30 Kasım 2013 Cumartesi

217- CEMAAT İKTİDAR KAVGASI!

CEMAAT – İKTİDAR KAVGASI…

İçinde yaşadığımız dönemde; kuruluşu-amacı- para ilişkileri- yatırımları devletten saklanan illegal Cemaat ve Tarikatların Devlet yönetiminde etkin rol aldıkları görülmüştür.
Bu yasa dışı oluşumla, işbirliği yapılarak ve sahte belgeler oluşturularak, Türk Silahlı Kuvvetleri sindirilmiş, ana görevini bile yapamaz hale getirilmiş, seçkin Komutanları terörist ilan edilerek mahkum edilmiştir…
Önce iktidar sonra, muktedir olan oluşum, ortak hedef de saf dışı bırakılınca; eski Osmanlı taktiği ortaya konularak,  bu kez eski suç ortağını yok etmeye kalkışmıştır…
Kavganın temelinde; Demokratik arayış ya da Milli Eğitimi düzenleme, iyileştirme kaygısı ve amacı da yoktur…
Ülkemizde;  günlerdir, devletin en önemli görevlerinden olan eğitim konusunda, bir CEMAAT’İN Devlete kafa tutması da gözlenmektedir…
Taraflardan ikisinin de Mutlak İKTİDARI hedefledikleri bu kavgada, TARAF DEĞİLİZ…
Ama TÜRKİYE'NİN bağırsaklarının değil, kanalizasyonlarının temizlenmekte olduğuna inanıyoruz…

30 KASIM 2013
Ahmet AVCI

25 Kasım 2013 Pazartesi

217- MEMLEKETİMDEN BİR İNSAN MANZARASI- İSTİKRAR DA NE OLA Kİ!

MEMLEKETİMDEN BİR İNSAN MANZARASI:
İSTİKRAR DA NE OLA Kİ!
Olay eski, ama ben yeni duydum...
2011 genel seçimi öncesinde, iki dost; seçimi ve sonuçlarını tartışmaktadırlar...
Söz döner, dolaşır; “İSTİKRAR”konusuna gelir.
Önce anlamı üzerinde dururlar, sonra seçmene yansımasını tartışırlar.
İktidar yandaşı Ali Bey,  muhalif Hasan Beye, o sırada ÇÖP BİDONUNU karıştırmakta olan şahsı gösterir ve “eminim ki bu adam da halinden ve hükumetten memnundur” der.
Birlikte çöp bidonunu karıştıran ve yiyecek bir şeyler toplayan şahsın yanına giderler, selamlaştıktan sonra “hatırını ve halinden memnun olup, olmadığını” sorarlar.
Adam; “Çok şükür” der.
Hangi partiye oy verdiğini sorarlar.
Adam; “AKP” der.
Neden derler...
Adam; “İstikrar için” der.
İktidar yanlısı Ali Bey; istikrarın anlamını sorar...
Yanıt alamaz...
Muhalif Hasan Bey, der ki;     “ARKADAŞIM, YANİ SENİN BİLDİĞİN İSTİKRAR OLMASA, SEN BU ÇÖPTEN YİYECEK TOPLAMA İMKANINI DA MI BULAMAYACAKTIN...”

20 Kasım 2013 Çarşamba

216- DİYARBAKIR GÖRÜŞMELERİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ!

"DİYARBAKIR GÖRÜŞMELERİ"NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:

16 KASIM; KÜRTLER İÇİN ŞANLI TARİHİNİN YAZILDIĞI BİR GÜN MÜDÜR, BİLEMEM AMA TÜRKLER İÇİN KARA BİR GÜNDÜR...
Dört gündür, Millet; Muhalefetten ve Yargıdan ciddi bir sesin yükselmesini bekliyor...
Millet bölünürken, Ülke parçalanırken; ne yazık ki; Türk Milletinin içini rahatlatacak bir çıkış hala yok...
Gözler, MİLLET ADINA KARAR VERECEK OLAN YARGIYA ÇEVRİLMİŞ DURUMDA...
Başsavcı olmasa da; Yiğit, Yürekli ve Yurtsever bir Cumhuriyet Savcısının çıkışı bekleniyor...
DİYARBAKIR GÖRÜŞMELERİ SONRASINDA; YARGININ TUTUM VE DAVRANIŞI, DEVLETİMİZİN NE ÖLÇÜDE: HUKUK DEVLETİ OLDUĞUNU, YARGININ DA NE ÖLÇÜDE BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ OLDUĞUNU ORTAYA KOYACAKTIR...
Millet hala beklemede...
Ve sabrı tükenmekte...
Ahmet AVCI
20 KASIM 2013

18 Kasım 2013 Pazartesi

215- DİYARBAKIR GÖSTERİSİ BAYRAM DEĞİL HÜSRANDIR...

DİYARBAKIR GÖSTERİSİ, BAYRAM DEĞİL HÜSRANDIR! “Terör tanımı
Madde 1– (Değişik birinci fıkra: 15/7/2003-4928/20 md.) Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”
Yukarıdaki yasa maddesi; TERÖR SUÇUNU TANIMLAMIŞTIR…
Terörle ve teröristle Müzakereyi değil mücadeleyi ön görmüştür…
Hukuk devletlerinde hiç kimsenin suç işleme ayrıcalığı yoktur…
Kanunsuz emri uygulamak ta suçtur…
Kanunların görevlilere verdiği görevi yerine getirmemek te suçtur…
Diyarbakır gösterileri de Bölücü terör örgütüyle; açılım adı altında yürütülen MÜZAKERELER DE; Türk Hukuk sistemine göre suçtur...
Sevr ve Lozan Antlaşmalarından, Misakı Milli sınırlarının korunmasından vaz geçtik, Terörle mücadele yasası açıkça ihlal edilmiştir ve edilmektedir...
PKK TERÖR ÖRGÜTÜNE AÇIKÇA YARDIM VE YATAKLIK YAPILMAKTADIR...
Ve bu yasalarımıza göre açık bir suçtur...
ÜLKE BÖLÜNÜYOR, MİLLET PARÇALANIYOR...
İDARE DE, GÜVENLİK GÜÇLERİ DE, BASIN DA SUÇ İŞLEMEKTEDİR, GEREĞİNİ YAPMAYAN YARGI DA...
17 Kasım 2013
Ahmet AVCI
Yukarıdaki yasa maddesi; TERÖR SUÇUNU TANIMLAMIŞTIR… Terörle ve teröristle Müzakereyi değil mücadeleyi ön görmüştür… Hukuk devletlerinde hiç kimsenin suç işleme ayrıcalığı yoktur… Kanunsuz emri uygulamak ta suçtur… Kanunların görevlilere verdiği görevi yerine getirmemek te suçtur… Diyarbakır gösterileri de Bölücü terör örgütüyle; açılım adı altında yürütülen MÜZAKERELER DE; Türk Hukuk sistemine göre suçtur... Sevr ve Lozan Antlaşmalarından, Misakı Milli sınırlarının korunmasından vaz geçtik, Terörle mücadele yasası açıkça ihlal edilmiştir ve edilmektedir... PKK TERÖR ÖRGÜTÜNE AÇIKÇA YARDIM VE YATAKLIK YAPILMAKTADIR... Ve bu yasalarımıza göre açık bir suçtur... ÜLKE BÖLÜNÜYOR, MİLLET PARÇALANIYOR... İDARE DE, GÜVENLİK GÜÇLERİ DE, BASIN DA SUÇ İŞLEMEKTEDİR, GEREĞİNİ YAPMAYAN YARGI DA... 17 Kasım 2013 Ahmet AVCI

16 Kasım 2013 Cumartesi

214- SON PADİŞAH VAHDETTİN'İN ÜLKEMİZDEN KAÇIŞI!

SON OSMANLI PADİŞAHI VAHDETTİN (1861- 1926)
Ve
ÜLKEDEN KAÇIŞI- 17 KASIM 1922

Sultan Vahdettin, 1861 yılında dünyaya gelmiştir.
Veliaht Yusuf İZZETTİN’NİN ani ölümü üzerine Veliaht olmuş, Sultan Reşat’ın ölümü üzerine de 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın en yoğun ve kara günlerinde tahta çıkmıştır…
Sultan Vahdettin, ağabeyi İkinci Abdülhamit’in kötü bir kopyasıdır. Bu iki kardeşin davranışları, iç ve dış politikadaki tutumları birbirine benzer.
Vahdettin’in felaketini biraz da bu benzerlik hazırlamıştı
Osmanlı Hanedanı’nın şerefli olduğu kadar bayağı olaylarla da yüklü yaşamının son çağında, normal insan yetiştiği çok az görülmüştür.
Saltanat Makamına nice tehlikelerden geçerek ulaşmak, ondan sonra da elde edilen tüm dünya nimetlerine rağmen iğneli bir taht üzerinde oturmak, bu insanların değişmez kaderi idi.
Öyle iken Vahdettin’in Şehzadeliği gibi Veliahtlığı da şanslıdır. Ağabeyi Abdülhamit’in sevgisi sayesinde yaşamının Şehzadelik dönemi rahat geçmekle beraber, Hanedanın bünyevi hastalığı ve dış etkiler yüzünden birçok münasebetsiz olayın gürültüsü arsında geçti.
Sefahat yüzünden ölen babası Sultan Abdülmecit’i hiç tanımadı. Amcası Sultan Abdülaziz’in HAL’İ ve öldürülmesi (ya da intiharı), iki büyük kardeşi Murat ve Abdülhamit arsındaki çirkin mücadele, Sultan Murat’ın tahttan indirilmesi gençlik hatıraları arasında önemli yer tutar.
Daha sonra; Abdülhamit’in uzun süren huzursuz SALTANATININ en yakın tanığı olmuş ve tahttan indirilişini de görmüştür.
Genç Türk hareketi, İttihat ve Terakki, ihtilaller, isyanlar, savaşlar, Vahdettin’in ŞEHZADELİK VE VELİAHTLIK yaşamını dolduran diğer olaylardır.
Kimi gözlemciler, Vahdettin’in diğer şehzadelere göre daha iyi yetiştiğini söylerler.
Oysa gördükleri ve yaşadıkları, ona bilgi ve tecrübeden çok korku, vehim ve güvensizlik kazandırmıştır. Bu nedenle SALTANATI sırasında pek az kimseye güven duyabilmiş, dolayısıyla bu ters etkilerden kurtulamamıştır.
Kendisine de fazla güveni yoktu. Padişah olduğu günlerde tebrik için huzura çıkan Şeyhülislam Musa Kazım efendiye şöyle demiştir:
“Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri, vücutça rahatsız olduğumdan layığı ile tahsil yapamadım. Sinnim kemale erdi (57 yaşında idi). Dünyada bir emelim kalmadı. Biraderlerle (Veliaht Yusuf İzzettin) hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makama intizar da değildim. Fakat takdiri ilahi ile teveccüh etti, bu görevi deruhte ettim. Şaşırmış bir haldeyim. Bana dua ediniz.”
Sabık Adliye Nazırı İbrahim Bey’e de Şunları söylemiştir: ”Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiç bir şeyden korkmam. Fakat ağır bir vazife deruhte ettim. Allah’tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır, siz böyle şeyleri anlarsınız. Odalardan birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam ya da birader bir şey olmuş. Elhasıl biri ruhperver, biri feci. Bunları gördükçe mütehayyiç oluyorum.”
Sultan Vahdettin, yetersizliğini bildiği halde danışmanlarını iyi seçememiştir. İttihatçılar çekilince yanlarında yalnızca ittihatçı düşmanları kaldı. Meclis-i Mebusan'ı da feshettikten sonra artık çeşitli fikirlerin tartışılmasına da imkân kalmamıştı. Ve dar yakın çevresinin etkisine girmişti. Kendisinin ve devletin tüm geleceğini İngiltere’nin insafına bırakmıştı.
Vahdettin’i bu yanlış yoldan çevirecek adamlar yok değildi. Ancak ne yazık ki koca Osmanlı İmparatorluğu içinde ancak ihtiyar Tevfik Paşa ile yetersiz Ferit Paşaya inanıyordu.
Başından sonuna kadar Kuvayı Milliye ye karşı durması çokça bu politik inanışından geliyorsa, biraz da Mustafa Kemal Paşadan korkmasındandır. Mustafa Kemal’den beklediği tehlike onu; hiçbir meziyeti olmadığını bildiği Ferit Paşa’ya daha fazla sarılmak zorunda bırakıyordu. Tevfik Paşanın dirayetine ise gerçekten inanıyordu. Tahtı sallantıda iken kullanacağı adamlarda aradığı en büyük nitelik “SADAKAT”Tİ.
Mustafa Kemal Paşa’yı Veliahtlığında, Almanya seyahatinde tanımıştı. Bu genç Paşa daha o zaman çok tehlikeli laflar etmiş onu ürkütmüştü. Savaşın son günlerinde telgrafla kendisine” falanı Sadrazam yap, beni de Harbiye Nazırı yap,” diyen Mustafa Kemal Paşa’da büyük bir ihtiras seziyordu.
Kuvayı Milliye hiçbir zaman Padişah’a karşı görünmediği halde Padişah’ın gösterdiği husumet, gerçekte Kuvay-ı Milliye akımına değil, bizzat Mustafa Kemal Paşayadır.
Sultan Abdülaziz’e Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülhamit’e Mithat Paşa nasıl birer amansız düşman olarak görünmüşlerse, Sultan Vahdettin’in karşısına da Mustafa Kemal Paşa çıkmıştı.
Hem Mustafa Kemal onlardan daha tehlikeli idi, Padişahın önce ORDUSUNU, sonra ÜLKESİNİ elinden almış, TEBAASINI kendisinden ayırmıştı.
Elbette sıra TAHTINA da gelecekti.
Milli Mücadele süresince; Pek söz edilmemekle birlikte en çetin mücadele Vahdettin ile Mustafa Kemal arasında olmuştur. Çünkü mutlaka biri diğerini tasfiye edecekti.
Her ikisi de bunu gayet iyi biliyordu.
Vahdettin İstanbul’da kalmak ve Kuvay-ı Milliye ye karşı davranmakla, davayı daha başlangıçta kaybetmiştir.
Oysa, İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir süre sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını kurtaracak fırsat vardı: ANADOLU’YA GEÇMEK.
Eğer bunu yapabilseydi. Mustafa Kemal, sonuçta padişahın Sadrazamı olurdu.
Tüm memleket ölüm kalım mücadelesi içende yaşarken, Padişahın Yıldız sarayında oturması, Başkent halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.
Vahdettin 1920 yılında akıl edemediği şeyi, iki yıl sonra yapmak zorunda kaldı.
Hem bu kez İstanbul’u, Sarayını, Saltanatını ebediyken terk edecek ve MİLLETİN KUCAĞINA DEĞİL Düşmanın himayesine sığınacaktır...

ÜLKEDEN KAÇIŞ…
Vahdettin, elbette Türk Milletine karşı işlediği suçların Birgün hesabını vereceğini biliyor ve Milletin adaletinden korkuyordu.
Milli Mücadele’yi taçlandıran Büyük Taarruz sonunda Yunan birlikleri 9 Eylül 1922 de denize dökülüp, sonra da birliklerimiz Çanakkale Boğazına dayanınca; tüm dünya gibi Osmanlının son Hükümdar’ı da hayret ve endişe içinde olayların yıldırım hızıyla gelişmesine, büyük bir heyecan ve korkuyla tanık olmuştu.
HESAP VERME ANI YAKLAŞIYORDU…
Düşmanla işbirliği yapan hükümdarların sonunu tarihler de yazıyordu…
Saltanatın kaldırıldığı 1KASIM 1922 den itibaren huzuru kaçmıştı.
Vahdettin “DEVRİK Hükümdar” durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.           
Milli Hükümetin temsilcisi Refet PAŞA İstanbul’da idi…
Refet PAŞA’NIN kendisini karşılamaya gelen Padişah’ın Yaveri’nin; “HOŞ GELDİNİZ. PADİŞAHIMIZIN SİZE VE TEMSİL ETTİĞİNİZ MİLLİ HÜKÜMETE SELAMLARINI İLETMEKLE GÖREVLENDİRİLDİK.” sözleri üzerine, Refet PAŞA’NIN; “PADİŞAH’A KARŞI DUYDUĞUM SAYGI VE TEŞEKKÜRÜ LÜTFEN KENDİLERİNE SUNUNUZ.”  yanıtı, Vahdettin’in kaderini ortaya koymuştu…
İngiliz işgal Kuvvetleri komutanı General Harrington’un Saraya sıkça gidiş gelişi gözden kaçmıyordu. Kaçış planı hazırlandığı belli idi…
Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu. Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi. Saray çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı. Padişah artık yalnızdı. İngiliz Generali Harrington’a; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.            
Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi.
600 yıllık OSMANLI Hanedanı’nın sonuncu Sultanı, şu iki satırlık Yazı ile iltica etmiştir:
“Der saadet İşgal Orduları başkumandanı
General Harrington Cenaplarına,
İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devleti Fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim.
                                               
                                                                        16 teşrinisani (KASIM) 1922
                                                                         Halifei Müslümin
                                                                         Mehmet Vahdettin”

Vahdettin’in; 600 yıllık bir aile ve kahraman bir millet için yaptıkları çok ağırdı…
Milli Mücadele’de düşmanla işbirliği yaptığı ve Milli Mücadeleyi baltaladığı gibi, Milletine hesap verme ve milletin adaletine güvenme yürekliliğini de gösterememiştir…
17 KASIM 1922 Cuma günü, Yıldız Camisi önünde toplanan vezirler ve yüksek rütbeli kişiler, CUMA SELAMLIĞINA alışıldığı gibi katılacak HALİFE’Yİ BOŞUNA bekliyorlardı.
Sarayın özel askerleri renkli kıyafetleri, beyaz eldivenleriyle özel bölüklerin yaldızlı kalpaklı, çizmeli subayları gösterişli tavırlarıyla her an YILDIZ SARAYI’NIN kapısından gözükecek arabayı karşılamaya hazırdılar…
Ezan okundu. Vakit bir hayli geçti, gelen giden yoktu…
Sultan Vahdettin, o gün sabahtan kaçış hazırlıklarına başlamıştı.
Yanına on iki kişi alacaktı.
Kaçış Malta köşkünden yapılacaktı.
Saray’dan üç araçla çıkıldı.
Dolmabahçe Sarayı’nın Rıhtımında İngiliz Bayrağı taşıyan motor, Marmara da demirli İngiliz zırhlısı MALAYA’YA kaçakları ulaştırdı.
Artık Osmanlı devri ebediyen kapanmıştı…

Vahdettin, saltanatı döneminde bir gün Baş Kâtibi’ne şöyle demiş: ”Bizim Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir; Sarhoşu gelmiştir. Zalimi gelmiştir, dinsizi gelmiştir.” Vahdettin’den sonra bu halkaya eklenecek hükmü de tarih vermiştir. VATAN HAİNİ VAHDETTİN.

VAHDETTİN’NİN SONU
Vahdettin, İngiltere’ye sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır.
Vahdettin’in kaçışı, SALTANAT HAKKINI Osmanoğullarından da uzaklaştırmış ve tarihe karıştırmış oldu… 
Bundan sonra bu ailede yalnızca HİLAFET unvanı kalıyordu.
Hilafet Makamı’na da TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNCE HANEDAN’IN EN İYİ VE NİTELİKLİSİ Abdülmecit Efendi getirildi.
Düşmüş, Hükümdar, MALTA’DA soğuk bir törenle karşılandı. Sonra Mısır’a gönderildi… Mısır’da hakarete uğrayan Vahdettin Mekke’ye geçti…
Tüm Arap Hükümdarları, büyük bir ailenin bu üyesinden KENDİ SALTANATLARI İÇİN KUŞKU DUYDULAR…
Vahdettin, kaçarken “HALİFELİK” sanını da beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.    
Sonunda konuk olarak hiçbir yerde kalamayacağını anlayan Vahdettin, San Remo’ya yerleşti.
26 Mayıs 1926’da SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile cenazesine haciz konuldu. Mezarı Suriye’de ŞAM’DA dır. 

Ahmet AVCI
17 Kasım 2013

Not: 2010 yılı Mayıs ayında bir grup arkadaşımla; Suriye, Ürdün ve Lübnan gezisine katılmıştım…
Bu gezi ile gözlemlerimi “ÜÇ ÜLKE GEZİSİNDE GÖRDÜKLERİM VE DÜŞÜNDÜKLERİM” başlığı ile yazmıştım.
İzninizle bu yazımdan bir bölümü paylaşıyorum:    
“Ben kendimi; bir Türk Milliyetçisi ve Türk Devrimcisi olarak görürüm.
Geziye çıkmadan önce; 15 Mayıs ve 19 Mayıs tarihlerinin anlam ve önemini göz önüne alarak iki yazı yayımlamıştım: “İZMİR’İN İAŞGALİ-ANLAMI- ÖNEMİ” ve “KURTULUŞ SAVAŞININ BAŞLATILMASI”.
İki yazımın odağında da, bana göre ‘CAHİL VE HAİN’ olan Padişah Vahdettin vardı.
Ama Vahdettin’in (ŞAM’DAKİ)mezarını insani duygularla ziyaret ettim ve dua okudum. Yüreğim sızladı. Bir cami avlusunda; Osmanlı Hanedanına mensup kişilere ait dokuz mezarın en sıradan ve sade olanı Vahdettin’e aitti.
İçimden ağladım. Her şeye karşın O bizim İmparatorluğumuzun son Padişahı idi.”



213- BU NE İŞTİR!

BU NE İŞTİR!
Diyarbakır’da yaşananlar, BAYRAM MI, HABUR BENZERİ BİR KEPAZELİK Mİ?
Barış bu mu?
Bu; barış ise ne zaman savaşıldı ve tarafları kimlerdi...
Sonuç ne oldu...
Terör mü bitti?
Terörist teslim mi oldu?
Bölücüler, taleplerinden vaz mı geçtiler?
Türkiye Cumhuriyeti mi telsim oldu?
Bugün “barış günü” mü?
“Kara bir gün” mü?
Yedi bin şehit ne oldu?
50 bin can nereye gitti?
Kürt bayramını anladık da; Türk bayramı ne zaman?
Osman Baydemir'in Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına “Meşe ağacının dalı nerenize battı sayın hükümet Hastirin" sözünü nereye koydunuz…
Kürtlerin bir kedisini bile vermem diyen Barzani, baş tacı mı oldu?
Bugün türkülere gözyaşı dökenlerin ŞEHİTLERİMİZ için ağladığını gören var mı?
Eğer TSK rehin alınmamış olsaydı; türban serbestîsi ve PKK açılımı olur muydu?
TSK’nın başındaki komutan çok ÖZEL biri olmasaydı Diyarbakır bugünü yaşar mıydı?
Hukukun işlediği, yargının bağımsız ve tarafsız olduğu demokratik bir ülkede; bu keyfilik sergilenebilir miydi?

16 KASIM 2013




212- SALTANATIN KALDIRILIŞI!

             
            SALTANATIN KALDIRILMASI - 1 KASIM 1922
            91 yıl önce Bugün Saltanat Kaldırılmış ve egemenlik millete verilmişti…
            MİLLETCE, egemenliğinin değerini anladık mı bilmiyorum ama, SALTANAT’IN kaldırılış öyküsünü anımsatmak istedim…
            Birinci Dünya savaşında yenilgiye uğrayan Osmanlı Devletinin toprakları işgal edilmiş ve Osmanlı Yönetimi itilaf Devletlerinin kontrolüne geçmişti…
           Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde; Milli Mücadele’nin başlatılması ve Osmanlı Meclisi’nin dağıtılmasından sonra; 23 Nisan 1920’de, Millet egemenliği esasına göre oluşturulan, TBMM ile yeni bir Türk devleti kurulmuştu.
            Vatanın bütünlüğü ve Milletin bağımsızlığını esas alan bu yeni devlet, vatanı kurtarmıştı.
            Osmanlı Padişahı ve Hükümeti ise; Milli mücadeleyi engellemek için her çareye başvurmuş, TBMM ve Hükümetini, yani MİLLİ EGEMENLİĞİ kabul etmemişti. Milli kuvvetlere karşı düşmanla işbirliği yapmış ve halk arasında kışkırtmalarla ayaklanmalar çıkartmış, hatta isyan orduları kurmuştur. Ayrıca saltanat; Türk Milletinin idam kararı sayılacak SEVR ANLAŞMASINI da imzalamıştır.
            Mustafa Kemal, Zaferden sonra, daha İzmir’de iken; İstanbul Hükümeti ve Saltanat sorunlarının nasıl çözümlenmesi gerektiği konularında görüşmelere başlamıştı.
            Meclisteki muhalif kanat; saltanatın kaldırılacağını sezerek, geleceğin devlet düzeni ve şekli konusunda kaygı duyuyorlardı.
            “Teşkilatı Esasiye Kanunu”nda; Egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu ve idare biçiminin ise, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına, yasama ve yürütme yetkilerinin, Ulusun tek temsilcisi olan, TBMM’ne ait olduğu belirtilmiş olmasına rağmen, Meclisteki muhalif-tutucu kanat; HİLAFET-SALTANATI korumak için çalışmaya başladı.
            Amasya Genelgesini Mustafa Kemal’le birlikte imzalayan üç arkadaşı, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar; Mustafa Kemal’le özel bir görüşme yaparak; endişe, kaygı ve muhalefetlerini belirttiler. Mustafa Kemal de arkadaşlarının endişelerini giderdi ve yatışmalarını sağladı.
            Bu arada; Refet paşa, J.Genel komutanı olarak; Ankara Hükümeti adına Trakya’yı teslim almak üzere görevlendirildi.
            Refet Paşa 100 Türk Jandarması ile Sirkecide halkın coşkun gösterileri ile karaya çıktı. Türk Askerinin  “Mustafa Kemal Paşa Serdarımız” marşı ile ilerlemesi, Halkın dört yıl sonra sevinç gözyaşları ile mutlu bir gün yaşamasını sağladı.
            Milliyetçiler artık İstanbul’da da egemen duruma gelmekteydiler.
            Refet Paşa İstanbul’da; İstanbul Hükümetini tanımadığını belirtti. Refet Paşa ile görüşen Vahdettin ise İstanbul Hükümetinin varlığında ısrar ediyordu.
            Refet Paşa; ısrarla İstanbul hükümetinin istifasını istedi. Ancak, Padişah; kendisini hala meşru HÜKÜMDAR olarak görmekte idi.
            Bu arada Sadrazam Tevfik Paşa; zaferin nimetlerine ortak çıkmak ve Osmanlı iktidarının meşruluğunu kabul ettirmek amacı ile 17 Ekimde Bursa’da bulunan Mustafa Kemal’e haber göndererek, zaferin kazanılması ile “İSTANBUL-ANKARA ikiliğinin sona erdiğini, BARIŞ KONFERANSINA hazırlık ve işbirliği sağlamak için, güvenilir bir temsilcinin, İstanbul’a gönderilmesini istedi. Mustafa Kemal bu isteğe çok sert yanıt verdi:
            “Türk Ulusu adına tek söz sahibi makamın TBMM olduğunu, barış konferansında da Türkiye’yi gene TBMM'nin temsil edeceğini” belirtip, bu gerçek karşısında; ”devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk doğuracağını”  hatırlattı.
            Tam bu kritik durumda İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de Ankara ve İstanbul hükümetlerini; Kasım ayında Lozan’da yapılacak toplantı için davet ettiler.
            Sadrazam Tevfik Paşa bu kez doğrudan; 29 Ekim’de TBMM’ne telgrafla başvurarak, TBMM sözünü dahi kullanmadan, ”İstanbul Hükümetinin işbirliğine hazır olduğunu” bildiriyordu.
            Bu istek Mecliste çok sert tepkilere yol açtı. Bu davranışı; ülkeyi ikiye bölmek isteyen Padişahın yeni bir politikası olarak, nitelediler. İstanbul yönetiminin ihanetleri uzun uzun açıklandı. İsmet Paşa bunun Mudanya Konferansına da aykırı olacağını belirtti.
            Oysa Mecliste genel eğilim, Saltanat ve Hilafet’e bağlılık doğrultusunda idi.
            Keçiören görüşmesinde yapılan nabız yoklamasında, Rauf Bey; ”Saltanat ve Hilafet’e vicdanen ve duygusal olarak bağlı olduğunu ailesinin Padişahın nimetleri ve ekmeği ile yetiştiğini, SALTANAT VE HİLAFETİN kaldırılmasının İslam Âleminde çok kötü etki yapacağını” söylemişti. Refet Bey de buna katılmış, Ali Fuat Paşa ise görüş belirtmemişti.
            Ankara’da hiç de Devrimci Rüzgârlar esmezken,  havayı değiştiren Tevfik Paşanın tel yazısı oldu.
            Lozan’daki temsil işi, bir anda, İktidar sorunu, Anayasal sorun haline geldi.
            Kurtuluşun Başkentinde; Zaferi ve İktidarı kaptırmamak duygusu yükseliverdi. Bunun formülü, Saltanat ile Hilafetin biri birinden ayrılması, ikincinin korunması biçiminde idi. Böylece Lozan’a hangi devletin gideceği de belli olacaktı.
            İŞTE SALTANATIN KALDIRILMASI OLAYININ GÖRÜNÜRDEKİ NEDENİ BUDUR, YANİ BİR TEMSİL KRİZİ OLAYIDIR.
            Kuşkusuz bu çifte davet; Mustafa Kemal Paşa’ya, ”Şahsi Saltanatın kaldırılması” için fırsat verdi. Zaten Hilafet ve Saltanat sorunu savaş sonrasına bırakılmıştı.
            Savaş bitince; ”Ulusal egemenlik yanlıları ile Hilafetçiler arasında” bir hesaplaşma olacaktı. Artık, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar da; Saltanatın sona ermesini istiyorlardı. Ancak; Meclis Saltanatın kaldırılmasını isterken”, HİLAFETİN KALMASI EĞİLİMİNİ” koruyordu.
            Öncelikle bilmeliyiz ki; Birinci Dünya savaşı, bazı otoriter Monarşilerin, Hanedanların sonu olmuştur.
Çarlık Rusya’da Romanoflar (1917), Avusturya –Macaristan ve Hasburglar (1918), Almanya ve Hohenzolernler (1918-1919), Weimar Cumhuriyeti. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ile Avrasya’daki diğer Monarşiler de çöküş halinde idiler.
            İçte de Yani Osmanlı’da da; Monarşinin altı epeydir oyulmuştur.
            Padişahların tahttan indirilmesi (1909).
Silikleşmesi (1909-1914).
            Padişahsız yönetim alışkanlığının doğması (1914-1918).
            Düşmanla işbirliği (1918-1922).
            Kurtuluşun Monarşi sayesinde değil, ona rağmen gerçekleşmesi (v.b.) herhalde, bir kurum bu kadar kısa sürede bundan daha fazla aşınamazdı.
            Ayrıca bu süreçte (dönemde) yükselen yeni ilke, kurum ve kurallar da vardı: YEREL KONGRELER, MİLLET EGEMENLİĞİ, TBMM, TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU gibi.
            Aslında Türkiye Halkı Padişahsız yaşamaya alışmıştı. Ve İstanbul’un etkisi; İzmit ve Çatalca’nın ötesine de geçemiyordu. Kurtuluşunu da, “İstanbul Monarşisi sayesinde değil” ona rağmen gerçekleştirmişti.
            Saltanatın kaldırılması olayının görünürdeki nedenine değil de asıl nedenine eğildiğimizde karşımıza şu manzara çıkmakta; ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞININ MİLLİ VE DEMOKRATİK NİTELİĞİ, SALTANAT ANLAYIŞI VE KURUMU İLE ÇELİŞKİ HALİNDEDİR.
            Kurtuluşun; Halkçı, Ulusal ve Demokratik biçimler almış olması şimdi KURULUŞUN da böyle olmasını zorunlu değilse bile mümkün kılmaktadır.
            Savaş Demokrasisinin, yani Antiemperyalist savaşın demokratik usullerle yürütülmüş olmasının meyveleri toplanmaya başlanmıştır.
            Saltanat Kanunla değil, Meclis kararı ile kaldırılmıştır. (Aslında Meclis kararı, Meclisin iç işlerine ilişkin işlemlerde kullanıldığı halde, Meclis Saltanatı da kararla kaldırmıştır.)
            Mustafa Kemal PAŞA, bu kararı da ikna yöntemi ile TBMM’ne aldırmıştır. Önce, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir Paşa’yı ikna etti. Onlara Mecliste etkili konuşmalar yaptırdı.
            30 Ekim 1922 günü, TBMM’nde, Dr. Rıza Nur Bey; İtilaf Devletlerinin, Türkiye’de iki hükümetin var olduğu kanısında olduğunu ve buna son verilmesi gerektiğini söyleyerek; 80 arkadaşı ile birlikte hazırladığı “ÖNERGEYİ” Meclise verdi.
            Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırarak, Saltanatın kaldırılmasını içeren ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu, Teşkilatı Esasiye kanununa göre; EGEMENLİĞİN Ulusa ait olduğunu belirten bu önerge ile Mecliste tarihi bir sorun gündeme geldi.
            TBMM, 30 Ekim 1922 günü verdiği 307 sayılı kararla “Osmanlı İmparatorluğunun yaşamının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahın tarihe karıştığını” belirtti.
            Ancak bu karardan sonra, Meclisteki bazı tutucu milletvekilleri hoşnutsuzluk içine girdiler. SALTANAT kaldırıldıktan sonra halifenin güçsüzleşeceği, ya da kolaylıkla kaldırılacağı kuşkusunu taşıyorlardı.
            Bunun üzerine durumu daha kesin biçimde çözümleyecek, yeni bir karar tasarısı hazırlandı.
            Tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza girdiğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu:
            ”EGEMENLİK VE SALTANAT HİÇ KİMSEYE İLİM GEREĞİDİR DİYE, GÖRÜŞME İLE TARTIŞMA İLE VERİLMEZ. EGEMENLİK VE SALTANAT, KUVVETLE VE ZORLA ALINIR. OSMANOĞULLARI ZORLA TÜRK ULUSUNUN EGEMENLİK VE SALTANATINA EL KOYMUŞLARDI. BU DURUMU 600 YILDAN BERİ SÜRDÜRMÜŞLERDİ.
ŞİMDİ DE TÜRK ULUSU, BU SALDIRGANLARA HADLERİNİ BİLDİREREK VE AYAKLANARAK; EGEMENLİK VE SALTANATLARINI KENDİ ELİNE ALMIŞ BULUNUYOR. BU BİR OLUPBİTTİDİR.
SÖZ KONUSU OLAN, ULUSA SALTANATINI, EGEMENLİĞİNİ BIRAKACAK MIYIZ, BIRAKMAYACAK MIYIZ DEĞİLDİR.
KONU ZATEN OLUP-BİRMİŞ BİR GERÇEĞİN İFADESİNDEN İBARETTİR. BU MUTLAKA OLACAKTIR. BURADA TOPLANANLAR, MECLİS VE HERKES MESELEYİ TABİİ GÖRÜRSE, FİKRİMCE UYGUN OLUR. AKSİ TAKDİRDE, YİNE GERÇEK USULÜNE UYGUN BİÇİMDE İFADE OLUNACAKTIR.
FAKAT İHTİMAL BAZI KAFALAR KESİLECEKTİR.”
            Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ”Affedersiniz efendim, biz meseleyi başka görüş açısından inceliyorduk, açıklamalarınızdan aydınlandık. Mesele, ortak komisyonda çözümlenmiştir. ”dedi.
            Mustafa Kemal’in bu çıkışı dikkate değer. Sabırla ve adım adım amacına yaklaşırken, önüne çıkan son zorluk karşısında hemen liderliğini göstermekte, karşısında bulunanlar da onun otoritesine baş eğmektedirler.
            Böylece; 1/2 Kasım gecesi verilen 308 sayılı kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren Saltanatın,  “EBEDİYEN” kakmış olduğu belirtildi.
            Yalnız, Halifelik sorunu henüz çözümlenmemişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi için saklı tutuluyordu. Bu aile içinden kimin Halife olacağını TBMM kararlaştıracaktı. Halife seçileceklerin; ”Bilimsel ve ahlaki açıdan” düzgün ve iyi karakterli olması gerekti.
            Türkiye Devleti, Halifelik Makamının da dayanağı idi.
            Saltanatın, 16 Mart 1920 tarihinden itibaren yok sayılması yerine,  bunu 23 Nisan 1920’ye götürmek daha yerinde olurdu.( Ahmet MUMCU). Çünkü ulusal egemenlik ilkesinin uygulanmaya başlamasından itibaren, kişisel egemenlik sona ermişti.
            Verilen kararla Saltanatın 16 Mart 1920’de kalkmış sayılması, TBMM ile kurulan düzenin asla geçici olmadığı herkese anlatılmış oluyordu.
            Böylece Devrimin ilk büyük adımı atılmış oluyordu.
            Saltanat kaldırılmış fakat Hilafet sorunu çözülememiştir. Karara göre;” Türkiye Devleti, Hilafet makamının dayanağıdır. ”Halifeliğe; Meclisçe Osmanlı soyundan bir kişi seçilecektir
            Böylece yüzlerce yıl Türkleri yöneten bir ailenin artık salt sözde kalmış yetkileri de yok oldu. İstanbul’daki Padişah yalnız halife sıfatını taşıyacaktı.
            SONUÇLARI:
            Padişahlık kaldırılınca, Hükümetinin de varlık nedeni kalmadı.
            TBMM Kararına ve İstanbul’daki bazı Nazırların istifalarına rağmen, Tevfik Paşa hala görevinin başında idi. Refet Paşa’nın tehdidi üzerine 4 Kasımda istifa etti.
            İstanbul’daki, Mülki, adli ve yerel yöneticiler, Ankara’ya bağlılıklarını bildirdiler. İngilizler; ”İstanbul’un yönetiminin Türkiye’nin bir iç sorunu olduğunu belirttiler.”
            İstanbul’un yönetimi TBMM’ne bağlandı. Bunu bir süre Refet Paşa üstlendi.
            Bu arada; Lozan’da tek kanaldan temsil sağlandı. Vahdettin “DEVRİK Hükümdar” durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
            Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu.
Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi.
Saray çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı.
Padişah artık yalnızdı.
İngiliz Generali Harrington’a Bir adamını gönderip; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.
            Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi. Kabul edilince de, TBMM daha yeni halifeyi seçmeden, 17 Kasım gecesi; Vahdettin, İngiliz gemisine sığınarak, Yurt dışına kaçtı.
            İngiltere’ye sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır. Kaçarken “HALİFELİK” sanını da beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.
            Ancak, sorun; ”Hilafet Makamı”nın boşaldığına kim karar verecekti?
            Ulema, Şeriye Vekilinin vereceği ”Fetva” nın yeterli olacağı görüşünde idi. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Fetvanın mutlaka TBMM’nin onayından geçmesini savundu. Şöyle diyordu:“Bu memleketi yıkmak için de Fetvalar verilmiştir. Fetva mutlaka Meclisin onayına sunulmalıdır.”
            Biçimsel hukuk sorunu gibi görünen bu kapışma, aslında büyük bir  “İdeolojik-politik” anlam yüklüdür. Kurtuluş Savaşı’nın Anayasal ilkesi; Millet Egemenliği ve bunun yalnızca TBMM tarafından kullanılmasıydı. Önderlik bu konuda son derece duyarlı idi.
            Burada bir kez daha; KURTULUŞUN, KURULUŞ üzerindeki etkisini görüyoruz.
            MİLLET EGEMENLİĞİNE VE ULUSAL- LAİK MEŞRULUK ANLAYIŞINA DAYALI KURTULUŞ İDEOLOJİSİNİ VE KURUMLARINI, DİNSEL KAYNAKLI OTORİTEYE KAPTIRMAMAK TİTİZLİĞİ.  SONUÇTA AĞIR BASAN BU OLDU.
             TBMM 18 Kasımda verdiği 313 sayılı kararla Vahdettin’in Halife olmadığını belirtti. 20 Kasım tarihli 314 sayılı kararla da Osmanlı ailesinden Abdülmecit’i Halife seçti.
            Saltanatın kaldırılmasına ve yeni Halifenin seçilmesine halktan hiçbir tepki gelmedi. Bugüne kadar hiçbir Saltanatçı aranış görülmedi. Başka bazı ülkelerdeki, Cumhuriyet-Monarşi-İmparatorluk gelgitleri, göz önüne alınınsa (Fransa, İspanya, Balkanlar hatta İngiltere v.b) bunun önemi daha iyi kavranabilir.
            Saltanatın kaldırılması; köklü dönüşümlerin önünü açmıştır. Gelenekçiliğin siyasal karargâhı olan Saltanat Kurumu kaldırılmadan, ”Devrimci Sürece” girilemezdi. Kemalistler, bu yolda ilerlemeye kesin kararlıydılar.  
            Milli Mücadelenin; bir DEVRİM’E dönüşmesinde en büyük engel, TBMM’nin dışında, gücünü dinden, dinsel, geleneksel inançlardan alan bir padişahlık kurumunun İstanbul’da varlığını sürdürmesidir. Saltanatın kaldırılması, Padişahlığın tarihe gömülmesi, Milli Hareketle başlayan Devrim’in önündeki en büyük aşamasıdır.
             Bu engelin aşılması; Türk Devrimi’nin ilk adımıdır. Bu adım siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda atılacak adımların, girişilecek atılımların; geçmişin inanışları, düşünüşleri içinde değil, yeni dönemin; ÇAĞDAŞ, MİLLİYETÇİ anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük müjdesidir.
            Saltanatın kaldırılması ile atılan bir büyük adımın güçlendirilmesi; geriye dönülmez bir karar olarak tüm ülkede ve dünyada kanıtlanması için iki önemli karan da alınması gereklidir: CUMHURİYET İLAN EDİLMELİ VE SALTANAT GİBİ HİLAFET DE KALDIRILMALIDIR. Onları da diğer devrimci atılımlar izlemelidir.

            Ahmet AVCI
            1 Kasım 2013                     

             
            NOT: Vahdettin, önce Malta’ya götürüldü. Oradan SAN-REMO’ YA geçti. Bir süre sonra Beyrut'a gitti. 26 Mayıs 1926’da SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile cenazesine haciz konuldu. Mezarı Suriye’de ŞAM’DA dır.




Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar