4 Aralık 2017 Pazartesi

313-TÜRK KADININA SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ VERİLMESİ

TÜRK KADININA SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ VERİLMESİ
5 ARALIK 1934

Türk kadınına; SEÇME VE SEÇİLME HAKKINI VEREN YASANIN KABULÜNÜN 83’üncü YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN…

Atatürk diyor ki: “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Olabilir mi ki bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini göz ardı edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin?

Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? 

Şüphe yok yükselme ve ilerleme adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve gelişme alanında birlikte yol alınmak gerektir.
Böyle olursa DEVRİM BAŞARILI OLUR.”

KADINLARIMIZA “EŞİT YURTTAŞLIK HAKKI”NIN VERİLMESİ
Osmanlı’da erkek kul kadın da cariye idi. Ümmetçiliğin egemen olduğu Topluma da Reaya deniyordu…

Toplumda HUKUK BİRLİĞİ VE DÜZENİ olmadığından, kadın erkek arasında da eşitsizlikler vardı.
Kadınlara devlet yönetimine katılma hakkı tanınmamıştı…
Özel yaşamda da eşitsizlik büyüktü: Bir erkek dört kadınla evlenebilirdi. Boşanma hakkı da ilke olarak, yalnızca erkeklere tanınmıştı. Erkek, mahkeme kararı olmadan dileği anda karısını boşayabiliyordu.
Miras alanında kız çocuklarının payı erkek çocuklarının yarısı kadardı.
Mahkemelerde, o da belli davalarda, iki kadın tanık bir erkek tanık yerine geçerdi.
Kadının ekonomik yaşama atılması da mümkün olamayacak ölçüde zordu.
Kadınlara meslek yaşamı çok ender istisnalar dışında-ebelik gibi- tamamen kapatılmıştı.
Seçme ve seçilme hakkı düşünce bazında bile söz konusu değildi…
Atatürk Devrimiyle gerçekleşen Cumhuriyetle erkek KULLUKTAN, kadınlar da CARİYELİKTEN kurtularak, özgür yurttaşlar olmuşlardır…

Yeni Dönemde; Türk kadınının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşama katılımlarının sağlanabilmesi için bir dizi değişiklik yapılmıştır…

1926 yılında TBMM’nce kabul edilen TÜRK MEDENİ KANUNU İLE erkelere ve kadınlarımıza önemli ölçüde YURTTAŞLIK HAKLARI verilmiştir…

Ancak, kadınlarımıza EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI SEÇME VE SEÇİLME HAKLARI VERİLEREK, sağlanacaktır…

Kadınlara, 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme hakkı verilmiştir.
1933 yılında çıkarılan Köy Kanunuyla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 1934’te Anayasada yapılan bir değişiklikle milletvekili seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla, Türk kadını layık olduğu değere kavuşmuştur. 

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; “Dünyada hiç bir milletin kadını Ben Anadolu Kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu Kadını kadar emek verdim’, diyemez” sözüyle yücelttiği TÜRK KADININA; birçok Avrupa Devletinden önce bu hakları verişi anlamlıdır…

Bu yasa uyarınca, düzenlenen, 1935 yılındaki seçimde 17 Kadın Milletvekili TBMM’nin 5.Dönemine girmiştir. 
Bu sayı, 1936 ara seçiminde 1 artarak, 18’e yükselmiştir. 
Böylece, TBMM’nin o tarihteki 395 genel mevcuduna göre, kadınlarımız Yüzde 5 temsil oranına kavuşmuştur. 
Ne yazık ki, bu oran 2007 yılına kadar aşılamamıştır. 

2007’deki seçimi kazanan 48 Kadın Milletvekili ile kadınlarımızın 550 sandalyeli TBMM’deki temsil oranı Yüzde 7’ye ulaşmış; 22 Haziran 2011 seçiminde bu oran ikiye katlanarak, Yüzde 14’e yükselmiştir.

22 Haziran 2011’de TBMM’nin 24.Dönemine seçilen 78 Kadın Milletvekilimizin Siyasal Partilere göre dağılımı şu şekildedir. 

1 KASIM 2015 seçimlerinde; 81 kadın Milletvekili girdi. (AKP:34, CHP: 23, HDP: 23, MHP: 3)
 Elbette ki, değildir. 80 milyonluk Türkiye nüfusunun yarısını oluşturan kadınlarımız, TBMM’deki temsil oranının niçin Yüzde 50’nin altında kaldığını, sormalı ve sorgulamalıdırlar. 

Çağdaş Ülkelerin kadınları bunu sorgulayarak ve de haklarını savunarak, bugün bizim önümüze geçmişlerdir. 
Oysa kadınlara parlamenter olma hakkını kazandıran yasalar, onlarda bizden daha sonra (Fransa’da 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan’da 1952, İsviçre’de ise 1971 yılında) kabul edilmiştir.

İşgalci Emperyalizme karşı, erleriyle omuz-omuza savaşan kadınlarımız, bugün Çağdaş Cumhuriyetimizin kendilerine sağladığı hak ve özgürlüklerden yeterince yararlanamamaktadır. 

Daha acısı; Onlara yöneltilen şiddet, Ulusumuzun onurunu ve aydınlığını karartmaktadır.
Hak verilmez, alınır… Ve de, kullanılır. 
Kadınları öteleyen (erkeklerin egemen olduğu) toplumda, yasa çıkarmak yetmez. Yasaları uygulayacak, çağdaş hukuk düzeninin sağlanması gerekir. 

Eli öpülesi kadınlarımız bunu gerçekleştirmek için, bilinç ve inançla, hiç yılmaksızın mücadele etmelidirler. 

Kadınlarımızın özgür, eşit yurttaş olabilmeleri, ancak ülke ve ulusun bağımsızlığı ve bütünlüğü ile olanaklıdır. 

Ülke ve ulusun bağımsızlığının olmadığı yerde, kadın haklarından, eşit yurttaşlıktan söz edilemez.

Kadınlarımız, ikinci sınıf insan yerine konulmasına izin vermemelidir.
Kadınlarımız, Laik Cumhuriyet rejiminin kendisine sağladığı hak ve özgürlüğe -ÇAĞDAŞ UYGARLIK YOLUNDA-; sonuna kadar sahip çıkmalıdır…

Ahmet Avcı
İzmir


3 Aralık 2017 Pazar

312- TEKKELERİN KAPATILMASI

TEKKE –ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI: 30 Kasım 1925

Cumhuriyet’in kurulmasıyla, ülkemizde; Devlet ve hukuk düzeninin LAİKLEŞTİRİLMESİ toplumsal yaşayışa da yansımıştır.
Laik düzende varlığı gereksiz kurumlar kaldırılmış, modernleşme ve çağdaşlaşma sağlanmıştır.
Osmanlı Devletinde, belli bir mezhep içinde Tanrı’ya erişmek yolunda yöntemler arayan dini akımlara TARİKAT, tarikat üyelerinin toplandıkları ve yaşadıkları yerlere de TEKKE VE ZAVİYE denilirdi.
Tekkelerde oturan ve hizmet eden kişilere de DERVİŞ denilirdi. Bunların başında da ŞEYHLER bulunurdu.
TARİKAT ŞEYH VE ÜYELERİ, hangi yolla düşünmekle Tanrı’ya daha fazla yaklaşılabileceği üzerinde türlü yöntemler saptarlar, TEKKE VE ZAVİYELER hep bu işlerle uğraşırlardı.
Türlü Meslek kuruluşları, bazı Tarikatlara bağlıydılar. Bu nedenle, Tarikatların ileri gelenleri büyük saygı görürler, tekkelerde adeta saltanat sürerlerdi.
Tarikatçılığın pratik hiçbir yararı olmadığı gibi, TÜRK HALKINI TÜRLÜ DİNSEL AKIMLARA AYIRDIĞI için büyük zararları vardı.
İslam Dininin esaslarında da TARİKATLARA YER YOKTU. Buna rağmen, türlü meslek çevreleri ve toplumsal gruplar, tarikatçılığı geliştirmişlerdi. Özellikle son YÜZYILDA, Tekkeler ve Zaviyeler, birer TEMBELLİK VE MİSKİNLİK OCAĞI olmuştu.
Sayıları çok da artan bu yerlerde GENÇLER TEMBELLİĞE alıştırılıyordu. Tekke ve Zaviyeler tam anlamı ile DİNSEL SÖMÜRÜ MERKEZLERİ İDİ. Hemen her yerleşim bölgesinde bunlara rastlanırdı. Büyük kentlerde ise sayıları yüzleri aşardı.
30 Kasım 1925 günü çıkartılan bir yasa ile TEKKE VE ZAVİYELER KALDIRILDI. ŞEYHLİK, DERVİŞLİK, SEYİTLİK, DEDELİK, ÇELEBİLİLİK, BABALIK, EMİRLİK, NAİPLİK, HALİFELİK, FALCILIK, BÜYÜCÜLÜK, ÜFÜRÜKÇÜLÜK MUSKACILIK gibi, Tarikat unvanlarının da kullanılması yasaklandı.
Bu tip adamların o zamana değin giydikleri gülünç kıyafetleri de yasaklandı.
Tarikatlar kaldırıldıktan sonra, onların üyelerinin unvan ve kıyafetleri de yaşayamazdı. Böylece gerçek İslamlıkla ilgisi olmayan bu yapay kuruluşların yaşamaları son buldu.
Bugün; TEEKE VE ZAVİYELERİN yeniden açılmasını isteyen ZİHNİYET, ÇAĞDAŞLAŞMA YOLUNDA, CUMHURİYETİN’İN KURULUŞ YILLARINDA atılan bu olumlu adımı YOK SAYMAYA çalışmaktadır…
TEKKE VE ZAVİYELERİ DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTÜ ya da SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ OLARAK GÖRMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR…
Buna ancak; dini çıkarları için kullanan örgüt demek mümkündür…
Osmanlı döneminde yaşanmış hem de PADİŞAHLARCA YAŞANMIŞ iki örneği GÖRÜŞÜNÜZE SUNUYORUM…
1. Tüm Osmanlı Padişahları da, türlü-çeşitli tarikatlara girmişlerdir; Veli diye anılan, İkinci Beyazıt da; CEMALİYYE TARİKATINA katılmıştır.
İşte bu Padişah, boynuna takılan bir tasma ile şeyhinin huzuruna getirilmiştir.
“ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYTANI OLUR” hükmü, böylece hükümsüz kılınmak istenmiştir.
2. Falcı Padişah 3. Mustafa, Prusya Kralı Frederik’e mektup yazarak, Ülkesinin refaha ulaşmasına, düşmanlarıyla başa çıkmasına yardımcı olabilecek, MÜNECCİM ister.
Kral verdiği yanıtta: ”Beni üç müneccimim var.
• Devlet hazinesini dolu bulundurmak.
• Barışta ve savaşta askeri eğitmek.
• Tarih okumak…” der.
Bugün; Tarikat ve Cemaatlerin toplumumuzda açtığı yaraları gördükçe, Mustafa Kemal Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi anlıyoruz…

Ahmet AVCI
İZMİR

KAYNAKLAR:
1. Prof. Dr. Ergün AYBARS; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi.
2. Prof. Dr. Bülent TANÖR; Kurtuluş ve Kuruluş.
3. Ahmet Taner KIŞLALI; Ben Demokrat Değilim.
4. Prof. Dr. Suna KİLİ; Atatürk Devrimi.


5. Prof. Dr. Ahmet Mumcu; Türk Devrimi’nin Temelleri ve Gelişimi.

26 Nisan 2017 Çarşamba

311- LAİKLİK VE MİLLİ BİRLİK

LAİKLİK VE MİLLİ BİRLİK
Cumhuriyet’in iki büyük projesi vardı.
Biri; “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” diye söylenen “LAİKLİK”.
Diğeri, “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişinde ifadesini bulan “MİLLİ BİRLİK” idi.
Bu iki temel proje, Türk Devriminin gerçekleşmesini de sağlamıştır…
Türk Devriminin genel amacı;  Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam Bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’daki yerini almasını sağlamaktır.
İşte bu Çağdaş Uygarlık düzeyidir…
“Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi”nin Ülkemizle ilgili olarak aldığı son “DENETİM” kararı bizleri derin düşüncelere salmıştır…
Ülkemizi bu duruma düşürenler Milletimizden özür dilerler mi bilemem…
Nedeni ne olursa olsun, ülkemiz bu aşağılanmayı hak etmemiştir…
Ülkemizin içinde bulunduğu bu olağan dışı ortamda; en çok gündemde olan konu, yine LAİKLİK’TİR ve MİLLİ BİRLİK’TİR.
MİLLİ BİRLİK VE LAİKLİK’İN YOK EDİLMESİ YA DA YOK SAYILMASI, yüzünden, Ülke kaosa sürüklenmekte, Toplum bölünme kaygıları taşımaktadır.
Üzgünüm…

Ahmet AVCI
26 NİSAN 2017

22 Nisan 2017 Cumartesi

310. ULUSAL EGEMENLİK

ULUSAL EGEMENLİK VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYE'Sİ...


Mustafa Kemal ATATÜRK diyor ki: “EGEMENLİK; KAYITSIZ KOŞULSUZ MİLLETİNDİR!”
Elbette; burada sözü edilen MİLLET, “TÜRK MİLLETİ”dir…
Kimileri, “Türk Milleti” sözünü dillerine almasa da gerçek bu…
Atatürk’ün bu sözünü, Anayasamızın 6. Maddesine de almışız…
Anayasamız diyor ki; “TÜRK MİLLETİ, EGEMENLİĞİNİ, ANAYASANIN KOYDUĞU ESASLARA GÖRE, YETKİLİ ORGANLARI ELİYLE KULLANIR. EGEMENLİĞİN KULLANILMASI, HİÇBİR SURETTE; HİÇBİR KİŞİYE, ZÜMREYE VEYA SINIFA BIRAKILAMAZ. HİÇBİR KİMSE VEYA ORGAN KAYNAĞINI ANAYASADAN ALMAYAN BİR DEVLET YETKİSİ KULLANAMAZ.”
Egemenlik kavramını birkaç tanımla açıklamaya çalışacağım:
Egemenlik: Egemen olma hali; bir devletin başka bir devletin boyunduruğu altında bulunmaması, kendi kendini yönetmesidir.
Egemen Devlet: buyruk ve hüküm sahibi; buyruklarını yürüten, bağımlı olmayan, devlet demektir.
Egemen Eşitlik: Uluslar arası uygulamalarda; diğer devletlerle eşit olabilmektir.
ULUSAL egemenlik: Devletin dış güçlere BAĞIMLI olmaması ve yönetim erkinin ALLAH’A, dine ya da geleneğe değil, Millete dayalı olmasıdır. (yasama, yürütme ve yargı gibi tüm devlet organlarını ve güçlerini kapsar)
Ulusal İrade: yargı denetiminde yapılan, periyodik, serbest ve adil seçimler sonunda oluşan, Meclis’te temsil edilen siyasal güçtür. (iktidar ve muhalefeti kapsar)
İktidar: Mecliste oluşan, Milli İrade’nin temsiline göre belirlenen yönetimdir. (Hükümeti ve hükümetin Meclis’teki gücünü belirtir)
Bilindiği gibi; Osmanlı Devletinde; egemenlik tümüyle Osmanlı ailesine aitti. Ailenin en yaşlı ya da yetkin üyesi kim ise; O, ‘Egemenlik Hakkını’ ailesi adına sınırsız olarak kullanırdı.
Osmanlı’da; özellikle Halifeliğin kabulünden (1517) sonra iktidar, Tanrısal iradeye dayatılmıştı.
Devletin başı olan ve devletin kendisi sayılan Padişah; doğrudan doğruya tanrısal irade ile iktidara sahip bulunuyor ve devleti yönetiyordu. Egemenliğin kaynağı ve dayanağına dokunulmadan, yalnızca Padişahın yetkilerinin sınırlandırılması ya da egemenliğine ortak olunması çabaları, Osmanlı devletinin son dönemlerinde, görülmüş ise de; Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyetler, gibi düzenlemeler (AÇILIMLAR) ne Devleti ne de Saltanatı kurtarabilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı Devleti, egemenliğini de Saltanatını da İtilaf Devletlerinin insafına bırakmıştır.
Ancak; Türk Usunun Büyük Önderi Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi ile ‘Vatanın bütünlüğünü ve Ulusun bağımsızlığını, yine Ulus’un azim ve kararının kurtaracağını’ dünyaya duyurmuştur.
Bu karar; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde pekiştirilmiş, TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını, kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırıyordu.
23 Nisan 1920’te; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya (Saltanattan, Ulus’a) geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu. Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’ önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi. Meclisin kurucusu Mustafa Kemal, bu olayı; “23 Nisan 1920, Türkiye Milli Tarihi’nin başlangıcı yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir husumet dünyasına karşı, ayaklanan Türkiye Halkının TBMM’Nİ vücuda getirmek, hususunda gösterdiği mucizeyi ifade eder” sözleriyle değerlendirerek, ‘MECLİSİ ULUSAL İRADENİN’ eseri olarak göstermiştir.
23 Nisan 1920’te Ankara’da Meclis açıldıktan sonra; adını koyan ilk kararında; “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ” deyimini kullanmıştır.
TBMM, ‘Türk Ulusu’nu temsil edecektir. Adının başındaki “TÜRKİYE” sözcüğü devlet yaşamında ilk kez kullanılmaktadır.
Osmanlı Anayasasında; Devlet; “Osmanlıdır”, Saltanat; “Osmanlıdır”, Ülke; “Osmanlıdır”, Uyruklar; “Osmanlıdır.
Oysa açılan yeni dönemde; “Türklük”, “Osmanlılık”ın üzerine çıkmaktadır.
Artık Türk Milliyetçiliği de filizlenmektedir.
Kurulan yeni devlet; temelini Türk Ulusu’na dayandırmaktadır.
Bunun da bir DEVRİM olduğu görülmektedir.
Göksel İrade; yerini insan iradesine, beşeri iradeye bırakmıştır. Egemenliği kullanma hakkı, fiilen halkın temsilcileri tarafından, halk adına kullanılmaya başlamıştır.
Ulus Egemenliği ile;
Kurtuluş Savaşı kazanılmış,
Emperyalizm ve HAÇLI iTTİFAKI yenilmiş,
Megalo İdea ortadan kaldırılmış,
 Sevr Antlaşması yok edilmiş,
Batı Anadolu ve Trakya işgalden kurtarılmış,
Doğu Sorunu çözülmüş, Saltanat ve Halifelik kaldırılmış,
Lozan Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı hesapları ve yüzlerce yıllık sorunlar çözülmüş,
Cumhuriyet ilan edilmiş,
Misak-ı Milli esasları yaşama geçirilmiş,
Ve Yeni Türk Devleti Dünyaya tanıtılmıştır.
Özetle; TÜRK DEVRİMİ GERÇEKLEŞTİRİLMİŞTİR...
Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Çağdaş Dünyadaki yerini almıştır; Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşma yoluna koyulmuştur.
Mustafa Kemal’in hedeflediği DÜZENİ, yani “Milli Egemenlik ve Bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, Milliyetçi, Laik, Halkçı, Demokratik Parlamenter Sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde Devrimci, tüm Dünya Uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, Haklar, Hürriyetler ve Kalkınma düzenini” kurma çabasına girmiştir.
Türk Devrimi’nin genel Amacı: “Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’da yerini alması” biçiminde ortaya konulmuştur.
Çok partili sisteme geçtikten sonra; siyasi partiler, Atatürk Devrimini sulandırdılar, Türkiye’yi de bulandırdılar.
“Hâkimiyet Allah”ındır sözünü halk yığınlarına ezberlettiler.
Acaba; Allah’ın olan Hâkimiyet Hakkını O’nun adına kim kullanacaktır!
Çeşitli ümmetlerden, bir tek HALK’A, bir tek halktan, tek bir MİLLET’e dönüşen ulusumuzu tarikatlara, cemaatlere böldüler.
Şeyh-politikacı ilişkisi; bilimsel ve tarihi gerçekleri, safsataya dönüştürmeye çalışmıştır.
İç ve dış işbirlikçilerince desteklenen ve devletimizin içine sızan bir cemaat, devleti ele geçirmek amacıyla, 15 TEMMUZ 2017 tarihinde hain bir darbe girişiminde bulunmuştur…
Bu darbe girişimi önlense de; asıl failleri ve siyasi uzantıları ne yazık ki hala ortaya çıkartılamamıştır.
Milletimizin beklentisi; Milli Egemenlik ve Milli İradeyi ele geçirmeye kalkışan bu örgütün gerçek bağlantılarının ortaya çıkartılması, bu örgütten de bunlarla işbirliği yapanlardan da hesap sorulması yönündedir…
Mustafa Kemal; “Ulusal Kurtuluş Savaşını yapan Türk Halkına TÜRK MİLLETİ denir” demişti.
97 yıl önce bugün; egemenlik, Hanedandan sökülüp alınarak, gerçek sahibine teslim edilmiştir.
Bu uygulama ile Türk Toplumunun, Ümmet’ten Ulus’a, ‘Kulluk’tan ‘Yurttaş’lığa geçişi sağlanmıştır.
Bu TÜRK DEVRİMİ’DİR.
 Ya bugün; nerede ise yüz yıldır sürdürülen Parlamenter sistem, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan ve sonuçları hala tartışılan bir ANAYASA değişikliği referandumuyla; Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçişin alt yapısı hazırlanmıştır…
Ve Rejim değişikliğine gidilmiştir.
Demokrasinin olmazsa olmazı kabul edilen; “ERKLER AYRILIĞININ YOK SAYILDIĞI BU SİSTEMDE; TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN ETKİSİZLEŞTİĞİ, YARGININ BAĞIMSIZLIĞI VE TARAFSIZLIĞININ ZEDELENDİĞİ, MİLLİ İRADENİN TEK KİŞİNİN ELİNDE TOPLANDIĞI” biçiminde yaygın bir kanaatin oluştuğu gözlemlenmektedir…
Bağımsız yargı denetiminde yapılması gereken ve Türk Milleti için son derece önemeli ve anlamlı olan bu referandumda; YÜKSEK SEÇİMKURULU, sergilediği yönetimle Referandum sonuçlarını tartışılır hale getirdiği gibi, gelecekteki seçimler için de güvenilirliğinin sarsılmasına yol açmıştır…
Cumhuriyetin kazanımlarının yok edileceği endişesi vardır…
23 NİSAN 1920 tarihinde, TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’Nİ AÇARAK, Egemenliği Millete veren ve bu Meclisle Milli Mücadeleyi başarıya ulaştıran, Türk Devrimini gerçekleştiren, Mustafa Kemal Paşa ve dava arkadaşlarını rahmet ve minnetle anıyorum…
ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…

Ahmet AVCI
23 NİSAN 2017
 İZMİR



17 Mart 2017 Cuma

309- ÇANAKKALE MUHAREBELERİ VE MUSTAFA KEMAL

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ VE MUSTAFA KEMAL




              Çanakkale Deniz Zaferi’nin 102’İNCİ yıl dönümünde, başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere tüm Şehit ve Gazilerimizi, bu Muharebeleri gerçekleştiren, bu toprakları bizlere vatan yapan Kahramanlarımızı Rahmet, Minnet ve Şükranla anıyoruz…
            Ayrıca; Gelibolu’da görev alan İşgal Kuvvetleri’nin askerlerini de bir insanlık görevi olarak, Türklere özgü vefa duygusu ile yâd ediyoruz. 
            Çanakkale Muharebeleri; Birinci Dünya Savaşına istemeyerek giren ya da sokulan Osmanlı Devletinin; başlatmadığı ve girmeyi de istemediği bu savaşta, İngiliz ve Fransızların oluşturduğu Emperyalist ittifakına karşı yürüttüğü meşru bir savunmadır. 
Birinci Dünya Savaşına; çok fazla Hans öleceğine, Mehmetçik ölsün ve sonradan da Osmanlı toprakları kendisine kalsın düşüncesinden hareket eden Almanya’nın dayatması ve ülkemizdeki yandaşlarının, Yüzyılın başında yitirilen toprakların geri alınacağı kandırmacısı sonucu Osmanlı Devleti bu savaşa katılmıştı. 
            Osmanlı Devleti; Kafkasya’da Rusların başlattığı muharebede; Sarıkamış bozgununa uğrayınca; Doğu Anadolu’yu ve Karadeniz kıyılarını Ruslara ve Ermenilere terk ederek, birliklerini Mısır seferi için Güney’e Süveyş Kanalı’na yöneltmişti. 
Amacı; Süveyş Kanalını ele geçirerek, İngiltere’nin Sömürgesi Hindistan’la bağlantısını kesmek, böylece ikmal akışını durdurmak ve İngiltere’yi sıkıntıya sokarak, Almanya’nın işini kolaylaştırmak, ayrıca; olursa Mısır’ı yeniden Osmanlı topraklarına katmaktı. 
PEKİ, YA DOĞU ANADOLU NE OLACAK? BU KONU TÜRK BAŞKOMUTANI’NI DA PEK İLGİLENDİRMİYORDU HERHALDE… 
Buna karşılık; İtilaf Grubunun lideri durumundaki İngiltere de Süveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlamak ve Mısır’ı elde tutmak için, Osmanlı Ordusunun bu bölgeden uzak tutulmasının planlarını yapmaktadırlar. 
  Ayrıca, Avrupa’da, Almanya’nın karşısında; başarısızlığa uğrayan, iç bünyesinde de kargaşa yaşayan Rusya’nın yardım isteklerini de karşılamak istemektedir. 
            RUSYA’YA YARDIM İÇİN DE ÇANAKKALE VE İSTANBUL BOĞAZLARINI AŞMAK GEREKECEKTİR. 
            Çanakkale Boğazı, Birinci Dünya savaşı sırasında iki Blok devletleri için de yaşamsal önemdedir. 
Savaşın başında Osmanlının tarafsız kalması İtilaf Devletlerini memnun etmiş, hatta 26 EYLÜL 1914’te boğazların tüm yabancı gemilere kapatılmasını önemsememişti. Ancak Osmanlı savaşa girince, İngiltere Boğazlar konusunda ki asıl planını uygulamaya koymuştur. 
Çanakkale’den geçen deniz yolu hem İstanbul’a hem de Rusya’ya gittiğinden, İstanbul’u ele geçirmek Osmanlı Devletini bir an önce savaş dışı bırakmak ve Rusya’ya gereken yardımı yapabilmek; Osmanlının, Süveyş Kanalı’na sefer yapmasını önlemek, Balkan Devletlerini yanlarına çekmek için İngiliz ve Fransızların, Çanakkale Boğazını zorlayacakları açıkça belli idi. 
BUNU BİLEN OSMANLI DA DAHA 26 EYLÜL 1914’TE BU BOĞAZI TÜM YABANCI GEMİLERE KAPATMIŞTI. 
Rusya’ya yardım için; İngiltere, müttefiki Fransa’yı ikna ederek, 1915 yılı başlarında, İtilaf Devletleri Bloğu için artık bir zorunluluk olan “Çanakkale Seferi”ni başlattı. 
BÖYLELİKLE, OSMANLI’YI HASSAS YERİNDEN VURARAK, KANAL BÖLGESİNDEKİ BİRLİKLERİNİ GERİYE ÇEKTİRECEKTİ. 
Çanakkale Harekâtı başarıya ulaşırsa; Osmanlı Başkenti ele geçirilip Osmanlı Devleti çökertilecek ve savaş dışı bırakılacak, Almanya- Avusturya Macaristan Bloğuna yeni bir cephe açılacak, Rusya’ya yapılacak yardımla da, Alman birlikleri Doğudan ve Batıdan sıkıştırılarak, savaş daha kısa sürede başarı ve daha az kayıpla bitirilecektir. 
Çanakkale Seferinde kısa sürede başarı sağlanamasa bile Almanya’nın, Batı’dan bu bölgeye kuvvet kaydırması sağlanarak, Avrupa’daki gücü zayıflamış olacaktır. 

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ, DENİZ VE KARA MUHAREBELERİ İLE BİR BÜTÜNDÜR. 

18 MART 1915’TE ÇANAKKALE BOĞAZINI ZORLAYARAK GEÇMEK İSTEYEN DÜNYANIN EN BÜYÜK DONANMASINA DENİZ MEZAR OLUŞ, ZAMANIN EN BÜYÜK ORDULARININ BOĞAZI, KARADAN GEÇME ÇABALARI DA CONK BAYIRI VE ANAFARTALAR MUHAREBELERİ İLE GELİBOLU SIRTLARINDA MUSTAFA KEMAL’İN KOMUTA ETTİĞİ BİRLİKLER TARAFINDAN DURDURULMUŞTUR. 

Gelibolu Yarımadasında yapılan çarpışmalar, bir Meydan Muharebesi değildir. Birer karış denebilecek dar topraklar üzerinde; binlerce on binlerce, yüz binlerce insanın göğüs göğse boğuşmasıdır.
İşgalci Ordular karşısında, Emperyalizmin karşısında; VATAN UĞRUNA, NAMUS UĞRUNA ORTAYA KONULAN MÜCADELENİN göstergesidir… 
Çanakkale, birkaç günlük tarih, bir toprak parçası değil… Bir duruş, bir anlayış, bir felsefe, bir ilke, bir kimliktir…
Başarısızlığa uğratılan İtilaf Devletleri bölgeyi terk etmiş, ancak Galibiyetle sonuçlandırdıkları Genel Savaş’ın sonrasında; bu yenilginin acısını iliklerine dek duymanın intikamını almak üzere Mondros Ateşkesi imzalatılmıştır. 
Bu Ateşkese dayanılarak; zaman yitirmeden, Boğazlar, İstanbul ve ülkenin birçok yeri işgal edilmiştir. 
TARİHİ BİLMEK, DERS ÇIKARMAK, GELECEK İÇİN PLANLAR YAPMAK, GELİŞMİŞ TOPLUMLAR İÇİN VAZGEÇİLMEZ OLGULARDANDIR. 

Bilmeliyiz ki; Çanakkale Muharebeleri; Trablus Garp Savaşları, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ile süren Osmanlı İmparatorluğunun ölüm kalım mücadelesinin son halkasını oluşturmaktadır. 
BU ÖYLE BİR MUHAREBEDİR Kİ, BURADA; TÜRKLÜĞÜN KADERİNİ ÇİZECEK BİR LİDERİN DOĞUMUNA DA YOL AÇACAK VE BU LİDERİN DE HALKINI TANIMASINI, HALKININ İÇİNDE TAŞIDIĞI CEVHERİ BULMASINI SAĞLAYACAKTIR. 
Bu lider, bitmiş tükenmiş sanılan Türk Ulusunun, o yorgun haliyle bile neleri yapabileceğini göstermiş ve gerçekleştirilen bir Kurtuluş Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yeniden yükselebileceğini ortaya koymuştur. 
Bu Ulusa, Mustafa Kemal Atatürk’ü veren ve Mustafa Kemal’in de Ulusunun içindeki cevheri bulmasını sağlayan, Çanakkale Muharebeleridir 
O Mustafa Kemal ki; muharebe meydanında bile düşmanının saygısını ve güvenini kazanmıştır. 
Muharebeyi kazanmayı başaran Mustafa Kemal Atatürk, BARIŞI DA kurabilen bir devlet adamı OLMAYI BAŞARMIŞTIR. 
Mustafa Kemal Paşa’nın, Çanakkale’de yatan yabancı askerler için kaleme aldığı mesaj, onun Dünya Barış’ına ve İnsanlık değerlerine verdiği önemi ortaya koymaktadır: 
“BU MEMLEKETTE KANLARINI DÖKEN KAHRAMANLAR! 
BURADA, BİR DOST VATANIN TOPRAĞINDASINIZ. 
HUZUR İÇİNDE UYUYUNUZ. 
SİZLER MEHMETÇİKLERLE YAN YANA KOYUN KOYUNASINIZ. 
UZAK DİYARLARDAN, EVLATLARINI HARBE GÖNDEREN ANALAR, GÖZYAŞLARINIZI SİLİNİZ. 
EVLATLARINIZ BİZİM BAĞRIMIZDADIR. 
HUZUR İÇİNDEDİRLER; ONLAR BU TOPRAKLARDA CANLARINI VERDİKTEN SONRA, ARTIK BİZİM EVLATLARIMIZ OLMUŞLARDIR.” 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN bu mesajı tarihimizdeki ilk insani davranış olmadığı gibi, son davranış da olmayacaktır. 
            Çanakkale Muharebeleri, gerçek anlam ve değeri ile öğrenilmeli, anlatılmalı ve gelecek kuşaklara da aktarılmalıdır.
Hurafelerden arındırılmış Tarihimize sahip çıkmalıyız…
Boşuna MUCİZELER aramaya HURAFELERDEN medet ummaya tarihimizde yer yoktur.

Belçika’dan gelen bir yeni yıl kutlama yazısıyla konumuzu noktalayalım.
DANİEL DUMOULİN DİYOR Kİ:
 "TURQUİE, TU DOİS ATATÜRK A DİEU ET LE RESTE A ATATÜRK" 
''Türkiye, Atatürk’ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
Saygılarımla…

             Ahmet AVCI
18 MART 2017
İZMİR




Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar