27 Aralık 2014 Cumartesi

266- BİR DOSTU YİTİRMEK

BİR DOSTU YİTİRMEK…
(Emin KOTAN)

Bir dostumu yitirdim…
Can dostum, ağabeyim, sırdaşım, dert ortağım Emin Bey’İ yitirdim…

Cenazesini 26 ARALIK Cuma günü İstanbul’dan uğurladık…
Emin Bey’i 2000 yılı yazında tanımıştım…
Banksis’te yazlık komşumdu…
Kısa sürede kaynaştık…
Arkadaş ve dost olmakta çok zorlanan ben, sevmiştim Emin Bey’i…

Emin BEY;
SSK İstanbul Bölge Müdürü emeklisi…
Türk Silahlı Kuvvetleri Akademisi mezunu…
Muşlu…
Anadolu Bilgesi…
Ama tam bir İstanbul Beyefendisi…
Dost, arkadaş canlısı, iyiliksever…
Adam gibi adamdı…

Emin Ağabey, herkesle dosttu…
Ama benim tek dostumdu…

Neye yanıyorum biliyor musunuz; hep Emin Bey, derdim…
Ama içimden hep “Emin Abi” demek geçerdi…
Neden diyemedim ki…
Güle güle EMİN ABİ…
Mekânın cennet olsun…

Ahmet AVCI
27 ARALIK 2014





24 Aralık 2014 Çarşamba

265- İSMET İNÖNÜ VE YAKIN TARİHİMİZ

İSMET İNÖNÜ ve YAKIN TARİHİMİZ!

41 yıl önce aramızdan ayrılan Büyük Devlet adamı İsmet İnönü’nün şu ünlü sözü ile başlamak istiyorum.
         “Bir ülkedeki, namuslu insanlar, en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülke için kurtuluş yoktur.”

Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Başbakanı, ikinci Cumhurbaşkanı, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın silah ve çalışma arkadaşı İsmet İnönü;
1884 yılında İzmir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti. 1901'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a (topçu okulu) başladı, Bu okulu 1903'te topçu teğmeni olarak bitirdi. 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirdi.
31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) olarak bilinen ayaklanmayı Selanik'ten gelerek bastıran Hareket Ordusu'nda görev aldı.
          
1914'te Harbiye Nazırlığı ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğine (Genelkurmay Başkanlığı) atanan Enver Paşa'nın başlattığı ordunun yenileştirilmesi hareketinde etkin rol oynadı.
9 Kasım 1914'te Kaymakam (yarbay), 14 Aralık 1915'te Miralay (albay) oldu ve Çanakkale'deki 2. Ordu'nun Kurmay Başkanlığına atandı.
Daha sonra, Doğu Cephesi'nde görevlendirildi.
Bu sırada Mustafa Kemal Paşa da  bu ordunun 16. Kolordu Komutanlığına atamıştı.
 İsmet Bey, 1916'nın yaz aylarında bir süre çarpışmaları yönetti. Ocak 1917'de 2. Ordu Komutan vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle 4. Kolordu komutanlığına getirildi; stratejik birliklere komutanlık dönemi de bu göreviyle başladı.
Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı ve yıllar süren dostlukları ile devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti.
Mayıs 1917'de Suriye Cephesi'nde 20. Kolordu Komutanlığına, 19 Haziran'da da 3. Kolordu Komutanlığına atandı.
Halep'te 7. Ordu'nun oluşturulmasında görev aldı. Daha sonra bu orduda Kolordu Komutanlığına getirildi ve 7. Ordu'nun Komutanlığını üstlenen Mustafa Kemal Paşa ile gene yakın ilişki içinde oldu.
Mütareke döneminde Genelkurmay Karargâhında görev aldı.
Milli Mücadele başlayınca da Mustafa Kemal Paşa ile yakın işbirliğini sürdürdü. Bu arada bir kaç kez Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal Paşa’ya yardımcı oldu.
16 Mart 1920’de İstanbul resmen İtilaf Devletlerince İşgal edilince de Ankara’ya geçti.
23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) Edirne Milletvekili olarak katılan İsmet Bey, 3 Mayıs'ta İcra Vekilleri Heyeti'nde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili (Genelkurmay başkanı) oldu. Bu görevi üstlendiğinde Albaydı ve kendisinden hem rütbe, hem kıdemce çok ileride Komutanlar da vardı.
İsmet Bey, 6 Haziran'da İstanbul'da DİVANI-HARP tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.
Albay İsmet Bey, Milletvekilliği ve Bakanlık da üzerinde kalarak 10 Kasım 1920’de Garp Cephesi Komutanlığı görevine getirildi.
Kuruluş aşamasındaki düzenli Ordu ile Çerkez Ethem ayaklanmasının ve İç İsyanların bastırılmasında etkin rol oynadı.
Ocak ve Nisan 1921'de I. ve II. İnönü savaşlarında Yunan ilerlemesini durdurdu.
İnönü zaferleri, Ulusal Ordu'ya güven duyulmasını sağladı, Ulusal Kurtuluş Hareketini yürütenlere moral ve güç verdi.
Birinci İnönü Savaşı sonunda Tuğgeneral rütbesine yükseldi.
İkinci İnönü Zaferinden sonra; Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği Kutlama telgrafını bilginize aynen sunmak istiyorum; “İnönü Muharebe Meydanında Metris Tepe’de Garp Cephesi Komutanı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Paşa’ya:
Bütün tarihte, Sizin İnönü Meydan Muharebesinde yürüttüğünüz görev kadar, ağır bir sorumluluk üstlenmiş Komutanlar enderdir. Siz orada yalnız düşmanı değil, Milletin makûs talihini de yendiniz.”
Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan ZAFER üzerine, Mudanya Ateşkes toplantısında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni temsil etti.
Lozan Barış Konferansı'na Dışişleri Bakanı ve Türk Heyeti Başkanı olarak katıldı.
Görüşmeler sırasında Ulusumuzun çıkarlarını titizlikle savunan ve koruyan İsmet Paşa, 24 Temmuz 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Ve artık, İsmet Paşa, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin oluşumunda, yönetiminde ve Devrim atılımlarının gerçekleştirilmesinde İKİNCİ ADAMDIR.
1923'de Mustafa Kemal'in, İsmet Paşa’yı seçmesi için başlıca nedenler şunlardır:
İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal'e karşı özel bir rakiplik duygusu içinde olmadığı herkesçe bilinmektedir. Ayrıca, Mustafa Kemal'in otoritesine kati ihtiyaç olduğu da açıktı.
Son derece çalışkan, ciddi bir devlet adamı idi.
Mustafa Kemal'in “maddi ve manevi topyekûn düzenlemeleri” diye özetleyebileceğimiz, DEVRİM davasına en aşağı onun kadar inanmış bir fikir adamı idi.
Mustafa Kemal ayrıntı ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız DIŞ POLİTİKAYA sürekli bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında Hükümeti İsmet Paşa'ya, orduyu Fevzi Paşa'ya emanet ETMİŞTİ.
Bazı, şikâyet ve tenkitler üzerine, müdahaleler yapmak ve hakem rolü oynamaktan başka, hükümet işleri ile pek yorulmamıştır.
İsmet Paşa, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanı ile sonuçlanan süreçte, Mustafa Kemal'le yakın siyasal işbirliği içindeydi.
İlk Cumhuriyet Hükümetini kurdu (30 Ekim); aynı zamanda Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi-CHP) Genel Başkan Vekilliğini üstlendi. Böylece hükümet ve parti üzerinde otorite kurma olanağı elde etti.
Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TPCF) karşısında istediği yetkileri elde edemediği için 8 Kasım 1924'te Başvekillikten istifa etti; 21 Kasım 1924'te yeni hükümeti Fethi Bey kurdu.
Doğudaki Şeyh Said Ayaklanması üzerine 3 Mart 1925'te İsmet Paşa yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi.
            Ayaklanmanın bastırılmasında Hükümet Başkanı olarak önemli rol oynadı. Bu tarihten sonra, yeni devletin ve tek parti yönetiminin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
1934'te Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, 1924'ten 1937'ye değin Başvekillik görevini aralıksız sürdürdü. Bu dönemde ülkedeki bütün önemli siyasal gelişmelere damgasını vurdu.
İnönü, Atatürk Devrimlerinin gerçekleştirilmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşıydı.
Siyasal muhalefetin etkisizleştirilmesinde, Kemalist Reformların ilanında ve uygulanmasında, Ekonomi politikasında, devletçilik ilkesinin kabulünde ve uygulanmasında çok önemli rolü oldu.
İnönü 20 Eylül 1937'de Atatürk'le aralarındaki bazı görüş ayrılıkları yüzünden ve onun isteğiyle Başvekillikten ayrıldı. CHP'nin genel başkan vekilliğinden de alındı.
Görüş ayrılıkları büyük ölçüde İnönü'nün devletçilik uygulamalarından doğmuştu. Atatürk DEVLETÇİLİK uygulamalarının İnönü'nün düşündüğü biçimde genişletilmesinden yana değildi ve aynı görüşü paylaşan iktisat Vekili Celal Bayar'ı, İnönü'ye karşı siyasal bir seçenek olarak görüyordu.
İnönü ikinci kez Başvekillikten ayrılınca yerine Celal Bayar atandı. İnönü bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya Milletvekili olarak görev yaptı.
İsmet İnönü Atatürk'ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938'de İkinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Etkin siyasal yaşamdan çekildikten bir yıl sonra Cumhurbaşkanı seçilebilmesi, büyük ölçüde Cumhuriyet'le özdeşleşmiş olmasının göstergesiydi.
Atatürk’ün, en yakın çalışma arkadaşlarından, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın deneyimli Komutanlarından, Devrimin uygulayıcısı, tutarlı, dikkatli, titiz bir devlet adamı olan İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin başına getiriliyordu.
            Cumhurbaşkanlığının yanı sıra CHP genel başkanlığına da getirildiğinden yönetim üzerinde geniş otorite sahibi oldu. CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I. Olağanüstü Kurultay'ında partinin "değişmez genel başkan"ı seçildi. Ayrıca kendisine "Milli Şef" sıfatı verildi.
İnönü, Atatürk Devrimine içtenlikle inanan bir devlet adamı idi.
Devrimlerin, sürdürülmesini istediği kesindir. Ancak, İkinci Dünya Savaşının o acı ve telaşlı havası dünyayı öylesine kaplamıştı ki, İnönü, tüm enerjisini, çabasını Türkiye’yi bu savaşın dışında tutmaya çalışmıştır.
İnönü, özellikle; eğitim ve kültür işleri ve Toprak Reformu sorunu ile yakından ilgilenmiştir. Eğitimin halka yayılması çabalarına ağırlık verilmiştir. 17 Nisan 1940 ‘a Köy Enstitüleri açılmıştır.
Türk Üniversitelerinin gelişimi, yeni Yüksek Öğretim Kurumlarının açılması önemli  hizmetlerdendir. Ayrıca, bugün yurdumuzda çok gelişmiş olan teknik öğretimin temelleri de İnönü döneminde atılmıştır.
Batı ve Doğu kültürünün en önemli eserlerinden yüzlercesi en yetkili kişilerce Türkçeye kazandırılıp devletçe bastırılmıştır.
İnsanı “insana” tanıtmanın ve onu tek yönlü görüş ve anlayış saplantılarından kurtarmanın en iyi araçlarından olan, Tiyatronun devlet eliyle yaygınlaştırılması da İnönü dönemindedir.
Cumhuriyet kurulduğundan beri, Türkiye’de Toprak Reformu, kalkınmanın baş koşullarından sayılıyordu. İnönü bu konuda da olumlu çabalar göstermeye çalışmış; ama pek başarı sağlayamamıştır (bir çeşit toprak reformu öngören “Toprak Kanunu” 2 Mayıs 1945 yılında kabul edildi ise de tam olarak uygulanamadı).
İnönü, Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı (1939-45) döneminde ülkeyi savaştan uzak tutmaya çalıştı.
1939 yılında başlayan ve 1945’e kadar süren ikinci Dünya Savaşı Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını önemli ölçüde engelledi.
Hemen tümü üretici erkeklerden oluşan iki milyonluk bir ordu her an savaşa hazır durumda tutuluyordu. O günlerin çok kısıtlı olanakları, dolayısıyla bütçe kaynaklarının tümü, orduya aktarılıyordu. Ordunun üreticilerden oluşması, Tarımsal üretim iyice düşmesine yol açtı. Yeni kurulmakta olan sanayinin gelişmesi durdu. Yurtta pahalılık ve yokluk başladı.
Kuşkusuz bu sıkıntılar doğaldır. Çünkü savaşa girmemek için bu fedakârlığa katlanmak gerekti. Üretim arttırılmaya çalışılırken, tüketim de kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bazı ürünler karneye bağlanmış, Fırsatçı ve stokçular cezalandırılmış ama bu arada bazı haksızlıkların yapılması da önlenememiştir.
Savaş sırasında, savaşta satılan bazı değerli ürünler (Krom gibi) ile de önemli ölçüde döviz stokuna sahip olundu. Çünkü bu dövizler dış alım olanağı bulunmadığı için kullanılamamıştı. Böylece Türkiye savaşın dışında kaldığı gibi, savaş sonunda, tarihinde o güne dek görülmemiş bir döviz hazinesine sahip oluyordu.
Savaşa girmemeyi başaran Türkiye, buna rağmen güç ve zor günler geçirmiş; Savaş bitince yeni dış tehlikelerle karşılaşılmıştır.
Türkiye’nin savaşa girmemesi, SSCB’nin işini çok zorlaştırmıştı. Bunun hıncını almak ve ileride de böyle bir duruma düşmemek için, 19 Mart 1945’te Sovyetler, 17 Aralık 1925’ten beri yürürlükte olan Tarafsızlık Antlaşmasını tek yanlı olarak yürürlükten kaldırdı.
Savaş süresince de Amerikan ve İngiliz yöneticilerinden ısrarla, Boğazların gelecekteki durumunun görüşülmesini isteyen Sovyetler Birliğinin bu hareketi, Türkiye’de soğukkanlılıkla karşılandı.
7 Ağustos 1946’da; Rusya, Türkiye’ye verdiği NOTA ile Boğazlar rejiminin yeniden görüşülmesini, buraları Türkiye ve kendisi tarafından ortaklaşa savunulmasını, önerdi. Ayrıca Kars, Ardahan ve Artvin’i de istiyordu.
Sovyetlerin toprak istemi ve Boğazlara ilişkin önerisi, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler üyesi olmasına ve İkinci Dünya Savaşının bitmiş olmasına karşın;  Batılılarca çekimser karşılanmış ve Sovyetlerin istekleri karşısında, tepki göstermemişlerdir. Türkiye de tek başına kalmıştır.
Tek güvencemiz; Ulusal Gücümüz ve savaş dışı kalan Ordumuzdu.
Türkiye; Sovyetlere, gereken yanıtı vermiş, istek ve önerilerini reddetmişi. Türk Ordusu da Sınırlarda yığınak yaparak beklemeye başlamıştır.
Batının konuyla ilgilenmesi; Türkiye’nin direnmesi Hazırlıklara girişmesi ve Sovyetlerin, 24 Eylül 1946’da isteklerini ikinci bir notayla  yinelemeleri üzerine başlamış, ABD ve İngiltere, 9 Ekim 1946’da verdikleri yanıtla; Boğazların savunulmasında, Türkiye’nin tek sorumlu ve yetkili olduğunu, Boğazlarla ilgili bir düzenlemeye ve değişikliğe yandaş olmadıklarını bildirmişler,  tehlike de böylece atlatılmıştır.
ABD, Rus tehlikesinin büyüklüğünü kavramıştı. TRUMAN 12 Mart 1947’de yaptığı konuşma ile ünlü doktrinini açıkladı: ABD, Birleşmiş Milletler Yasasına uygun olarak, hür ve demokratik ülkeleri destekleyecekti. Dışişleri Bakanı Marshall da 5 Haziran 1947’de kendi ismiyle anılacak, büyük ekonomik yardım planını dünyaya duyurdu.
Başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik açıdan desteklenmesi için öngörülen Marshall Planının ekonomik değeri ise 200 milyar doları buluyordu. Bu Programdan Türkiye ile Yunanistan da yararlanacaktı.
 1947 yılında ABD “TRUMAN DOKTİRİNİ”ni uygulamaya ve Türkiye’ye askeri yardıma başladı.
Bunu, 1948 yılında Batı Avrupa ülkelerinin Batı Avrupa Birliğini kuran Brüksel Anlaşmasını  imzalamaları izledi. Ondan bir yıl sonra da NATO kuruldu.
NATO 1949 yılında kuruldu. Sovyetler Birliği de kendi nüfuzu altındaki Doğu Avrupa ülkeleriyle VARŞOVA PAKTINI oluşturdu.
Artık uluslar arası ilişkilerde, iki kutuplu bir sistem damgasını vuracaktı. Bu kampların ikisi de Nükleer silahlara ve güçlü ordulara sahipti.
 Yeni düzenin adı: “Dehşet Dengesi” idi.
İki tarafın elindeki silahlar, dünyada yaşayan tüm insanları birkaç kez öldürmeye yeterli idi.
NATO’nun kurulması, Soğuk Savaşın sonuna dek, Batı Avrupa ülkelerinin, güvenlik ve istikrar içinde yaşamasını sağladı. Bu Avrupa Kıtası'nın gördüğü en uzun barış dönemlerinden biri idi.
Türkiye’nin de Yunanistan’la birlikte 8 Şubat 1952’de katıldığı NATO, yüksek caydırıcı gücü sayesinde Sovyetlerin yayılmacı emellerine engel oldu.
Aslında Türkiye’nin NATO’ya katılması pek kolay olmamıştı. Türkiye daha kuruluşundan itibaren NATO’ya üye olmak istedi.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Partinin en önemli dış politika hedefi NATO üyeliği idi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında; Sovyetlerin etki alanında olup da; Rus isteklerini, reddederek bağımsızlığını koruyabilen tek ülke Türkiye olmuştur.
Türkiye’nin Batı ile özellikle ABD ile olan ilişkilerinde, bu ilişkilerin giderek, biraz da yanlış siyasetler sonucu; Atatürk Devriminin, dış siyasetinde, uluslar arası ilişkilerde, BAĞIMSIZLIĞIMIZI ZEDELEYECEK, davranışlardan kaçınma ilkesine ters düşmesinde, Sovyetlerin, Türkiye’den toprak istemesinin etkisi olmuştur.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı boyunca, Atatürk’ün Tam Bağımsızlık ilke ve Ülküsünü sürdürebilmiş, ancak savaş sonrası, Sovyet istekleri ve bu isteklerin atlatılmasından sonraki yanlış siyaset, Türkiye’yi, günümüzde, haklı olarak tartışılan ve bağımsızlığımıza gölge düşüren, duruma ve ortama sürüklemiştir.
1947’den sonra, Türkiye Batı Savunma Sisteminin daha çok içine girdi. Böylece, SSCB bir daha Türkiye’den herhangi bir istekte bulunamadı.
            Artık tarafsızlık siyaseti de sona ermiş yeni kurulan dünyada yeni yerimiz belirmeye başlamıştı.
Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise, dönemin unutulmayan mirası olarak kalmıştı.
II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, gerek uluslararası siyasetteki gelişmeler, gerekse ülke içindeki yeni oluşumlar rejimin genel niteliğinde önemli değişiklikleri gündeme getirdi. İnönü, çok partili yaşama geçişte ülkedeki siyasal liberalleşme hareketinde etkin rol oynadı; hem CHP içinde yeni politikaya karşı çıkan muhalefet grubunun güçlenmesini önlemeye çalıştı, hem de yeni ve güçlü bir muhalefet partisinin kurulmasını destekledi.
Türkiye’de 1950 yılına doğru, çok partili siyasal yaşam yeniden kurulmuş, demokrasi sancıları tekrar başlamıştır. Bu mükemmel rejime geçiş ve onu yaşatış, 40 yılı aşkın bir zaman almıştır.
1950 genel seçimlerinden sonra CHP, iktidarı Demokrat Parti'ye bırakırken, İsmet İnönü de Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı ve 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak siyasî yaşamını sürdürdü.
On yıllık muhalefet döneminde partisinin başında kaldı ve iktidarın zamanla sertleşen siyasal baskılarına karşın, CHP'nin yeniden güçlenmesine katkıda bulundu.
DP, 27 Mayıs 1960 hareketiyle iktidardan uzaklaştırıldı. Yeni Anayasa kabul edilip, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinden CHP birinci parti olarak çıkınca, 10 Kasım 1961’ de  İnönü yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Bu dönemde CHP-AP, CHP-YTP-CKMP ve CHP-Bağımsızlar KOALİSYON HÜKÜMETLERİNE başkanlık etti. Yeni kurulan siyasal sistemin sağlıklı biçimde işlemesi için çaba gösterdi. 27 Mayıs hareketinin doğurduğu sorunlarla da uğraşarak 22 Şubat ve 21 Mayıs 1963'te iki darbe girişimini önledi.
Demokratik rejimin, çok büyük bir hızla artmaya başlayan nüfusun; ekonomi, eğitim ve kültür açısından temel sorunlarına çözüm bulmada aksadığı anlar, kısa süreli bunalımlara yol açmışlardır. Bu bunalımlar ulusumuzun ve ordumuzun ortak çabaları ile kısa sürede giderilmiş; ancak toplumsal yasaların gereği olarak yeni zorluklar da doğmuştur.
1964 Kıbrıs olayları sırasında ABD'nin Türkiye'nin Ada’ya müdahalesini önlemesi üzerine dış politikada çok yönlü arayışlara girmişti.
Planlı ekonomi, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ortak Pazar üyeliğiSSCB ile iyi ilişkiler kurulması da bu döneme rastlar.
İnönü hükümeti 6 Şubat 1965'te yerini Suat Hayri Ürgüplü hükümetine bıraktı. 10 Ekim 1965 seçimlerinde partisinin seçimi kaybetmesi üzerine, parti içi görüş ayrılıkları derinleşti. İnönü'nün desteklediği "ortanın solu" politikası parti tarafından benimsendi.
Silahlı Kuvvetlerin 12 Mart 1971'deki müdahalesinden sonra, CHP'nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi ve İnönü, Parti Genel Sekreteri Bülent Ecevit'le anlaşmazlığa düştü.
Ecevit'e göre, müdahalenin amacı, CHP içinde egemen olan "ortanın solu" politikasına son vermek ve partinin iktidar olmasını önlemekti.
İnönü ise, müdahaleye açıkça karşı çıkılmasını onaylamıyordu. Yeni kurulacak hükümete partinin üye verip vermeyeceği konusunda beliren anlaşmazlık sonucunda Ecevit istifa etti.
Ecevit'le yoğun bir mücadeleye giren İnönü, Mayıs 1972'de toplanan V. Olağanüstü Kurultay'da, politikasının partisince onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı.
Kurultayda parti meclisi Ecevit'in yanında yer alınca da 8 Mayıs 1972'de CHP genel başkanlığından ayrıldı.
Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk Genel Başkan olan İnönü 4 Kasım 1972'de CHP üyeliğinden, 14 Kasım 1972'de de Milletvekilliğinden istifa etti.
25 Aralık 1973’te ölünceye değin Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu Tabii üyeliğinde bulundu.
1916 yılında Mevhibe Hanım'la evlenen İsmet İnönü üç çocuk babasıydı.
25 Aralık 1973'te ölen İnönü 27 Aralık'ta devlet töreni ile Anıtkabir'de toprağa verildi.
Anılarının bir bölümünü “Hatıralarım”, “Genç Subaylık Yılları”, adı altında toplamıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra, hemen ertesi gün tek aday gösterilip, TBMM tarafından oy birliğiyle ikinci Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün En büyük eseri, ülkemizi 2. Dünya Savaşına sokmamak ve Ülkemize Demokrasiyi yerleştirmesi olmuştur.
25 Aralık 1973' de kaybettiğimiz büyük devlet adamı, Türkiye’nin gerçek İkinci Adam’ı olarak ünlenen İnönü, Anıtkabir’de Büyük Önder’in karşısında yatmaktadır.
Kendisini rahmet, saygı ve sevgilerle anıyoruz.
  
            Ahmet Avcı      
İzmir 
25 Aralık 2014
                                                            




23 Aralık 2014 Salı

264-MENEMEN YILDIZTEPE HALA HÜZÜN YÜKLÜ, KUBİLAY’IN GÖRKEMLİ ANITINA RAĞMEN…

MENEMEN YILDIZTEPE HALA HÜZÜN YÜKLÜ,
KUBİLAY’IN GÖRKEMLİ ANITINA RAĞMEN…

Bugün, MENEMEN-YILDIZTEPE’DE; 23 Aralık 1930 Tarihinde Menemen'de Cumhuriyet düşmanı yobazlarca; Atatürk Devrimi ve İlkeleri uğrunda katledilen, Yedek Subay Asteğmen Mustafa FEHMİ KUBİLAY ile Şevki ve Hasan adlı Bekçileri anmak ve Gericilere dur demek üzere topladık...
Bizler; EMEKLİ SUBAYLAR DERNEĞİ KONAK ŞUBESİ OLARAK KATILMIŞTIK…
Önceki yıllarda, Menemen Etkinliği SONUNDA; “GELECEK YIL BU COŞKUDA ANMA YAPABİLECEK MİYİZ?” endişesiyle alandan ayrılırdık…
2001 yılından buyana her yıl katıldığım “MENEMEN OLAYI VE KUBİLAY”I anma etkinliğine katılım ne yazık ki 2010 yılından bu yana azalmaktadır…  
Bu yıl da Menemen Meydanı, yoğun kalabalığı bağrında toplamıştı.
Katılımcılar, coşkuluydular…
Taşınan pankart ve dövizlerden, katılımcıların Ülkemizin değişik yerlerinden geldikleri anlaşılıyordu…
Kortejle, iki noktadan polis kontrolünden geçerek Yıldız Tepe'ye ulaştık.
KUBİLAY anıtı tüm görkemi ile karşımızda idi. Ve kaide üzerindeki yazı okuyanları derinden sarsıyordu:
İNANDILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER…
BIRAKTIĞI EMANETİN BEKÇİSİYİZ…
İzmir Büyük Şehir Belediyesi ve diğer yetkililerin tüm çabalarına rağmen katılımcıların büyük çoğunluğu ayakta kalmıştı. Oturacak yer bulamayanlar da oturanlar da aynı coşkuyu paylaşıyordu…
Hava iyi idi…
İtiraf etmeliyim ki, kadınlar yine çoğunlukta idi...
Gençler de önceki yıllara göre artmıştı… Ve Tören alanına ayrı bir canlılık getirmişlerdi…
Gençlerin attığı sloganlar, alana ayrı bir hava getirmişti:
“TÜRKİYE LAİKTİR LAİK KALACAK, 
ATATÜRK GENÇLİĞİ GÖREV BAŞINDA,
MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ,
HÜKÜMET İSTİFA,
HER YER YOLSUZLUK, HER YER RÜŞVET,
BUNLARIN FIRTRATINDA MEMLEKETİ SOYMAK VAR,
GENÇLİK GELİYOR, KUBİLAY GÖRÜYOR…”

SLOGANLARINA TÖRENE KATILANLAR DA KATILMAKTA İDİ…
İZMİR Valisi yoktu. Törende Yardımcısı vardı…
Ne yazık ki önceki Vali de katılmazdı…
Acaba ideolojik tepki mi?
İlin Valisi neden Görkemli Cumhuriyetin En korkunç gerici kalkışmasının KURBANLARININ anma törenine katılmaz…
Bugün; HAŞHAŞİ, PARALEL YAPI, DARBECİ, KUMPASÇI OLARAK NİTELENEN VE İNLERİNE GİRİLMESİNDEN SÖZ EDİLEN, CEMAAT BOZUNTULARININ, O GÜNKÜ UZANTILARININ “CUMHURİYET VE REJİM DÜŞMANLIĞI” devlet görevlileri için bir şey ifade etmiyor mu?
Yoksa devlet ve millet çıkarı;  kişisel, çıkarlar, kadar önemli değil mi?
Törene gelmeyenler, mesaj yollamamışlar mıydı, anlayamadık…
Okunmadı…
Önceki yıllarda, gönderenler, yuhalanmışlardı…
Menemen Belediye Başkanı Tahir Şahin bu yıl da muhteşem bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı, bulup okumanızı isterim…
 Atatürk Devrim ve İlkeleri doğrultusunda; 84 yıl önce; canlarını hiçe sayarak, Rejim düşmanı yobazların üzerine korkusuzca yürüyen ve kanlarını bu soylu toprağa akıtan Mustafa Fehmi KUBİLAY ile Bekçilerimiz, Şevki ve Hasan'ın aziz ruhları önünde saygı ile eğiliyor ve bıraktıkları emanetin yılmaz bekçileri olduğumuzu vurguluyorum.
84 yıl önce gerçekleşen, bu menfur olayın sorumlularının günümüzdeki uzantıları da boş durmamaktadırlar…
Laik Türkiye Cumhuriyeti, bugün de KUBİLAY’IN başını kör testere kesen, gerici zihniyetin ve onların torunlarının tehdidi altındadır…
Ulusal değerlere saldıranlar, Laik Cumhuriyeti Ilımlı İslam’a dönüştürmek istiyorlar…
Başaramayacaklar.
Cumhuriyetimiz bugün de tehdit ve tehlike altındadır…
İRTİCA’YI tehdit ve tehlike olarak görmeyenler, DİN SÖMÜRÜSÜ İLE TİCARİ VE SİYASİ RANT SAĞLAMAYA ÇALIŞANLAR, İSLAMİYET’E DE BU ÜLKEYE DE TÜRK MİLLETİNE DE EN BÜYÜK KÖTÜLÜĞÜ YAPMAKTADIRLAR…

Ahmet AVCI
TESUD KONAK ŞUBESİ 2. BŞK.
23 ARALIK 2014





Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar