinden Abdülmecit’i Halife seçti.
            Saltanatın kaldırılmasına ve yeni Halifenin seçilmesine halktan hiçbir tepki gelmedi. Bugüne kadar hiçbir Saltanatçı aranış görülmedi. Başka bazı ülkelerdeki, Cumhuriyet-Monarşi-İmparatorluk gelgitleri, göz önüne alınırsa (Fransa, İspanya, Balkanlar hatta İngiltere v.b) bunun önemi daha iyi kavranabilir.
            Saltanatın kaldırılması; köklü dönüşümlerin önünü açmıştır. Gelenekçiliğin siyasal karargâhı olan Saltanat Kurumu kaldırılmadan, ”Devrimci Sürece” girilemezdi. Kemalistler, bu yolda ilerlemeye kesin kararlıydılar.  
            Milli Mücadelenin; bir DEVRİM’E dönüşmesinde en büyük engel, TBMM’nin dışında, gücünü dinden, dinsel, geleneksel inançlardan alan bir Padişahlık kurumunun İstanbul’da varlığını sürdürmesidir. Saltanatın kaldırılması, Padişahlığın tarihe gömülmesi, Milli Hareketle başlayan Devrim’in önündeki en büyük aşamasıdır.
             Bu engelin aşılması; Türk Devrimi’nin ilk adımıdır. Bu adım siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda atılacak adımların, girişilecek atılımların; geçmişin inanışları, düşünüşleri içinde değil, yeni dönemin; ÇAĞDAŞ, MİLLİYETÇİ anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük müjdesidir.
            Saltanatın kaldırılması ile atılan bir büyük adımın güçlendirilmesi; geriye dönülmez bir karar olarak tüm ülkede ve dünyada kanıtlanması için iki önemli karan da alınması gereklidir: CUMHURİYET İLAN EDİLMELİ VE SALTANAT GİBİ HİLAFET DE KALDIRILMALIDIR. Onları da diğer devrimci atılımlar izlemelidir.
           
             Ahmet AVCI
            1 Kasım 2015                    

             
            NOT: Vahdettin, önce Malta’ya götürüldü. Oradan SAN-REMO’ YA geçti. Bir süre sonra Beyrut'a gitti. 26 Mayıs 1926’da SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile cenazesine haciz konuldu. Mezarı Suriye’de ŞAM’DA dır.

https://www.facebook.com/notes/ahmet-avc%C4%B1/saltanatin-kaldirili%C5%9Fi-1-kasim-1922/1055581501159053


27 Ekim 2015 Salı

257- CUMHURİYERİTİMİZİN 92. YILI VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

CUMHURİYERİTİMİZİN 92. YILI VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

“Bütün millet emin ve müsterih olsun ki, Devrimi yapanlar, karşı güçleri, çıktıkları noktada imha edecek, kudret, kabiliyet ve tedbire sahiptirler”
Mustafa Kemal PAŞA


Birinci Dünya Savaşında yenik çıkan ve 30 EKİM 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması ile kayıtsız şartsız yenilgiyi kabul eden Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletleri ve Yandaşlarınca işgal edilmişti.
Türk Milleti, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde yürüttüğü MİLLİ MÜCADELE ile Ülkeyi işgalden kurtarmış, LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI ile de büyük çabalarla kazandığı BAĞIMSIZLINI kazanmış, 29 EKİM 1923 tarihinde de CUMHURİYETİ ilan etmişti.
1923 yılında “BAĞIMSIZ DEVLET- BAĞIMSIZ ULUS” İLKESİ TEMELİNDE OLUŞTURULAN devletimiz, Kurtuluş Savaşımızın her evresinde bağımsızlık hatta Tam Bağımsızlık ilkesini,  göz önünde bulundurmuştur...
            Devletimiz, her türlü ayrımcılığın  dışında kalmaya çalışarak, “Ulusal Bütünlüğü” sağlamıştır...
Açıkça; “Türkiye CUMHURİYETİ’Nİ kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denilir” deyimini kullanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti yeni sınırlarını belirlemiş, içeride ve dışarıda “BARIŞ” ilkesini benimsemiştir. Bu döneme kadar da Yurtta Barış DÜNYADA BARIŞ İLKESİ özenle yürütülmüştür.
Cumhuriyet’in kuruluşunda “ümmet” anlayışının yerine konulan “yurttaşlık” temeline dayanan “MİLLET” kavramıyla; Uluslaşma ve özgür bireylerin yetişmesi amaçlanmıştır. Devletin yaklaşımı ve eğitim esasları bu doğrultuda düzenlenmiş, kulluk ve itaat kültürünün yerine “özgür, düşünen” yurttaşlık hedeflenmiştir.
Atatürk’ün ortaya koyduğu “çağdaş uygarlık yolu”, bilimin öncülüğünde Aydınlanma kültürünün yolu olarak tanımlanmış, bu yola da ulusal kalkınmayla gidileceği açıklanmıştır.
Devletimizin kuruluşunda; ‘LAİKLİK’ temel bir ilke olarak kabul edilmiş, ülke yönetiminde ve insanların yaşam biçimlerinde din kurallarının egemen olmaması esas alınmıştır. EĞİTİMİN de DİN ETKİSİNİN dışında bilim temelli yani “laik eğitim”  kural olarak uygulanmış, kız erkek ayrımı kaldırılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün: EN BÜYÜK ESERİM dediği CUMHURİYET düzeninde: 
 Esaretten kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle idik.
Kadınımız cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse, kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli, bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.                                                                                                                                     Köylü; milletimizin efendisi idi.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       
Basın hürdü.
Hukuk; üstündü. Yargı bağımsız ve tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel ilkelerimizdi.
Atatürkçülük; rehberimizdi.
Dünyada; kendine yetebilen birkaç ülkeden biri idik.
Dış borç almıyorduk, hatta Osmanlı devletinin kalan borçlarını da ödüyorduk.
Yabancıların elindeki sanayi kuruluşlarımızı millileştirmiştik.
Devlet, sanayinin temellerini atmıştı.
Ülkemizi demir ağlarla örmüştük.
Çağdaş Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi alacaktık.

Ya bugün:
İçimiz burkularak, kutlamaya çalıştığımız, daha doğrusu kutlayamadığımız; CUMHURİYETİMİZİN 92’inci yıl dönümünde; durumumuz, kuruluş dönemi ve yukarıda belirtmeye çalıştığım Cumhuriyet Felsefesi göz önüne alındığında içler acısıdır…
Cumhuriyet’in TAM BAĞIMSIZLIK ilkesi de YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ İLKESİ DE göz ardı edilmiştir…
Günümüzde; ülkemiz dış güçlerin politik güdümünde, küresel Pazar ekonomisine bağımlı durumdadır.
Bu ölçüde bağımlı duruma geliş, KURULUŞ ilkelerinin yürürlükten kaldırılışı demektir…
Bugün, ülkemiz etnik köken ayrımcılığı ile parçalanma yoluna sokulmuş, dindar olan ve olmayan hatta mezhep ayırımcılığı ile ulusal birliğimiz, bütünlüğümüz farklı bir tehditle karşı karşıya kalmıştır.
Açık biçimde siyasal iktidarın “bizden-sizden”, “bizimki-sizinki”, “yandaş-karşıt” ayrımcılığı yaşanmaktadır.
92 yıl sonra laiklik dinsizlikle eş anlamlı sayılmış, ülke yönetimine de, yaşam biçimlerine de din kurallarının egemen olması “doğal sonuç” olarak tanımlanmıştır.
Bugün:
 “Çağdaş uygarlık yolu”; küresel güçlerin güdümünde gidilen piyasa kültürü olarak kabul edilmiş,
“ULUSALCILIK”; ırkçılık,
            “Laik bilim” dinsizlik,
“Aydınlanma”; Batılılaşma olarak etiketlenip,
“Dindaşlık kültürü” yaşama geçirilmiştir.
92 yıl sonra “yeni Osmanlıcılık” olarak tanımlanan yönelişle “itaat kültürü” yeniden; “cemaatler ve tarikatlar” eliyle topluma egemen kılınmaktadır. Bu itaat kültürü, “içeride din temelli siyaseti”, iktidara taşıdığı gibi dış güçlerin de ülkeyi “güdümlemelerini” kolaylaştırmaktadır.
Dış güçler kendi plan ve çıkarları gereği bu yönelişi desteklemektedir.
92 yıl sonra bugün ülkemiz, iç savaşa dönüşen terörle uğraştırılmış, gene dış güçlerin çıkarları için “dış” savaşlara sürüklenme tehlikesi altına sokulmuştur.
Komşularımızla, “sıfır sorun” hedefi ile çıkılan yoldan hiçbir sorun çözülemeden çepeçevre sorun yumağı ile dönülmüştür…
Dış Siyasetimiz; ABD ve AB’ye emanet edildiği gibi iç güvenlik de içinden çıkılamaz bir hal almıştır.
Ekonomimiz cari açık yüzünden bıçak sırtındadır. Ve KÜRESEL Kriz nedeniyle tüm kaynaklarımız erimektedir.
Cumhuriyetin; 92 yıllık kazanımları, tükenmek üzere.
Ülkemizin kurtarıcısı ve Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’E alenen hakaret edilebilmekte eserleri yok edilmektedir…
Bugünler, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesindeki; “Bir gün Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan…” dediği o “bir gündür”.
“Zorla ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün orduları dağıtılmış, yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir” dediği zamandır…
“İhanet” Dalalet ve  “Gafletin” el ele verdiği yerdeyiz…
Gözbebeğimiz Laik Cumhuriyetimizin “iç ve dış düşmanlar” tarafından yıkılmakta olduğu süreçteyiz.
Bir Kurtuluş Savaşı verilerek, kurulan bu ülke, bu Cumhuriyet, bizlere emanet edilen Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti, nasıl bu hale getirildi?
Hiç düşündünüz mü?
Bu sürüklenişin temelinde “BAĞIMSIZLIK”IN YİTİRİLİŞİNİN YATTIĞI UNUTULMAMALIDIR.
Atatürk Cumhuriyeti’nin KURULUŞ İLKELERİNDEN nasıl sapıldığı, nasıl ayrı bir yola girildiği, başka temellerin atılmaya çalışıldığı gözler önündedir.
Ülkemizin; bölünme, Milletimizin; parçalanma tehlikesini benliğimizde hissettiğimiz bu ortamda, tek kurtuluş ve çıkış yolunun Atatürk’ün gösterdiği hedefte olduğunu vurgulayarak,  Cumhuriyetimizin 92’inci yılını kutluyor,  bu Ülkeyi ve Tam bağımsız devleti, Cumhuriyetimizi bize kazandıran başta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını, tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şükranla anıyorum…

28 EKİM 2015
Ahmet AVCI
İZMİR



29 Ağustos 2015 Cumartesi

256- ZAFER BAYRAMI

ZAFER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…
Büyük Zaferin 93. yıldönümünde; tüm olumsuzluklara karşın, coşkusunu yitirmemeye çalıştığımız bir bayram yaşıyoruz…
Bu coşku; 30 AĞUSTOS ZAFERİ GALİBİYETİNİN SEVİNCİNDEN DAHA ÇOK; BU ZAFERİN DÜNYA BARIŞINA SAĞLADIĞI KATKI, ÜLKEMİZİN KURTARILMASINA, MİLLETİMİZİN ÖZGÜRLEŞMESİNE VE DEVLETİMİZİN KURULMASINA YOL AÇTIĞI İÇİNDİR…
Dünya barışının tehlikede olduğunu gördüğümüz bu günlerde, bu büyük zaferin anlamı daha da belirginleşmektedir…
26 Ağustos 1922 de KOCATEPE’DE başlatılan BÜYÜK TAARRUZ SONUCUNDA KAZANILAN 30 AĞUSTOS ZAFERİ; TÜRK’ÜN, TÜRKLÜĞÜN VE TÜRKİYE’NİN DÜNYAYA MÜHRÜNÜ VURMASIDIR…  
Yurdumuzun uğradığı; haksız, ahlaksız, anlamsız ve acımasız bir İşgal eylemine karşı Türk Milletinin birleşerek, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı’nda, Emperyalistlere karşı en güçlü yumruk bu zaferle vurulmuştur…
Milli Mücadelenin sonunda; Büyük Taarruzla kazanılan bu ZAFER, Türk’ün Emperyalizme karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin, yılmaz ve sarsılmaz iradesinin, işgale,  paylaşılma ve parçalanma girişimine başkaldırısının, en çetin direnişi en güçlü yumruğudur.
Bu Zafer, Türk Milletinin yüceliğinin, haksızlığa ve dayatmalara boyun eğmeyen kişiliğinin ve Yurtseverliğinin bir göstergesidir...
Yazar Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi; ”NEYİMİZ VARSA, BAĞIMSIZ BİR DEVLET KURMUŞSAK, ŞEREFLİ İNSANLAR OLARAK DOLAŞIYORSAK, YURDUMUZU; BATININ, VİCDANIMIZI VE KAFAMIZI DOĞUNUN PENÇESİNDEN KURTARMIŞSAK, ŞU DENİZLERE BİZİM DİYE BAKIYOR, BU TOPRAKLARDA ANA BAĞRININ SICAKLIĞINI DUYUYORSAK, HATTA NEFES ALIYORSAK, HEPSİNİ HER ŞEYİ; 30 AĞUSTOS ZAFERİNE BORÇLUYUZ.”  
Dünya barışının sorunlu hale geldiği ve Ülkemizin bütünlüğünün, Milletimizin birliğinin tehlikede  olduğu bu günlerde 30 Ağustos Zaferi daha da anlam kazanmaktadır…
Büyük Zaferin 93. Yıldönümünde; başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, tüm emeği geçenleri, rahmet minnet ve saygıyla anıyorum…
Ruhları şad olsun…
29 AĞUSTOS 2015
Ahmet AVCI

Seferihisar

23 Ağustos 2015 Pazar

255- ATATÜRK'Ü ANLAMAK VE ANLATMAK...

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE ANLATMAK

Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü ne yazık ki anlayamadık. Anlayamadığımız için de anlatamadık…
Anlayamadığımız ve anlatamadığımız için de onu TAMAMLAMAK şansımız da olmadı…
Mustafa Kemal gençliğinde, güzel giyinmeyi, iyi yaşamayı seven, içen, gezen, müziğe meraklı birisidir.
Ama iki temel özelliği de vardır:
Görevini bilmek ve iyi yapmak.
Çökme ve dağılma yolundaki vatanını kurtarma çabasına yoğunlaşmak.
O’nun anlayışına göre İmparatorluğu yürütmek artık hayaldir.
Bizden olmayan toplum ve bizim olmayan topraklar için Türk kanı dökmemeliyiz.
Derlenip toparlanmalı, kendimizi kurtarmaya çalışmalı, maddi ve manevi kalkınmayı gerçekleştirmeliyiz…

Halinden memnun köleyi kimse özgürlüğüne kavuşturamaz.
Halkçılık; öncelikle halka, iyiyi, güzeli, doğruyu öğretmektir.
Bu da ancak, eğitimle mümkündür…
Halk, bilirse iyiyi ve doğruyu arayabilir…
Atatürk Devriminin iki temel taşı vardır:
Laiklik
Eğitim ve öğretim birliği
Laikliğe ne ölçüde önem verdiğimiz: ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN, “LAİKLİK KARŞITI EYLEMLERİN ODAĞI OLDUĞU HÜKME BAĞLANAN VE CEZALANDIRLAN” bir partiye ülke yönetimini bırakmamızdan bellidir…
ATATÜRK DEVRİMİNİN EN ÖNEMLİ HEDEFİ; EĞİTİM DÜZENLEMESİ İDİ…
HER TÜRK ÇOCUĞU, MÜSPET İLİMLER IŞIĞI VE DİSİPLİNİ ALTINDA YETİŞECEKTİ.
Bugün; Eğitim sistemimizin ve o sistemin yetiştirdiklerinin de durumu ortada…
Mustafa Kemal’in Milli Mücadeleyi birlikte yürüttüğü Meclis, hiç te ilerici değildi.
İçki yasağını bir din kanunu olarak çıkartmıştır…
Mustafa Kemal,  MİLLİ MÜCADELEYİ başlatırken, üç hedef ortaya koymuştur:
İşgalcileri yurttan kovmak.
Ömrünü tamamlamış, imparatorluğu ortadan kaldırmak.
Yıkılan imparatorluk yerine yepyeni bir Türk devleti kurmak
Mustafa Kemal, bu mücadelede yalnızca düşmanla boğuşmamıştır…  Her şeye karşın, zafere kadar dişini sıkmıştır…
Zaferden sonra, İzmir’de kendisini ziyaret eden gazetecilere: “YUNANLILARI DENİZE DÖKTÜK, ŞİMDİ ASIL DÜŞMANIN ÜZERİNE YÜRÜYECEĞİZ” demiştir.
Bu düşman, kara güç, kör inanç ve cehaletti…
Ancak, aynı gün, bir Medrese softası; TBMM’de zafer müjdesi veren Muhittin BAHA’YA: “YUNANLILARDAN KURTULDUK, BAKALIM MUSTAFA KEMAL’DEN NASIL KURTULACAĞIZ?” DİYEBİLMİŞTİR…
Mustafa Kemal ATATÜRK, kurduğu düzenle; kadınımızı cariyelikten erkeğimizi de kulluktan kölelikten kurtarmıştı…
Demokrasi adına bugün geldiğimiz noktada; KADINIMIZ YENİDEN KÖLELEŞME YOLUNDA, ERKEĞİMİZ DE KULLUK YOLUNDADIR…
DEMOKRASİ elbette, en ideal yönetim biçimidir… Ancak, DEMOKRASİ DÜZENİNİN DE OLMAZSA OLMAZLARI VARDIR:
TOPLUM VE FERDİN, YETERLİ EĞİTİMİ.
TOPLUM VE FERDİN, YETERLİ EKONOMİK REFAHA ULAŞMASI…
Toplum ve birey, yeterli düzeye gelmeden, DEMOKRASİ UYGULAMASI DA MÜMKÜN DEĞİLDİR…
Hiçbir yönetim, kendisini yok edecek özgürlüğü, hiç kimseye veremez…
Bu yönetim demokrasi olsa bile…
TÜRKLÜĞÜ YOK EDECEK, ÜLKEYİ BÖLECEK, MİLLETİ PARÇALAYACAK ÖZGÜRLÜĞÜ NASIL VERİRİZ?
BUNUN ADI BARIŞ OLUR MU?
1908 DEMOKRASİSİ, TÜM BALKANLARI YİTİRMEMİZE YOL AÇMIŞTIR…
1946 DEMOKRASİSİ, ATATÜRK DEVRİMLERİNİN YOK EDİLMESİNE NEDEN OLMUŞTUR…
ŞİMDİKİ DEMOKRASİ DE; TÜRKLÜĞÜ YOK ETMEYE, ÜLKE’Yİ BÖLÜNMEYE, MİLLETİ PARÇALANMAYA GÖTÜRMEKTEDİR…

Ahmet AVCI
İZMİR

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar