11 Şubat 2019 Pazartesi

317- MİLLİ MÜCADELE'DE GÜNEY CEPHESİ

MİLLİ MÜCADELE’DE GÜNEY CEPHESİ…

 Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinin yenilmesi sonrasında İmzalanan Mondros Mütarekesi hükümleri uyarınca Ülkemizde işgaller başlamış, işgallerle birlikte Türk Halkının direnişleri de ortaya çıkmıştı…
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa da bu direnişleri organize ederek, Türk Milli Mücadelesini başlatmıştı…
Amasya Genelgesi ile Milli Mücadelenin; GEREKÇESİ, YÖNTEMİ VE HEDEFLERİ ORTAYA konulmuş, Erzurum ve Sivas kongreleri ile de Mücadele Millete mal edilmiştir…
Milli Mücadele’de öncelikli hedef; Ermeni sorunu ve Batı Cephesi olmuştur…
Başlangıçta İngilizlerce İşgal edilip sonra da Fransızlara devredilen GÜNEY CEPHESİNDE (ADANA, MERSİN, OSMANİYE, MARAŞ, HATAY, ANTEP, URFA) başlayan Türk Fransız Savaşı, Kurtuluş Savaşının ikinci derecede bir Cephesidir.
Bu cephede büyük kuvvetler kullanılmamış ve askerlik bakımından fazla önemi olmayan çarpışmalar ile şehir çatışmaları biçiminde sürmüştür.
Çok dağınık ve ayrıntılı olaylara sahne olan Güney Cephesinde, savaşın süresi de kısadır.
Çarpışmalar, Ocak 1920’de başlamış ve bir yıl kadar sürdükten sonra,1921 yılı Mart ayının ilk yarısında son bulmuştur.
Oysa savaşa yol açan işgaller, Mondros Mütarekesi sonrasına rastlar ve hukuken savaşın bitimi ise, 20 Ekim 1921 (Ankara Antlaşması) dir.
Kendilerini Osmanlı Devletinin mirasçıları sayan üç büyük devletten ikisi, İngiltere ve İtalya, paylarını alırlarken, Türkiye ile yeni bir silahlı çatışmaya girişmemek için, son derece dikkatli davrandıkları halde; Fransa’nın bu davranışı basiretsiz bir siyasasının sonucudur.
Fransa’nın düştüğü yanlışlık, Suriye ile Anadolu’yu birbirine karıştırmasından ileri gelmekte idi.
Ayrıca Fransa Suriye Mandasını ve Kilikya’yı elde bulundurmak ve Anadolu’da kendisine tanınan ”Nüfuz ve menfaat Bölgesi”nden yararlanmak için çokça asker bulundurmak gerekeceğini de kestirememiştir.
İçinde bulunduğu Savaş sonrası güçlükleri nedeni ile tüm bu çıkarlarını sağlamaya yetecek bir kuvveti, bu bölgeye ayıramazdı.
Bunun için Araplara ve özellikle Türklere karşı, müttefik olarak Ermenileri seçti. Böylece, Ermeni hamiliğini de yüklenmiş, ancak tahrike çok elverişli olan Ermeni Halkı’nın başını derde sokmuş oluyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Araplar, Türklere karşı ayaklandıkları halde, Fransızların yanlış tutumu, Arap-Türk işbirliğinin kurulmasına yol açmıştır.
Güneydeki savaş; Yalnız Fransızlarla-Türkler arasında geçmiş bir olay değildir. Üç Halkın kurtuluş mücadelesi iç içedir (Türkler, Araplar, Ermeniler)  ve bu dört yanlı kavgada, emperyalist devlet olarak, Fransa etken konumdadır.
Güney Cephesinde; Fransa’nın üç Tümenlik gücü vardı. Topçu, Uçak ve zırhlı otomobillerle takviyeli olan bu kuvvet, biri Fransız, ikisi Senegal, dokuzu Cezayir Alayı olmak üzere 12 Alayı bulunuyordu.
Fransız Birlikleri, Mersin’den Urfa’ya kadar olan, Türk Topraklarına ve Suriye’nin kuzey bölgelerine yayılmıştı.
Suriye’deki Arap kurtuluş hareketini de bastırmak zorunda olduklarından, Fransız Komutanlığı emrindeki gücün tümünü, Türklere karşı kullanamamıştır.
Buna karşılık, Türk cephesinde organize ettikleri, düzenli Ermeni kıtaları ve Ermeni milis güçleri, Fransa birliklerinin yanında çarpışıyorlardı.
Ermeni savaşçıların miktarı üç bin kadardı.
Güney Anadolu’da, Fransız işgaline ve Ermeni hareketine karşı Milli Mücadele lideri Mustafa Kemal’in ilk ilgisi, Sivas Kongresinden sonra, Sivas’ta yapılan Komutanlar toplantısında (16 Kasım 1919) alınan kararlarla başlamış ve bu bölgeye gönderilen üç subay, teşkilat kurmakla görevlendirilmişti: (1. Binbaşı Kemal; Doğan kod adı ile çalışmıştır.” General Kemal Doğan”. 2. Yüzbaşı Osman; Tufan kod adı ile çalışmıştır.” General Osman Tufan”. 3. Yüzbaşı Ratıp; Sinan Kod adı ile çalışmıştır.” Sinan Tekeli”.)
Güney Cephesi, Milis Kuvvetler kurularak, yavaş yavaş oluşturulmuş ve olaylar, 1920 yılı Ocak ayında ve aniden hızla gelişmiştir.
 Güneydeki savaşın ilk çatışması, 20 Ocak’ta Maraş’ta başladı ve sonra diğer yerlere sıçradı.
Güney’deki savaşın önemli çatışmaları şunlardır:
1. Maraş Muharebesi: 20 Ocak 1920- 10 Şubat 1920
2. Adana Muharebeleri: 21 Ocak 1920-20 Ekim 1921
3. Urfa Muharebesi: 9 Şubat 1920- 11 Nisan 1920
4. Antep Muharebeleri: 1 Nisan 1920 - 8 Şubat 1921
Maraş ve Urfa Muharebeleri, bu iki şehirdeki, işgal kuvvetlerine karşı yapılmış ve her iki muharebe de Fransızların ve Ermenilerin yenilerek çekilmesi ile sonuçlanmıştır.
Urfa bozgunundan sonra, Fransızlar bir daha Fırat’ın doğusuna geçmemişler ve Maraş’ı işgal için yeni bir girişimde bulunmamışlardır.
En zorlu çatışmalar, Antep’te olmuştur. Antep Savunması içeride ve dışarıda büyük yankılar uyandırmıştır.
Antep muharebelerinin son üç aylık dönemi, Urfa ve Maraş çatışmalarının aksine Antep’in Fransızlarca kuşatılması biçimindedir.
Antep halkının ve savaşçılarının, her tarafla bağlantılarının kesildiği, yiyecek ve cephane sıkıntısı çekildiği halde, gösterdiği direnme gücü, kahramanlık destanlarını andırmaktadır.
Adana Cephesi Komutanlığının emrindeki iki zayıf Tümenle, duruma etkili olamayışı, gittikçe açlığa sürüklenen halkın ve Kuvayı Milliyenin moralini bozmakta idi.
Sonunda; biri 6/7 Şubat 1921 gecesinde, diğeri de ertesi gece olmak üzere iki yarma hareketi ile savaşçılar Antep’ten çıkıp kurtuldular ve Antep Fransızlara teslim oldu.
Adana Bölgesinde cereyan eden başlıca çatışmalar şunlardır:
Pozantı Savaşı: Adana’yı işgal eden Fransızlar, Ortaçağda kurulan, Ermeni Krallığını yeniden oluşturmaya çalışınca, bölge halkı örgütlenmeye çalışmıştır. İstanbul’daki Adanalıların kurduğu Kilikyalılar Cemiyeti, merkezini Adana’ya taşıyarak, (İntibah (UYANIŞ) Cemiyeti ile birlikte bölgede Ulusal bir birlik oluşturarak, Toros Cephesini kurmuşlar ve Ermenilerle savaşmaya başlamışlardır.
Nisan 1920’de başlayan çatışmalarda; 18 Mayıs 1920 günü Pozantı’da kuşatılan 800 mevcutlu Fransız birliği on gün süren çatışmadan sonra, 28 Mayısta teslim alınmıştır. Bu olaydan sonra, Fransızların teklifi üzerine 28 / 29 Mayıs 1920’de başlayan 20 günlük bir mütareke (Ateşkes antlaşması) imzalanmıştı. Fakat Mütareke süresinde, Türklere karşı zulüm yapıldığından 18 Haziranda mütareke bozuldu.
Şar Kasabası 2 Temmuz 1920’de Ermenilerden kurtarılmıştır.
Haçin kasabası aylarca süren çatışma sonunda 17 Ekim 1920’de Ermenilerden kurtarılmış ancak Ermeniler çekilirken kasabayı yakmışlardır.
7-10 Mart 1921’de Osmaniye’de çatışmalar olmuş ve Fransızlar Adana’dan takviye alarak saldırdıklarından Türk Birlikleri geri çekilmişlerdir.
Bu çatışmalardan sonra cephede adeta bir Mütareke havası esmeye başladığından, öneli bir askeri harekât olmamıştır.
Fransız’lara karşı Suriye’de başlamış olan Arap Milli hareketi; Türk Güney Cephesinin yükünü oldukça hafifletmişti.
 Türk ve Arap birlikleri arasında kalan Fransızlar, Hem güney Anadolu’da hem Adana bölgesinde hem de Suriye’de savaşmak zorunda kalmışlardır.
 Türk- Arap işbirliğinin, Arap Milli liderlerine büyük umutlar verdiği yazışmalardan anlaşılmaktadır.
Ankara’ya yaptıkları teklifte; Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarını kurtararak, bir konfederasyon kurmalarından, ya da kararlaştırılacak bir formül üzerinde anlaşmaktan söz etmişlerdir.
Arap Milliyetçilerden Türklere yakın olanlar bulunduğu gibi Fransızlarla anlaşanlar da vardı.
Türklere yakın olan Arap örgütlerinin başlarında eski Osmanlı Subayları bulunmakta idi. Şam’da Şefik Bey, Halep’te Yarbay Emin Bey ve Kurmay Yarbay Nimet Bey gibi.
Türkler; Suriye’deki yandaş teşkilata, talimat vermek, teşkilatçılar göndermek, silah ve cephane vermek suretiyle yardım etmişlerdir.
Fransa, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki çıkarlarını korumaya çalışırken, işin çıkmaza sürüklendiğini bir süre sonra görmeye başlamıştır.
 Kilikya ve birkaç Türk kenti uğruna Suriye Mandası tehlikeye düşebilirdi. Suriye’de rahat kalabilmek için Türklerle anlaşmaktan başka yol yoktu.
 Bu düşünceyle olsa gerek; 1920 yılı sonlarına doğru, İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiserliğine General Pelle ve İstanbul’daki Fransız Kuvvetleri komutanlığına da General Cahrpy atanmışlardır.
Sonunda, 16 Ocak 1921’de Fransa’da Birand kabinesi kuruldu.
Bundan sonra, Fransa’nın, Türkiye’ye karşı tutumunun değişmeye başladığı açıkça belli olacaktır.
 23 Şubat-12 Mart 1921’de Londra’da toplanan konferans, Türkiye ile Fransa’nın bir anlaşma yapmasına fırsat vermişti.
11 Mart’ta Birand ile Bekir Sami Beyin imzaladıkları bu anlaşma, hemen Fransa’nın Suriye Komutanlığına bildirilmiş ve cepheye mütareke havası hâkim olmuştur.
Ancak bu anlaşmayı Türk Hükümeti kabul etmedi.
Buna rağmen Güney Cephesinde Fransızların hareketsiz kalmaları nedeni ile sükûnet bozulmadı.
Türkiye de barış istemekte idi.
Fransa,1921 Haziranında barış için Franklin-BOUİLLON’U Ankara’ya gönderdi. Uzun görüşmelerden sonra, 20 Ekim 1921’de Ankara’da barış antlaşması imzalanmakla Kurtuluş Savaşının Güney Cephesi de kapanmış oldu.
Böylece; Mersin, ADANA, Osmaniye ve Antep illerimiz de Fransız işgalinden kurtarılmış oldu…
Ancak; Hatay Bölgesi Fransız işgalinde kaldı… Mustafa Kemal Paşa’nın yüreğinde yer eden Hatay yarası, yine Mustafa Kemal Paşa’nın çabalarıyla 1939 yılında Ana Vatana kavuşmuştur…
 Ankara antlaşmasıyla, Güney illerimiz Fransız işgalinden kurtarıldığı gibi, Batı Cephesinde daha da yoğunlaşma sağlanma sağlanmıştır…
 Fransızlardan araç gereç ve silah yardımı da sağlanmıştır…

Ahmet AVCI
21 ŞUBAT 2019



1 Şubat 2019 Cuma

316- DEVRİMCİLİK VE ATATÜRK'ÜN DEVRİMCİLİK İLKESİ



DEVRİMCİLİK VE ATATÜRK’ÜN DEVRİMCİLİK İLKESİ

Devrim: Değişme, biçim değiştirme zorlayarak biçim değiştirme. Toplumun tüm yapısının çabuk ve zorlama ile değiştirilmesidir.
Devrimcilik; dünyada, çağdaşlaşma adına yaşanan gelişmeleri izlemek ve uygulamaktır.
Devrimcilik; çağdaşlık ve uygarlık yolunda, hep ileriye gitmektir. Aynı zamanda Türk Devrimini de geliştirmek demektir.
Devrimcilik: Eski düzenin, geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymaktır.
Devrimcilik İlkesi; Türk Devrimini benimsemek ve korumak demektir.
Ancak Kemalizm, bununla yetinmemekte, DEVRİMCİLİĞİ; aynı zamanda, sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açık biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
ATATÜRK; DEVRİMCİLİK İLKESİ İLE ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİNE ULAŞMA ÇABASINDA; HEM, TÜM DEVRİMCİ ÇABALARINA SAHİP ÇIKILMASINI, ONLARIN KORUNMASINI, GELİŞTİRİLMESİNİ, HEM DE YENİ GEREKSİNİMLER KARŞISINDA, YENİ DEVRİMCİ UYGULAMA VE ÇÖZÜMLERE GİDİLMESİNİ ÖNGÖRMEKTEDİR.
Devrimcilik ilkesi; Türk Devrimini ve diğer ilkeleri kalıplaşmaktan kurtaran, onu yaşayan, çağın, çağların, geleceğin oluşumları, gelişmeleri, değişmeleri karşısında; sürekli kılan ilkesidir.
Çağdaşlaşmanın en büyük engeli; devrimleri kalıplaştırmak, ilkeleri yeni gelişmelere yanıt veremez hale düşürmektir.
Çağdaşlaşma; bilinçli olarak çağa yönelmektir. Atatürkçülük sürekli olarak çağa yönelmeyi hedef edinmiştir. İşte bu devrimcilik ilkesidir.
Devrimcilik; hem gerçekleştirilen devrime bağlılığı, onu korumayı, hem de bu devrimin uygulanan atılımları ile yetinmeyip, ÇAĞDAŞ UYGARLIK düzeyine çıkmayı, gelişen, değişen, yenileşen evrende, toplumlar arasında çağdaş kalmasını sağlayacak, başka yenilikleri de gerçekleştirecektir.
Atatürk’ün Türkiye’si; hem köklerinden kopmamış, hem evrenselle bütünleşmiş bir Türkiye’dir.
HER GERİ KALMIŞ ÜLKE DEVRİMİ, BİR ÇAĞDAŞLAŞMA MODELİDİR.
Atatürk’ün çağdaşlaşma modelini, kalıcı ve üstün kılan iki özelliği vardır:
·        Atatürk; çağdaşlaşma ile demokrasiyi birbirinden ayrı görmemiştir.
·        Ulusal birliği; farklılıkların değil, benzerliklerin kurumlaştırılmasında ve kalıcı kılınmasında aramıştır.
Devrimcilik ilkesi; Atatürkçü düşünce sisteminin yeniliklere açıklığını sağlar. Ancak Atatürkçü düşünce sisteminin ödün vermediği, değişikliğe açık tutmadığı konular da vardır:
ATATÜRKÇÜLÜK; CUMHURİYETİN, LAİK VE MİLLİ OTORİTESİNDEN VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN ÜLKESİ VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNDEN ÖDÜN VERMEZ.
Devrimcilik ilkesinin sonuncu ilke olarak benimsenmesinin de bir anlamı, bir yorumu vardır. Devrimcilik ilkesinden önceki her ilke ve bu ilkelerin amaçları, önermeleri; çağın gelişimi içinde, devrimcilik ilkesi doğrultusunda, yeni yorumlarla, yeni yönlendirmelerle, işlerlik kazanacak, yaşayan, yeni gereksinmelere yanıt veren ilkeler olacaktır.
TÜRKİYE, HIZLA KALKINABİLMEK, ÇAĞA UYMAK İÇİN DEVRİMCİ OLMAK ZORUNDADIR.
En ileri kurumlar bile, zamanla, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin, ”bekçiliği” ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar.
Kemalizm’in, bu; sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Atatürk’ün sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri “Kemalist” ya da “Atatürkçü” saymak olanaksızdır.
DEVRİMCİLİĞİN SAĞLADIĞI YARARLAR:
1. Kişisel egemenliğe (Sultanlığa) son verilerek Ulus egemenliği sağlanmıştır.
2. Her yönden gelişme olanağı ortaya çıkmıştır.
3. Türkiye Cumhuriyeti, Devrim sayesinde, çağdaş bir devlet sistemine kavuşmuştur.

  Ahmet AVCI
  İZMİR
 1 ŞUBAT 2019



1 Ocak 2019 Salı

315. SARIKAMIŞ HAREKATI

SARIKAMIŞ HAREKÂTI: 22 ARALIK 1914
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA DOĞU CEPHESİ
Birinci Dünya Savaşı’nın Başlatılmasının 104. yıl dönümünde hala acısını içimizde hissettiğimiz “Sarıkamış FACİASI”NI hüzünle anıyoruz…
1 AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26 devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.
Başlangıçta Avrupalı devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu Savaş, sömürgelerin etkisi ile Afrika ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel (DÜNYA) savaş halini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.
Bu Savaşta; Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye sürülmüştür.
Savaş çıktığı zaman, iş başında bulunan Osmanlı Hükümeti, bu büyük felaketin dışında kalmaya karar vermişti. İtilaf (Anlaşma) Devletleri de Osmanlı Devletinin savaşa girmesini istemiyorlardı. 
Bu savaşa Osmanlının Ruslarla birlikte girmesi olanaksızdı. Bundan ötürü İtilaf Devletleri Osmanlının hiç değilse yansız kalmasını sağlayarak, kendi karşılarındaki cephenin genişlemesini önlemek istemektedirler. Hatta bu yolda gizli görüşmelerle Osmanlıya bazı ödünler vermeyi bile kabul edebileceklerini bildiriyorlardı.
İttihatçıların Hükümetinde özellikle sivil kanada mensup olanların istekleri de yansız kalmaktı. Ama devletin kaderinde en büyük rolü üstlenmiş olan Enver Paşa hiç de öyle düşünmüyordu. Ona göre savaşa Almanya’nın yanında girmek, İmparatorluğun kurtulması için son şans idi. 
Enver Paşa, savaşı Almanya’nın kazanacağına inanmıştı. Eğer onların yanında yer alınırsa, pek çok konuda önemli çıkarlar sağlanabilirdi.
Öncelikle Balkan Savaşlarında yitirdiklerimiz geri alınabilirdi. Almanlar, Rusları çökertince de, Kafkaslardaki Türkler bağımsızlaşır, Biz de oradan Orta Asya’da yaşayan Türklere ulaşarak, Büyük Turan İmparatorluğunu kurma olanağını bulabilirdik. Ve savaşı kazanan tarafta bulunursak, pek çok ekonomik çıkarlar da elde edebilirdik.
Enver Paşa’nın bu düşüncelerini kimse bilmiyordu. Ancak O, Almanlarla sürekli gizli ilişkiler içinde idi. Hatta savaşın çıktığı günlerde, Almanlarla gizli işbirliği anlaşması bile imzalamıştı.
Büyük Savaş başlamıştı: bir tarafta; Almanya ile Avusturya-Macaristan, öteki tarafta; Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere tüm büyük güçler birbirleriyle çarpışıyordu.
Almanya ile yaptığı anlaşmayı gizli tutan Osmanlı Hükümeti Tarafsızlığını ilan etti ve ittifak devletlerinin Büyük Elçileriyle ilişkiyi sürdürdü.
Ancak yine de İngiltere (Donanma Bakanı Churchill); tersanelerinde teslime hazır durumda olan ve parası peşin olarak ödenmiş Sultan Osman ve Reşadiye adlı savaş gemilerine el koydu.
Üyelerinin çoğunluğu yansızlık isteyen Osmanlı Hükümeti, Eylül başında Kapitülasyonları kaldırdığını açıklayacaktır. Cesurca verilen bu kararı İtilaf devletleri hoş karşılamasa da Osmanlının yansızlığını bozmamak için itiraz etmediler.
Ancak, Almanya ve Avusturya- Macaristan Devletleri Kapitülasyonların kaldırılmasına uzun süre direndiler. Böylece çıkarlar dostluğun önüne geçmiştir.
Almanlar, öte yandan da yansızlığımızı bozarak kendilerine katılmamızı da istemektedirler.
Almanlar, Batı Cephesinde çakılıp kalmışlardı.
Doğuda Ruslara karşı sağlanan başarı da o bölgede üstün ve güçlü birlikler bulundurmayı zorunlu kılıyordu.
Savaşın bir an önce bitirilmesi için; İtilaf Devletlerinin güçleri bölünmeli cepheleri genişletilmeli idi. Bunun da tek çaresi Osmanlının kendi yanlarında savaşa girmesi idi.
Almanlar, Türk’ün kanıyla kendi çıkarlarına bir an önce ulaşmak istiyorlardı. Almanların bir başka hesabı da; Halife de sayılan Osmanlı Padişah’ının ilan edeceği bir “KUTSAL CİHAT” sonucu İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki, milyonlarca Müslüman'ın ayaklanmasını sağlamaktı.
Almanya bir olupbitti ile Osmanlıyı savaşa sokmak istemektedir. Bunun için de Enver Paşayı kullanmaktadır.
Osmanlı Balkanlarda müttefik bir devlet bulmadan savaşa girmek istemez.
İngiliz Donanmasından kaçarak, Osmanlı Devletine sığınan Ve YAVUZ ve MİDİLLİ adları verilen iki Alman gemisi; Mürettebatı birlikte Osmanlı DONANMASINA katılmıştı…
Ve bu gemilerin Komutanı Amiral Soushon Osmanlı donanmasının başına getirilmişti…
22 Ekimde, Enver’in Amiral Souchon’a verdiği gizli emirde; “Türk Donanması, Karadeniz’de, deniz hâkimiyetini sağlayacaktır. Rus donanmasını arayınız ve onu nerede bulursanız, ilan-ı harpsiz, hücum ediniz.” (Halil Menteşe’nin anıları; Hürriyet vakfı, İstanbul, 1988)
Savaşa girmeye karşı olan Nazırlara da Padişah’a Yüksek rütbeli Komutanlara ve Sadrazam Sait Halim Paşa’ ya bilgi verilmemişti.
Şeker Bayramının arifesi olan 29 Ekim günü Alman Amiral Souchon Komutasında, hem Alman hem de Türk askerlerinin görev yaptığı Osmanlı Donanmasının Rusya’nın Karadeniz’deki limanlarına saldırması ve birçok Rus savaş gemisini batırması herkesi şaşkına çevirdi. 
Sadrazam Sait Halim Paşa istifaya kalkıştı. Aralarında Maliye Bakanı Cavit ile Posta Nazırı Ermeni kökenli Oksan Efendi’nin de bulunduğu dört bakan istifa etti.
2 KASIM 1914’te; Rusya, 5 KASIM 1914’te de İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan etti. 
Osmanlı da; 11 KASIM da cihat ilan edildi ve 12 KASIM 1914’te aynı devletlere savaş ilan etti.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına girer girmez Doğu Cephesi açıldı.
Bu cephenin açılmasını İTTİFAK GRUBU DA, İTİLAF GRUBU DA istiyordu.
Ruslar, Berlin Anlaşması ile kendisine verilen Doğu Anadolu’daki Kars, Ardahan ve Batum’u ilerideki savaşlar için bir hazırlık üssü haline getirmişti.
Ruslar, Osmanlıya savaş ilan edince; Doğu Anadolu’daki diğer illeri ellerine geçirmeyi ve olanak bulurlarsa, Müttefikleri İngiltere’den önce Basra Körfezine inmeyi planlamaktadırlar.
Enver Paşa ise, ani bir baskınla bu Rus güçlerini dağıtıp, öncelikle Kars, Ardahan ve Batum’u kurtarmayı hedeflemektedir.
Ardından Osmanlı birlikleri Güney Kafkasya’ya girip, oradaki Müslümanları Ruslara ve Ermenilere karşı ayaklandıracaklardı. Bunları da gerçekleştirdikten sonra Turan yolu açılmış olacaktı.
Orta Doğu'da elden gitme tehlikesi yüksek “petrol” bölgeleri yerine “Kafkas Petrolleri” Osmanlı yöneticilerini ileri harekâta yöneltiyordu. Ancak düşünceleri gerçekleştirecek bir alt yapı yoktu.
1914 yılı sonbaharında, Ruslar Sarıkamış’a güçlü bir Garnizon yerleştirilmişler ve demir yolu döşeyerek, her türlü ulaşımı kolaylaştırmışlardı.
Osmanlı'da ise Ankara’dan öteye demir yolu hattı bulunmadığı gibi karayolları da yetersizdi.
Ruslar, Sarıkamış çevresinde yığınak yapmaya başladılar ve ileri harekete geçtiler.
Doğu Bölgesi'nin ikmali; Trabzon limanından sağlanmaya çalışılıyordu. Ancak deniz gücü de zayıftı.
Ruslar, savaştan önce gerekli hazırlıkları yapmışlardı.
Osmanlılar da ise savaş başladıktan sonra bile askerin ihtiyacı karşılanmamıştı.
Askeri güç bakımından da Ruslar üstündü.
Osmanlı, Doğu Karadeniz halkını teşkilatlandırarak çete savaşı hazırlığında idi.
1 KASIM 1914’te Rus saldırısı ile savaş başladı.
Ruslar; Kars, Sarıkamış üzerinden sınırı aşarak, Narman, Eleşkirt ve Doğubayazıt’ı ele geçirmek için, saldırıya geçmişler, Pasin ve Aras Boyundan Eleşkirt’e ilerlemişlerdi.
Bu Cephede; Hasan İzzet Paşa’nın Komutasında; 9. 10. ve 11. Kolordular ile bir Süvari Tümeninden oluşan, 3. Ordu vardı. Resmi belgelere göre; bu ordu, - Jandarma ve Menzil Birlikleri hariç- 97 bin kişi kadardı.(ATASE ARŞİVİ , Kls. 2 Dos, 8-B F. 4, 4-2)
Erzurum Köprü Köy ’de Rus harekâtı durduruldu. Ancak Rusları söküp atmak mümkün olmadı..
3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, kış koşullarında, yarı aç, yarı çıplak, bir savunma ordusuyla düşmanın üzerine daha fazla gitmeyi uygun bulmadı.
Enver Paşa, bir kuşatma Harekatı ile Rus Ordusunun yok edilmesini, böylece 40 yıldır düşman elindeki  Karsın Ve Sarkamış’ın kurtarılmasını istiyordu.
Osmanlı Orduları Genelkurmay birinci Başkanı Fridrich Bronsart von Schellendorf ve Müttefik Alman subayları da bu düşüncedeydi.
Enver Paşa, Genelkurmay İkinci Başkanı Albay Hafız Hakkı Bey’i durumu incelemesi için Erzurum’a yolladı.
Hafız Hakkı Bey, 2 Aralık’ta Erzurum Köprüköy’e geldi.  Burada 3. Ordu K. Hasan İzzet Paşa ve Kurmaylarıyla görüştü.
Ordu Komutanı H. İzzet paşa, 10. Kolordu K. Ziya Paşa ile 9. Kolordu K. Ahmet Fevzi Paşa, o koşullarda bir harekata karşı çıktılar. ( Ali İhsan SABİS, Harp Hatıralarım)
Enver Paşa, Alman Bronzard Paşa ile birlikte 13 Aralık’ta 3. Ordu Karargahının bulunduğu Köprüköy’e geldi.
15 Aralıkta, Sarıkamış Harekatı için toplantı yaptı. O toplantıda, Hasan İzzet Paşa, şunları söyledi:
“ 3. ORDU,SARIKAMIŞ’TA RUSLARA KARŞI BİR HAREKATA HAZIR DEĞİLDİR. ORDU ZAYIFTIR. EKSİKLERİ ÇOKTUR. YİYECEĞİ YOKTUR. ASKERLERİN ÇOĞU YAZLIK ELBİSELİDİR. HER YER KARLA KAPLIDIR.SOĞUK, SIFIRIN ALTINDA 40 DERECEYİ BULUYOR. ASKERİ MAHFEDERİZ.”
Enver paşa, öfkeyle konuştu:
“KÖPRÜKÖY VE AZAP’TA RUSLARI YENENLER BU ASKERLER DEĞİLMİ? KİMSE, ‘GİYECEĞİMİZ, YİYECEĞİMİZ YOK’ DEMİYOR! HEPSİ ‘SALDIRALIM’ DİYOR.
İŞTE BURADAKİHERKES, ‘SALDIRALIM’ DEMİYOR MU?”
Hasan İzzet Paşa, Enver Paşanın sözünü keserek, “SENDEN KORKUYORLAR DA ONDAN” dedi.
Bunun üzerine; çok sinirlenen Enver Paşa, “DUA EDİN Harbiye’den hocamsınız! Yoksa sizi divan_ı harbe verirdim” diyerek toplantıyı bitirdi.
10. Kolordu Komutanı Ziya Paşa’yı emekli edip  yerine Albay Hafız Hakkı’yı Paşa yaparak atamış, 9. Kolordu Komutanı Ahmet Fevzi Paşayı da emekli ederek, yerine Ali İhsan paşayı getirmişti.
11. Kolordu Komutanlığına da Abdülkerim Paşayı atamıştı.
Harekata karşı çıkan 3. Ordu K. Hasan İzzet Paşa, 18 Aralık’ta istifa etti.
19 Aralık’ta Enver Paşa, 3. Ordu Komutanlığını üzerine aldı.
22 ARALIK 1914’te Taarruzu başlattı.

3. Ordu'nun bir bölümü Allahuekber dağlarını yürüyerek aşacak ve Sarıkamış kuşatılacaktı.
Ama kimi Komutanların “Sarıkamış’a ilk giren olma” hayaliyle kendi başlarına hareket etmeleri, Hafız Hakkı Paşanın kaçan Rus birliklerini takip ederek, kuşatma hattını gereksiz yere genişletmesi ve on binlerce askeri kışlık donanımı olmadan karlarla kaplı Allahuekber Dağlarına tırmandırılması büyük felaketi getirdi.
Birliklerimizin bir bölümü Allahuekber Dağlarını aşarak, Sarıkamış’a girmeyi başarmasına karşın Ruslar tarafından yok edildiler.
Ama asıl facia dağlarda yaşandı.
Ruslara karşı henüz tek bir kurşun bile atmamış olan on binlerce askerimiz soğuktan donarak, sonsuz bir uykuya daldı. Binlercesi de TİFÜS’TEN kırıldı.
25 ve 26 Aralık günlerinde de durumumuz daha da kötüleşti.
27 ARALIKTA Ruslar, taarruzu durdular.
Enver Paşa ölümden zor kurtuldu.
3 Ocak 1915’te her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hakkı Paşa’yı 3. Ordunun başına geçirdikten sonra, Erzurum’a döndü.
Daha birkaç gün önce on binlerce askeri Allahuekber dağlarına süren Hakkı Paşa, 4 Ocakta geri çekilme emrini verecek ve Sarıkamış Harekâtı böylece büyük bir hezimetle ve hüzünle noktalanacaktı.
Bir kaç gün sonra Ordu Komutanı Hakkı Paşa da Tifüsten ölecektir.
Harekât sırasında 63 bin dolayında Türk askeri; soğuktan, açlıktan, salgın hastalıktan ve çatışmalarda yaşamını yitirmişti ya da esir düşmüştü.
Rus kaybı da 28 bin idi.
İşin ilginç yanı; Sarıkamış Harekâtı sırasında Avrupa da muharebelerin durmuş olması idi, yani aceleye gerek yoktu.
Sarıkamış Harekâtında; 90 Bin Askerden, 12 bin asker geriye dönebildi.
15.000 esir verilmişti.
Dönenler de hastalıklı idi.
Ruslar da 16.000 ölü ve 12.000 yaralı vermişti.
Kafkas cephesinde ki bu çöküntüden sonra, Doğu Anadolu ve Karadeniz kıyıları Rus saldırılarına açık hale geldi.
Çanakkale Muharebesi başlayınca yardım da gönderilemedi.
Ruslar 1915 yılı sonlarına kadar hareketsiz kaldılar.
Doğu Anadolu’da ki Ermenilerin, Ruslara yardım etmesi ve devlet yardımının gelmeyişinin etkisi ile Ruslar; Erzurum ve Artvin’den Trabzon’a (Giresun’da Harşit suyuna kadar), Güney'den de Erzincan, Gümüşhane ve Bayburt’a kadar olan bölgeyi işgal ettiler.
Bölge halkı göç etmek zorunda kaldı. (Trabzon’dan 320 bin kişi göç etmişti)
Enver Paşa, basına sansür uygulayarak, Sarıkamış dramını gizleyebildi. Kamuoyu Sarıkamış dramını, ancak Harekata katılmış olan 9. Kolordu Kurmay Başkanı Emekli Yarbay Köprülülü Şerif (İlden)’in 1922’de önce Akşam Gazetesinde çıkan daha sonra kitap olarak basılan “SARIKAMIŞ” adlı eserinden öğrenebildi.
Sarıkamış Harekatı’nın 104. Yıldönümünde tüm Şehitlerimizi şükran ve saygı ile anıyoruz…

Ahmet AVCI
22 ARALIK 2018


İZMİR

21 Aralık 2018 Cuma

314. MENEMEN OLAYI VE KUBİLAY


      MENEMEN OLAYI VE KUBİLAY

“İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktığı emanetin bekçileriyiz.”

Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra; Saltanatın kaldırılışı, Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin kaldırılışı; devleti, Laik temeller üzerine oturtmak amacını gerçekleştirmek içindi.
Bu köklü değişim Yeni Türk Devletinin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgisi kalmadığını gösteriyordu.
Şimdi yapılması gereken ise, devrim hareketlerinin getirdiği yeniliklerle çağdaş Türk insanının düşünce yapısını geliştirmekti.
Devrimler yapılmıştı ama uygulanması ve sürekli olması, halk tarafından özümsenmesi ile mümkün olacaktı.
Elbette yapılan yeniliklere muhalif olanlar da vardı. Onlar teokratik devlet düzeninden, laik düzene geçişte çıkarları zarar gördüğünden dolayı laikliği dinsizlik olarak betimleyen bir tutum sergilediler ve bu doğrultuda bir muhalefet kitlesi yaratmak için çalıştılar.
Belirtmek gerekir ki yenilikleri yalnızca belirli bir halk kitlesi değil Meclis içinde de hazmedemeyen gruplar vardı.
Evet, Gazi Mustafa Kemal, DEVRİM yapmıştı ama; diyalektik olarak; Karşı Devrim de başlamıştı…
Günümüzde de Atatürk’ün, Atatürk’ün kurduğu düzenin, Atatürkçülerin, Ulusalcıların hedef alındığı göz önünde bulundurulduğunda, TEHLİKENİN BÜYÜKLÜĞÜ VE YAKINLIĞI GÖRÜLECEKTİR…

23 ARALIK 1930 tarihinde; İzmir- MENEMEN’DE gericiler, CUMHURİYE’E karşı, İRTİCAİ bir kalkışma başlatmışlar ve görevli Asteğmen Hasan Fehmi KUBİLAY’I hunharca şehit etmişlerdi…
Gazi Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti,  kalkışmayı anında bastırmış, gericilere de gereken cezayı vermişti…
88 yıl önce gerçekleşen, bu menfur olayın sorumlularının günümüzdeki uzantıları da hala boş durmamaktadırlar…
Cumhuriyetimiz bugün de tehdit ve tehlike altındadır…

Menemen Olayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, laik ve demokratik yapısını hedef alan gerici bir ayaklanma girişimidir.  
Menemen’de 23 Aralık 1930’da Şeriat isteyenlerce Asteğmen Kubilay’ın Şehit edilmesi, Genç Cumhuriyet Rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır. 

Ulusal uyanış ve kurtuluşla gerçekleştirilen Laik Cumhuriyet düzenine düşman tarikat şeyhleri,  88 yıl önce,  çağdaş bir ulus için yüz karası sayılacak bir eylemde bulunmuş, Cumhuriyeti korumakla ve onu yaşatıp yükseltecek kuşakları yetiştirmekle görevli yedek-subay öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı Menemen’de şehit etmişlerdi.

23 Aralık 1930 sabahı; isyancılar, Menemen’de toplandılar. Müftü Camiinde sabah namazı kılındıktan sonra; Derviş Mehmet, camide toplanan kalabalığa; “Ankara Hükümeti’ni düşürüp, ikinci Abdülhamit’in oğlu Selim’i Halifeliğe getireceğini, Menemen’in yetmiş iki bin Müslüman Arap tarafından kuşatıldığını” bildirdi ve halkın yeşil bayrak altında toplanmasını istedi.

            Halkın da katılmasıyla olay, kısa sürede ayaklanmaya dönüştü. Asiler yeşil bayrak altında hükümet konağına yürüdüler.

           Derviş Mehmet, Hükümet konağının önünde yaptığı konuşmada da:
“Şapka giyen kâfirdir. Din elden gidiyor. Saltanatı ve hilafeti geri getireceğiz” diyerek, “kendisinin Peygamber olarak geldiğini, ’Şeriatı’ uygulayacağını ve herkesin şapkasını çıkartıp kendisiyle birlikte “ZİKİR” etmesini” istedi.
            Olayı öğrenen İlçe Jandarma Komutanı Yüzbaşı Fahri, hemen olay yerine gitmiş, ancak gericileri yatıştıramayınca, Hükümet konağına giderek, telefonla 43.P.Alay ve Garnizon komutanlığından yardım istemiştir.
             Menemen Garnizon Komutanlığı; karışıklık çıktığını öğrenince, kalabalığı dağıtmak üzere, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay komutasındaki birliği görevlendirmiştir.
            1906 doğumlu Mustafa Fehmi Kubilay; Bursa öğretmen okulunu bitirmiş, Cumhuriyet ilkelerine bağlı askerliğini Yedek Subay olarak yapan bir Öğretmendi.
            Mustafa Fehmi Kubilay, olayı bastırmak için birliği ile birlikte asilerin üzerine yürümüş, ikazla dağılmayan topluluğu korkutarak dağıtmak amacıyla; manevra fişeği taşıyan askerlerine havaya ateş emrini vermiştir.
            Asiler dağılmamışlar, manevra fişeklerinin etki etmediğini anlayınca da; “Kendilerine kâfir mermilerinin zarar vermeyeceğini” söyleyerek askerlere saldırmışlardır.
            İsyancılar, Kubilay’ı önce yaralamışlar, sonra da Kubilay’ın yaralı olarak sığındığı caminin musalla taşında başını kesip yeşil bayrağın tepesine takarak bir süre menemen sokaklarında dolaştırmışlardır.
           Bu sırada kendilerine engel olmak isteyen Şevki ve Hasan adlı iki bekçiyi de öldürmüşlerdir.
         Olay yerine gelen yeni askeri birlikler; isyancıları dağıtmış; bu arada kendisini mehdi ilan eden yobaz Derviş Mehmet ve iki adamını öldürmüşlerdir.

Ayaklanmanın lideri; Derviş Mehmet, Nakşibendî tarikatının Manisa ve Balıkesir sorumlusu Laz İsmail Hocanın kışkırtmasıyla, kendisini MEHDİ ilan eden ve Manisa’da gizli toplantılar düzenleyen gözü dönmüş bir Nakşibendî yobazıdır. 

Bu kişi, ortamı elverişli bulunca, Müritleri; Sütçü Mehmet, Mehmet Emin, Şamdan Mehmet, Nalıncı Hasan, Ramazan ve Küçük Hasanla birlikte Menemen köylerini dolaşmaya ve “Din elden gidiyor” yaygarasıyla köylerde halkı ayaklanmaya çağırmıştır.
Menemen’e Manisa’dan gelmişlerdir.
          İsyancıların, istedikleri Şeriattır. Karşı çıktıkları ise Laik Cumhuriyettir, Atatürk İlkeleri ve Atatürk Devrimidir.
         Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyetini yıkmaktır amaçları.
         Şeriatçılar, Cumhuriyetin önüne engeller koymaya çalışmışlardır. Kendilerine ‘dur’ diyenlere de saldırmışlardır. Bugün de saldırmaktadırlar.

İnancın; görüntüde değil, şekilde değil; gönüllerde, zihinlerde yaşaması, yaşatılması gerektiğini bilmezden gelmişlerdir.
Olay sırasında; çevreden toplanan halkın bir bölümü bu gelişmeleri tepkisiz olarak izlemiş, bir bölümü de bu korkunç olayı alkışla desteklemişlerdir.

            Mustafa Kemal, daha devletin başındaydı.
Bu ülkeyi kurtaran ve devleti bağımsızlaştıran Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı idi.
Mustafa Kemal, duruma bizzat el koydu ve:
“Olayla ilişkisi olan herkesin şiddetle cezalandırılmasını...
Verilecek idam cezalarının hemen uygulanmasını...
Olayın “siyasal kaynaklarının” araştırılmasını...
Olayın oluşmasına katkıda bulunan “basına karşı sert önlemlerin alınmasını...
Olaya destek veren Menemenlilerin, hatta seyirci kalanların bile başka yerlere göç ettirilmesini istedi (ancak son isteğinden daha sonra vazgeçti)”.

Mustafa Kemal, 28 Aralık’ta Orduya aşağıdaki baş sağlığı Mesajını yayımlamıştır:
“Menemen’de geçen gün meydana gelen gerici kalkışma sırasında yedek subay Kubilay Bey’in görev yaparken uğradığı sondan dolayı Cumhuriyet Ordusu’na başsağlığı dilerim.
Kubilay Bey’in şehit edilmesinde gericilerin gösterdiği vahşilik karşısında Menemen’deki halktan kimilerinin alkışla onaylar bulunması, bütün Cumhuriyetçiler ve Yurtseverler için utanılacak bir olaydır.
Yurdu savunmak için yetiştirilen, her türlü iç politika ve çekişmenin dışında ve üstünde, saygın bir konumda bulunan Türk subayının gericiler karşısındaki yüksek görevinin, yurttaşlar tarafından yalnız saygıyla karşılandığına kuşku yoktur.
Menemen’de halktan kimilerinin yanlışları, bütün ulusa üzüntü vermiştir.
Yabancı saldırısının acısını çekmiş bir çevrede genç ve kahraman yedek subayın uğradığı saldırıyı, ulusun doğrudan doğruya Cumhuriyet’e karşı bir suikast saydığı ve bu saldırıyı yüreklendirenlerle özendirenleri ona göre kovuşturacağı kesindir.
Hepimizin dikkatimiz, bu soruna ilişkin görevlerimizin gereklerini duyarlılıkla ve gerektiği biçimde yerine getirmeğe yöneliktir.
Büyük Ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyet’in idealist öğretmenler topluluğunun değerli üyesi Kubilay’ın temiz kanı ile Cumhuriyet, yaşama gücünü tazelemiş ve güçlendirmiş olacaktır.”
Başbakan İsmet Paşa da aşağıdaki mesajı yayımlamıştır:
“Kubilay Devrim uğruna, vatan sevgisi ve bütünlüğü yolunda yalnız başına kuvvet hesabı yapmayan bir İdealist Vatanseverin örneğidir.
Kubilay, millet yolunda canını her an fedaya hazır olan geleneksel Türk yaradılışının müstesna bir abidesidir.”
         Büyük Millet Meclisi’nin 1 Ocak 1931’de yaptığı toplantıda; Başbakan İsmet Paşa, olayı; “Yüzyıllardır dini politikaya alet eden tüm faaliyetlerin bir tekrarı” olarak niteliyor ve “Bu zavallılar laikliğe karşı gelerek, şeriat istemektedirler. Gerçekte ise yitirdikleri çıkarlarını istiyorlar” diyordu.
7 Ocakta Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında yapılan toplantıda; “OLAYIN GERİCİ NİTELİKTE, düzenli ve siyasi olduğu görüşüne varılmıştır.
            Olaydan sonra: Manisa, Balıkesir ve Menemen’de sıkıyönetim ilan edilmiştir.
         Soruşturmalar, Derviş Mehmet ve onu yönlendiren Laz İsmail Hocanın, İstanbul’da bulunan Nakşibendî Şeyhleriyle bağlantısını ortaya çıkardı.
            Nakşibendî Şeyhi Hoca Esat, şeyh Halit, Hoca Saffet ve Hoca Esat’ın oğlu Mehmet Ali’nin ayaklanmanın hazırlanmasında başrolü oynadıkları anlaşıldı.
            General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan; Sıkıyönetim Harp Divanı 2200 sanığı “sorguladı”. 105 kişiyi de “YARGILADI”.
Bu sanıklardan kimileri beraat etti. Kimileri değişik cezalar aldı.
            37 kişiye idam; (bunlardan beşine yaşlılıktan ötürü 15–24 yıl hapis, birine TBMM kararı ile iki yıl hapis verildi, idamlıklardan ikisi de eceli ile öldü.) 13 kişiye üç yıl adi hapis, 10 kişiye bir yıl hapis, 7 kişiye 15 yıl ağır hapis,1 kişiye şeyhlikten üç yıl hapis, 10 kişiye şeyhlikten üç yıl hapis, 27 kişiye beraat kararı verildi.
            Kutup-ul ak tap (Kutupların kutbu) olarak anılan Hoca Esat duruşmalar sırasında tutuk evinde öldü.
            Başlarında Hoca Saffet, Şeyh Halit, Mehmet Ali ve Laz İsmail’in bulunduğu yirmi dokuz kişi Kubilay’ın şehit edildiği yerde idam edildi.
Olay yeri olarak Menemenin seçilmesinin özel bir nedeni var mıdır bilinmez. Ancak bilinen şudur: Manisa’da bir Tümen, Balıkesir’de bir Kolordu yine İzmir’de bir Kolordu bulunmaktadır. Yani bir isyan için ya da isyanın başarısı için risklidir.
       Menemen’de bir Alay var. Bu Alayın da iç güvenlik konusunda ne kadar duyarlı olduğu bir Yedek Subay komutasında birlik görevlendirmesi ile anlaşılmakta.
İç Güvenlik birlikleri de günlerce süren isyan hazırlığını öğrenmekte ve önlem almakta acze düşmüştür.
          O günkü Menemen Halkını: genel yapısı ile tutucu, cahil, rejim konusunda duyarsız, menfi propagandaya açık olarak değerlendirmek mümkündür.
            Ve bu halkın büyük çoğunluğu da Mübadele de Girit'ten gelmiş, yılgın, şaşkın, Milli duyguları gelişmemiş, birçoğu Türkçe bile konuşamıyor.
            Ayrıca, Menemen; olay sonrasında kaçış için kara ve deniz ulaşım merkezlerine yakın olduğu için de seçilmiş olabilir.
            Bu gerici olayın başlangıç aşamasında; Manisa ve Menemen Güvenlik Güçlerinin durumu kavrayıp, gerekli önlemleri almaması,  ayaklanma girişimini bastırmak üzere, askeri deneyimi yeteli olmayan bir yedek subayın ve yine eğitimsiz ve donatımsız bir birliğin görevlendirilmesi hatadır.
      Gelişmeleri dört jandarma eri ile birlikte Hükümet konağında izleyen Jandarma Komutanının, seyirci kalışı ve Olay sırasında, Kubilay’ın birliğindeki Askerlerinin kaçışması da üzücüdür.
          Açıkça bilinmektedir ki; Şeyh Sait isyanı da Menemen olayı da Nakşibendî şeyhlerinin eseridir.
Bu şeyhler; “Sade dindarlar” olmayıp, otorite sahibi, varlıklı ve eli silah tutan kimselerdir.
             Hedefleri; İslam Devleti kurmak, araçları da önce propaganda, sonra da “CİHAT”TIR. Bu hedefe ulaşmak için başvurmayacakları yöntem, iş birliği yapmayacakları kimse yoktur.
             Propagandalarında işledikleri başlıca temalar; “DİN ELDEN GİDİYOR” söylemi ve başta Abdülhamit olmak üzere Osmanlı Hanedanlığına övgü ve kadının yeni statüsünü yerme, Cumhuriyet düşmanlığı, Mustafa Kemal Paşaya ve Cumhuriyetin Bekçilerine küfürdür.
            Cihat aşamasında ise halkı birbirine kırdırmaktan, “gâvur” dedikleri kişilerle işbirliği yapmaktan çekinmezler.
            Nakşibendî Şeyhlerinin bir başka özelliği de dünya nimetlerine düşkünlükleridir.
İşlerini sağlam tutmuşlardır. Nüfuzlarını yalnızca “GELENEĞE” değil, aynı zamanda paraya da dayandırmışlardır. Paranın iktidar demek olduğunu iyi bilirler, mürit hediyesi, evlenme ve ticaret gibi zengin olmak yollarını çok iyi uygularlar. Ayrıca bu işe bir dünya makamı kapabilmek için girmişlerdir.
         Şeyhler Siyasi hedeflerini gerçekleştirmek faaliyetlerinde yalnız da değildirler. Siyasiler ve bir takım aydınlar hatta bir takım bilim adamları arasında bilinçli ya da bilinçsiz kışkırtıcıları ve destekleyicileri hep olmuştur.
    15 Temmuz'a giden süreçte gördük ki cemaatler, Devlet erkini, Yargıyı, Emniyet Teşkilatını ve Türk Silahlı Kuvvetlerini militanca kullanabilecek örgütlenme yapabilmişlerdir.
            İzninizle; irtica konusuna açıklık getirmek için, Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün TBMM’de yaptığı konuşmayı aktarmak istiyorum:
         “İrtica- Gericilik- fitne- Siyasal İslam:  Yaşamı geri götüren, güzel her şeyi tahribe yönelen, şer unsurudur.
         İrtica: her iyi, güzel ve yararlı şeyin karşısına çıkan güçtür.
         Dinin ihanet aracı yapılması halinde vücut bulan kötülüğün adıdır.
         Kurtuluş Savaşı belgeleri iyi incelendiğinde düzgün bir İRTİCA tanımını bulmak mümkündür.
         İrtica, tarihte hep Hıristiyan- Batı çıkarlarına kullanılmış ve işletilmiştir.  Günümüzde daha çok “Siyasal İslam” unvanıyla Batı tarafından sahneye çıkartılan İrtica, tarihi boyunca, itibarı, desteği, alkışı Müslümanlardan almış; ama hizmeti bilerek ya da bilmeyerek bir biçimde Batı emperyalizmine vermiştir.
         Ne ilginçtir ki İslam’ın ana kaynağı KUR’AN İrticaı, ehli kitap aleyhine işleyen bir FİTNE olarak tanımlamıştır.
         Unutmayalım ki; Kurtuluş Savaşımız temelde iki düşmana karşı verilmiştir: BİRİ VATANSIZLAR DİĞERİ DE İMANSIZLAR.
         Gericilerin temel karakterleri İŞBİRLİKÇİ oluşlarıdır. Halkın manevi duygularını sömürerek çıkar sağlarlar. Emirleri ve icazetleri Emperyalistlerden alırlar. Dün söylediklerini bugün inkâr ederler.
           Bugün de; 1919–1923 döneminin rövanşını almak isterler.
Bu kavga Aydınlıkla karanlığın kavgasıdır. Tüm aydınlanma tarihimizde bu kavgada iki çizgi görülür;  Halkın egemenliği ve bağımsızlığı için çalışan ilericilerle, halkını kul- köle gören gericiler.
         Bu ülkenin İlericiler güçlerini halktan alırlar, Mustafa Kemal gibi.
Bu ülkenin gericileri güçlerini dışarıdan alırlar: Vahdettin, Damat Ferit Şeyh Sait ve günümüzdeki uzantıları gibi.”  
            Yaşar Nuri Hocamızı bu gerçekçi saptamalarından ötürü; rahmetle anıyorum... 
            Ünlü Tarihçi İlber ORTAYLI diyor ki:
“Yunanistan da din adamlarının çoğu Yunan Milliyetçisi, Rusya’da din adamlarının çoğu Rus Milliyetçisi, Ermenistan’da din adamlarının çoğu Ermeni Milliyetçisi,  ama Türkiye’deki din adamlarının çoğu Türklük   düşmanı!
            İşte Türk Milletinin önemli sorunu budur.”.  
            Demokrasinin özünde, Teokratik düşüncenin tutsağı olmayan bir yurttaş varsayımı yatar; eğer buna ulaşamamışsanız, eğer aydınlanma düşüncesini yurttaşların zihinlerine yerleştirememişseniz, onlarla demokrasiye ulaşma olanağı yoktur.
Demokrasinin öngördüğü, var saydığı yurttaş, kendisini, bir aşiretin bir kabilenin, bir cemaatin, bir inanç grubunun, bir inanç alt kimliğinin, bir etnik alt kimliğinin parçası sayma tutsaklığını aşmış olan insandır.
Bir ülkenin, tüm yurttaşları ve siyasi oluşumları, o ülkenin devlet şekline ve rejiminin ilkelerine sadık olmak ve onları kabul etmek zorundadır.
         Dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde de bu böyledir.
         Hiçbir rejim, kendisini yıkma amacı güden bir düşünce ve eyleme izin vermez.
            Menemen Olayının ardından, Menemen’de Devrim Şehidi iki Bekçi ve Kubilay adına bir anıt dikildi.
         Anıtın üzerinde şöyle bir yazı var:  “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktığı emanetin bekçileriyiz.”
          BİZ DE BEKÇİLERİYİZ...
Necip Fazıl KISAKÜREK’İN dediği gibi; “İrtica yatağımızın başucundaki suya karıştırılan bir zehirdir. Kubilay’ın katili Derviş Mehmet’in Menemen kapılarına sokuluşu gibi uykumuzu bekler ve ayaklarının ucuna basa basa gelir”.
       “Sinsi sinsi deliğine çekilen yılan, şöyle ıslık çalıyor: Bana tabii ömrün ne kadarsa burada geber diye delik gösterdin ben bu delikte duramıyorum. Beni taşla ezmedikçe, gazla yakmadıkça, külümü yele vermedikçe, sana rahat haram olsun.”
         Aradan 88 yıl geçmesine rağmen, yılanın başı hala ezilmedi.
         Sayın Emin ÇÖLAŞAN’IN bir yazısında belirttiği gibi: ”Yılan pusuda bekliyor, bazen de ülkeyi yönetiyor.”
         Görüldüğü gibi; bu olay, çok büyük bir kitle hareketi, bir toplu isyan değildir. Halkın büyük çoğunluğu bu olaylara hiç karışmamıştır. Karışan suçlular da yargılanarak en ağır cezalara çarptırılmıştır. Zaten bu kişilerin büyük bir bölümü de Menemenli değildir. Eylemi başlatanlar da o sabah Menemen dışında gelmişlerdir.
         Menemen olayı hazırlayıcılarının ölümle cezalandırılmaları Nakşibendîleri sindirmedi.
         Olaydan üç yıl sonra Kazanlı İbrahim ve yandaşları, Bursa da “Türkçe ezan”ı protesto ederek “ŞERİAT İSTERİZ” bağırtıları ile yürüyüş yaptılar. Yürüyüşe Bursa halkının önemli bir bölümü de katıldı.
         Bu olay sonrasında; Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Bursa da yaptığı konuşmayı tüm Yurtseverlerin özümseyerek okuması gerek…
         1935’te Siirt’te Şeyh Halit ve Oğlu Abdulkuddüs şeriat adına bir ayaklanma girişiminde bulundular.
            1936’da İskilip’te Ahmet KALAYCI, yeni bir din sistemi ortaya koyduğunu ileri sürerek olay çıkarttı.
             Tüm bu faaliyetler iktidarın sert ve kesin tutumuyla en şiddetli bir biçimde bastırıldı.
         Bundan sonra da irtica yılanı pusuya yattı.
         1950 yılına değin şeriatçılar yuvalarından çıkamadılar.
            Ancak;  Demokrat Parti iktidarı ile birlikte; yuvalarından çıktılar ve İKTİDARA ORTAK OLMAYA BAŞLADILAR...
            Son yıllarda tanığı olduğumuz olayları gördükçe İrtica bitmiştir, SİYASAL İSLAM tehlike olmaktan çıkmıştır diyebilir miyiz...
            2007 yılında Bir kumpas olarak başlatılan, Türk Silahlı Kuvvetinin Atatürkçü yapısını, Atatürkçü Subayları ve Atatürkçü Aydınları hedef alan Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların İrticai bir kalkışma olmadığını söylemek mümkün mü?
            Hatta 17/ 25 Aralık soruşturmaları hukuki bir gerekçeye dayandırılsa da; ŞERİAT DÜZENİNİ AMAÇLAMADIĞINI VE CUMHURİYET Rejimini ele geçirmeyi hedeflemediğini söyleyebilir miyiz?
            15 Temmuz Hain Darbe girişimi; Demokratik Laik Cumhuriyet Rejimini yıkma ve yeni bir İslami düzen kurama amacına yönelik GERİCİ BİR KALKIŞMA DEĞİL MİDİR?
Nakşibendî tarikatı mensuplarının ATATÜRK’E karşı tavrını anlamak için Menemen olayı ve benzeri denemeleri unutmamak gerekir.
         “Menemen olayı ve Kubilay” olarak tarihe geçen bu olayın izleri toplumsal bellekten hiç silinmemiştir.     
         Ancak ne yazık ki TÜRK DEVRİM TARİHİ DERS KİTAPLARINDAN, MENEME OLAYI VE KUBİLAY” konusunun çıkartıldığını duyuyoruz.
         Menemen olayı ve Kubilay, asla unutulmaması ve unutturulmaması gereken bir vahşettir.
         Türkiye’yi tarihin kör karanlıklarına geri götürmek isteyen tüm irticai hareketlerin, dinci ve dinsiz yobazların, geçmişte olduğu gibi bugün de var olduklarını ve gelecekte de var olacaklarını Türk Milleti aklından çıkarmamalıdır.
       Laik Cumhuriyetimize, Atatürk’ümüze, Türk Silahlı Kuvvetlerimize, hurafelerden arındırılmış Dinimize, kısacası ülkemize sahip çıkmalıyız.
         Evet; aydınlık ülkenin aydınlık insanları; “durumu” bilelim ve görevimizi yapalım Özellikle de Atamızın Laiklik ilkesine sahip çıkalım.
         Laikliğin bir yaşam biçimi, insanca bir yaşam biçimi olduğunu, Türklerin Müslüman olmadan önce de laik bir düzen içinde yaşadıklarını, başka ulusların ve Türklerin tarihinde; dini kavramların, dini kişilerin, dini anlayışların egemen olduğu dönemlerde; toplumların neler çektiği ne mücadelelerle karşı karşıya kaldığını, nice acılar yaşadığını anımsayalım.
         Laiklik, “Toplumun Çağdaş olması” ve “Kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olması” esasına dayanır.
         Bu temel felsefeyi özümseyen Büyük Atatürk, bireyin; üzerindeki dini baskılardan kurtarılarak, özgür olmasını ve yaratıcı gücünü; ülke ve insanlık yararına kullanmasını sağlayacak yapısal dönüşümü gerçekleştirmiştir.
         Kimilerince öcü gibi algılanan LAİKLİK, işte bu yapısal dönüşümün ruhudur.
         Dini baskılardan kurtarılma yalnız “bireysel özgürleşme” için değil, bütün bir dünya yaşamı için gereklidir. Hatta kadın-erkek eşitliği için de gereklidir.
Ve artık bu yaşamda; dünya sorunları; akılla ve bilimle çözülecektir.
Böylece; laiklik sıradan bir “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, yaşama, akılcı ve bilimsel bakışı egemen kılmaktır. Çağdaş yurttaşlar yetiştirmenin yolu da budur. “Aklı önemsemek, eleştirel düşünmek ve giderek doğmalara, kalıplaşmalara karşı çıkmaktır.”
         Aydınlanma devriminin hedefi de budur.
       Devrim şehidi Kubilay’ın ardından “O Devrim için, O Devrimi ilerletmek için” nice Kubilaylar şehit verdik, veriyoruz.
         Bir simge insanıdır Kubilay; inandığı devrim uğruna gerici yığınların üstüne yürümenin unutulmaz örneğidir.
Kubilay bir anıt insan olarak kuşakların belleğinde kalacaktır.
Şeyh Sait isyanı, Menemen olayı ve diğer gerici ayaklanmaların benzer ve ortak nedenlerine de bakmak gerekmektedir.
Siyasal İslam hedefinde odaklanmış, kökten dinci  akımların, tempolarını yükselttiklerini, hedeflerini genişlettiklerini fark etmemek olanaksızdır.
Tablo budur ve çok vahimdir.
         Gericilerin Ortak hedefi; Cumhuriyeti yıkarak “Dine dayalı” bir devlet kurmaktır.
         Cumhuriyetin “Egemenlik ulusundur, felsefesini yıkarak, “Egemenlik Allah’ındır” felsefesini yerleştirmeye çalışmaktadırlar.
         Allah; egemenlik hakkını bizzat kullanamayacağına göre “Tarikat ehli” olanlar; egemenliği de Allah adına, “SEÇİMSİZ VE DENETİMSİZ” olarak kullanacaklardır.

         “Halk İradesi”nin” egemenliği, laisizmi getirir. Laisizm, insanlığın “olmazsa olmazı”dır. O olmayınca da; insan, insan olamaz.
Şeyh Sait ayaklanması, Menemen olayı ve benzerleri...
Atatürk böyle bir Türkiye’de yola çıkmıştı.         
Arkasında; tüm aymazlık, sapma ve ihanetlere karşın,  ayakları üzerinde durabilen bir Cumhuriyet bıraktı.
Ve bunu; Çağdaş bir eğitimi genelleştirerek ve Çağdışı başkaldırılara karşı ödünsüz davranarak başardı.
Çözüm, yine eğitimi düzeltmekten ve yine çağdışı güçlerin cüretlerini kırmaktan geçiyor.
Kubilaylar unutulmamalı.
Eğer unutulmasaydı... Maraş, Çorum, Sivas, Sincan olayları ve Danıştay katliamı yaşanmazdı.
Ergenekon Ve benzeri kumpas davaları yaşanmazdı.
15 Temmuz Gerici Kalkışması yaşanmazdı...
            Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu,  Mustafa Özbilgin gibi Vatanseverler aramızda olurdu.
Ergenekon Kumpası ve 15 Temmuz kalkışması yüzünden yaşamını yitirenler de aramızda olurdu...
Devrim şehitleri, KUBİLAY İLE BEKÇİLER; ŞEVKİ VE HASAN BEYLERİN katledilişlerinin 88. Yıl dönümünde manevi anıları önünde saygıyla eğiliyorum ve diyorum ki:
Menemen olayı ve Kubilay’ı anma günü tüm kendini bilenler için bir fırsattır.
KUBİLAYLARI unutturmamanın fırsatıdır.
Karanlık Güçlerin Cüretlerini Kırmanın fırsatıdır.

İRTİCA’YI tehdit ve tehlike olarak görmeyenler, DİN SÖMÜRÜSÜ İLE TİCARİ VE SİYASİ RANT SAĞLAMAYA ÇALIŞANLAR, İSLAMİYET’E DE BU ÜLKEYE DE TÜRK MİLLETİNE DE EN BÜYÜK KÖTÜLÜĞÜ YAPMAKTADIRLAR…
Saygılarımla...

Ahmet Avcı
İZMİR
21 ARALIK 2018

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar