24 Nisan 2014 Perşembe

239- ERMENİ SORUNU VE TÜRKİYE'NİN DURUMU

ERMENİ SORUNU VE TÜRKİYE'NİN DURUMU 
24 NİSAN 1915

Emeni Tehciri ve Ermeni Soykırımı İddiası:
1970'li yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, kökleri Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalmış, eski bir takım olayların intikamını alıyormuş izlenimi veren bir Ermeni Sorunu ile meşgul edilmiştir.
Bu dönemde direkt olarak, Fransa, Kanada, Avusturya, ABD gibi dış ülkelerdeki üst düzey elçilik görevlilerimizi hedef alan ve büyük ölçüde başarılı olan vahşi bir terör kampanyası ile yüz yüze geldiğimiz henüz unutulmamıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin çeşitli ülkelerdeki diplomatlarını hedef alan bu terör olayı nereden kaynaklanmaktadır?
İddia edilen, daha doğrusu Ermenilerin iddiası şudur: BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu, Orta ve Doğu Anadolu'da yerleşik Ermeni nüfusu, yaşadıkları yerden kopartarak zorunlu göçe (tehcir) tabi tutmuş ve bir ırkın bilinçli olarak yok edilmesini hedeflemiştir. Yani, Ermeniler üzerinde soykırım uygulamıştır. Türkiye bu Soykırımı kabul etmeli ve tazminat ödemelidir.
Aslında Ermeniler, bu işten sorumlu tuttukları Enver ve Talat Paşaları, Berlin ve Tiflis'te yaptıkları suikastlarla öldürmüşlerdir. Buna rağmen egoları tatmin olmamış olacak ki, elli yıl sonra tekrar ortaya çıkıp kan dökmeye başlamışlardır.
O halde nedir Ermeni sorunu?
Asırlarca bir arada yaşamış, iyi komşuluk ilişkileri geliştirmiş, birbirinden kız alıp vermiş, bu iki toplum nasıl olmuş da birbirinin canına kasteden düşmanlar haline gelmiştir?
Bugün Ermeni sorunu diye karşımıza çıkan olaylar zinciri aslında asırlardır aynı toprakların üzerinde barış içinde yaşayan iki toplumun, bu topraklardan çıkar sağlamayı umanlar tarafından birbirine düşman edilmesidir.
Ermeniler Anadolu’ya gelişlerinde; Kafkasya’da Ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinde (VAN; BİTLİS; DİYARBAKIR VE TOROSLARIN GÜNEYİ) dağınık olarak yaşamaktaydılar.
            Ermeniler, kendilerini, ”HAYK” ve ülkelerini  “HAYATSAN” olarak adlandırırlar. Ermeni ve Ermenistan sözcüklerinin nereden geldiği bilinmemekle birlikte, COĞRAFİ bir yer adı olduğu değerlendirilmektedir.
Ermeni Egemenliği, Doğu Anadolu’da, Türkler Anadolu’ya gelmeden yani 1071 Tarihinden önce Bizanslarca; yaşayan son KİLİKYA Ermeni Krallığı da 13’üyüz yılda Memluklular tarafından ortadan kaldırılmıştır.
“Bağımsız bir devlet kurdukları dönemler son derece kısa olan”  ve Anadolu’dan geçen tüm Fatihlere bu arada Osmanlılara da boyun eğerek tabi olan Ermenilere; Osmanlı Devletince, 1461’de PATRİKLİK ve 1860’da da “Dini Milli ve sosyal” meselelerini görüşmek üzere, ”Ermeni Meclis-i Umumi Millisi” adlı bir meclis kurma izini verilmiştir.
            Anadolu’da TÜRK BİRLİĞİNİN sağlanması ve Osmanlı Devletinin yükselmesi döneminde, bu birliğin içerisinde, Ermenilere, Ruhani Cemaat yapıları da düzenlenerek yer verilmiştir.
            Osmanlı Devletinin; Toprakları içerisinde yaşayan herkese sağladığı hoşgörü ve güven ortamında özellikle, sanat ve ticaretle uğraşarak, ekonomik durumlarını düzelten Ermeniler, özellikle 1821'de başlayan Rum isyanları sonrasında, devlet kademelerinde daha fazla yer almaya başlamışlardır.
            Tanzimat Fermanı ile başlayan yeni dönemde devletin, hemen her kademesinde, başarı ve sadakatle hizmet gören ve Osmanlı Kimliğini benimseyen Ermeniler, ”TEBA-I SADIKA” (Sadık vatandaş) olarak adlandırılmışlardır.
            Osmanlı‘da; Ermenilerden, 29 Paşa, 22 bakan ve 33 milletvekili olduğu bilinmektedir.
            Ancak onlar, kendilerine gösterilen bu yakınlığı takdir edemediler ve 19’uncu yüzyıl ortalarından sonra, Osmanlı Devletinin doğudaki toprakları üzerinde, BAĞIMSIZ BİR ERMENİSTAN DEVLETİ kurma hayaline düştüler.
Bu emelleri bazı devletler ve kuruluşlarca da desteklendi.
Fransız Devrimi’nin en önemli ürünü olan, Milliyetçilik fikri, yurt dışında öğrenim görmüş, Ermeniler arasında da yayılmıştır.
1829’da, Rus-İran Savaşında; İran’ın elinde bulunan ERİVAN Kentinin Rusların eline geçmesi ile Çar 1. Nikola, ”Bu olay, Ermenilerin kurtuluş günüdür” diyerek, Rus-Ermeni ilişkilerinin ilk adımını atmıştır.
1878’de (93 Harbi) Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda, yenilen Osmanlı Kuvvetleri, İstanbul Varoşlarına çekilirken, yabancı devletlerin özellikle de İngiltere’nin yardımı ile Yeşilköy (Ayestefanos) önlerinde durdurulan Rus Kuvvetleri ile yapılan Ayestefanos Antlaşması sırasında, İstanbul Ermeni Patriği Nersis; Rus Komutanına başvurarak, ”DOĞU İLLERİNDE, RUS HİMAYESİNDE ERMENİ DEVLETİNİN KURULMASINI TÜRKLERE KABUL ETTİRMESİNİ”  istemiştir.
Devamı olan 1878 Berlin Konferansında:”Erzurum- Van-Bitlis- Diyarbakır-Muş-Harput ve Sivas illerini kapsayacak bir Ermenistan kurulması” önerisi, ilk resmi teklif oldu.
İstanbul Patriğinin sinsi sinsi çalışmaları ve Avrupa’nın desteği ile aşağıdaki Dernekler kuruldu. Bunlar Avrupa’da ciddi ve yoğun propagandalar yapmaya başladılar. Bu Teşkilatlar:
            1. HINÇAK (Ermenice Çan sesi): Kurucusu; Nazarbek adlı bir Kafkas Ermeni’si.
            2. TAŞNAK (Bayrak) : Komitacı ayaklanmaları yapan bir dernek.
            3. RAMGAVAR.
HINÇAK, TAŞNAK VE RAMGAVAR adlı komitelerle Ermeniler, bağımsızlık için Uluslar arası yardım sağlayarak, amaçlarına ulaşmak için her yolu denemişlerdir. Bu doğrultu da Türk askeri kılığına girerek, kendi soydaşlarını katletmekten ve Avrupa Kamuoyunun Hıristiyan hassasiyetini istismar etmekten çekinmemişlerdir.
            İngiliz ve Rusların Anadolu toprakları üzerindeki, emellerinin gerçekleştirilmesinde kullanabilecekleri, düşüncesi ile destekledikleri, bu terör grupları; kendi halkının huzur ve rahatını, adı geçen devletlerin emperyalist emellerine alet etmişlerdir.
            İlk kez, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Rusların Yeşilköy (Ayestefanos) anlaşmasına koydukları, iki madde ile uluslar arası platforma getirilen, ERMENİ konusu, Berlin Antlaşması ile Rusların tekelinden çıkartılmıştır.
            İngilizler de; Rusların, Basra Körfezine inmesinde bir engel olarak, kullanmak istedikleri, Ermenilerin hamiliğine soyunmuşlardır.
            1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile ortaya çıkan ve Rus-İngiliz desteği ile gelişen ve “Doğu Anadolu’da Islahat” projesi ile Osmanlı Devletinin dış baskılara uğramasına yol açan sorun; görünüşte Ermenilerin, İNSAN HAKLARINDAN YARARLANMASINI sağlamak ve çoğunluk oldukları iddia edilen yerlerde, bağımsız bir yönetim kurmalarını sağlamaktır.
            Bağımsızlık konusunu; Rusya kendi topraklarındaki; Ermenilere kötü örnek olacağı için, kabul etmezken, İngiltere desteklemiştir.
Abdülhamit’in, ”Ölürüm de Doğu Anadolu’yu devletten ayırmaya yol açacak bir gelişmeye izin vermem” biçimindeki yaklaşımı, çeşitli girişimlere karşın, Ermenilerin amaçlarına ulaşmasını engellemiştir.

Ermenilerin Gerçekleştirdiği Ayaklanmalar:
1.    Erzurum Ayaklanması:1890
2.    Zeytun Olayları
3.    Sason Ayaklanması
4.    Van Ayaklanması
5.    Kumkapı Gösterileri
6.    Osmanlı Bankası Baskını:27.8.1890
7.    2. Abdülhamit’te Suikast girişimi

            Birinci Dünya Savaşı, Ermenilere beklediği fırsatı vermiştir. Dört bir yana savaşa giden orduların, boş bıraktığı Doğu Anadolu’da, Ermeniler, Rusya’nın da teşviki ile Türklere saldırmaya başlamışlardır.
            Andrew MANGO’YA göre; ”Bu Savaş, Osmanlı-Rus sınırının her iki tarafında yaşayan, ama büyük çoğunluğu huzur içinde yaşamlarını sürdürmek isteyen Ermeniler için felaket olmuştu. Duyguları ve davranışları ne olursa olsun, çarpışmaların başlamasından bir yıl sonra yüz binlercesi ölmüştü.”
Ermenilerin; Osmanlı Devletine karşı, Savaş içinde giriştiği faaliyetler:
            a. Türk Köylerini yakıp, halkı öldürmeyi sürdüren Ermeniler, Şubat 1915’te, sistemli bir şekilde, Türk yerleşim yerlerini, işgale ve soykırıma başlamışlardır.
            b. 1915 yılının Nisan ve Mayıs aylarında, yani Çanakkale’de çetin muharebeler sürerken, Ermeni Çeteleri Rusların öncülüğünde, Van ve çevresini işgal edip, geçici bir Ermeni hükümeti kurmuşlardır.
            c. Sivas Bölgesinde, yaklaşık 30 000 Ermeni, Ruslarla savaşan Türk Ordusunu arkadan vurmak üzere hazırlanmıştır.
            d. 15 000 Ermeni gönüllüsü, Rus ordusuna katılmıştır. Bir o kadarı da, Türk topraklarında çetecilik faaliyetlerine girişmiştir.
             e. Ruslar da, Osmanlı Devletinden alacakları toprakları, Ermenilere vereceğini belirtmektedir.
            Bu gelişmeler üzerine, Osmanlı Devleti, tedbir alma gereğini duymuştur.
Esasen Rusya ile işbirliğinde olan Ermenilerin devlete karşı faaliyetleri, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına girmeden önce de kontrol edilemez bir biçimde gelişme içindeydi. Hatta Ağustos ayında, Kafkasya’daki Ermeniler ve özellikle Komitecilerin- Kendilerine ayak bağı olacağı kaygısı ile- aile bireylerini Erivan’a göndermeleri dikkat çekicidir. Yine bu dönemde bile Ermenilerin her türlü taşkınlıklarına karşın, Türk Makamlarının serinkanlı ve sabırlı davrandıkları görülmektedir. Osmanlı Devleti Savaşa girdikten sonra, alınan önlemlerin yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti, Ermenileri silahlandırıp devlet aleyhine kışkırtan ve teşkilatlandıran komiteleri dağıtmak amacıyla, 24 Nisan 1915’te Vilayetlere ve Mutasarrıflara, gizli bir emir göndermiş ve Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması ve Komite elebaşlarının tutuklanmasını istemiştir. (24 Nisan gününü SOY KIRIM GÜNÜ olarak her yıl anmaları tarihin saptırılmasından başka bir şey değildir.)
Ermenilerin ayrılıkçı ve Müslümanları katletmeye yönelik, terör olaylarını durdurmaları yolunda, Osmanlı Hükümeti tarafından ileri sürülen, istekleri reddetmeleri, üzerine, DERNEKLERİ kapatılmış, evraklarına el konulmuş, 2345 yönetici tutuklanmıştır.
Başkomutan Vekili Enver Paşa; 2 Mayıs 1915’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya gönderdiği yazıda; Ermenilerin isyanlarını sürdürebilmek için, hazır ve toplu halde bulunduklarını bildirmiş, İsyan çıkartılan bölgelerdeki ve Ermenilerin isyan çıkartamayacak biçimde dağıtılmalarını istemiştir.
Ermeniler, kendilerine yapılan uyarılara karşın Van, Bitlis Vilayetleri ile Şarkikarahisar ve Amasya şehirlerinde, ayaklanmışlardır. Bu ayaklanma Ordu ve Hükümet aleyhinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda Türk ve Müslüman halka yönelikti.
Askerlik çağındaki Ermenilerin çoğu davete uymayarak saklanmış, bir bölümü de orduya katıldıktan sonra silahlarıyla kaçarak köylerine dönmüşler ve tüm eli silah tutanların orduya katılmasıyla savunmasız kalan savunmasız halka saldırarak ırz, can ve mallarına zarar vermişler, köy ve mahalleleri yakıp yıkmışlardır.
Bu sırada 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa, olayların önlenebilmesi için, Ermenilerin tehcir edilmelerini teklif etmiştir.
 Ermeni Terörü karşısında Osmanlı Devletinin aldığı önlemler:
            27 Mayıs 1915 Tarihinde, Osmanlı Hükümeti; İç güvenliğin ve Cephedeki Ordusunun güvenliğini sağlamak için, ”GEÇİCİ KANUN” çıkarttı.
SEVK VE İSKÂN KANUNU (TEHCİR).
(Unutmayalım ki: Bu kanunun çıkartıldığı Dönemde; Osmanlı Almanya ile MÜTTEFİKTİR, DEVLET YÖNETİMİNDE DE, ORDUNUN YÖNETİMİNDE DE ALMANLAR ETKİNDİR. Ve bu tarihte Osmanlı Genelkurmay Başkanı; Alman Generali Bronsart von Schellendorf idi...)
Çanakkale Muharebelerinin en yoğun olduğu dönemde, Ordu, Kolordu, Tümen ve Mevki komutanlarına şu yetkiler verilir:
1. Yurt savunması, asayişin korunması için; Hükümet emirlerine karşı koyma, direnme ya da silahlı tecavüzde bulunarak, ayaklananlara karşı silah kullanılacak.
2. Silahla direnenler imha edilecek.
3. Savaş sırasında, Casusluk ve benzer ihanetlerde bulunan köy ve kasaba halkları da ayrı ayrı ya da topluca başka yerlere gönderilebilecek.
Burada devlet her hangi bir grubu kastetmemekte ve ülke güvenliği amaçlanmaktadır.
Göç yeri olarak, Urfa, Musul, Deyrizor belirlenmiştir. (O dönemde Osmanlı toprağı olan; Suriye ve Irak)
Göç ettirilecek Ermenilerin, ”Mallarını, canlarını korumak, yol boyunca ve konaklamalarda, kollamak, iaşe ve ikmallerini sağlamak sorumluluğu”  Valilere verilmiştir.
Beraberlerinde götürülemeyen mallar, açık arttırma ile satılıp, bedeli kendilerine verilecektir.
Göç edilen yeni bölgede; Ermenilere maddi durumları ile orantılı olarak, yeni yerleşme bölgelerinde, emlak ve arazi verilmesi, çiftçi olanlara; tohum, sanatkârlara da; alet ve edevat verilmesi kararlaştırılmıştır.
Bu bağlamda; 703 000 Ermeni yerlerinden alınıp, çeşitli yerlere iskân edilmişlerdir. Ermeniler ve onları kullanan Batılı Devletler, bu göç sırasında, Türklerin; Ermenilerin yarısından fazlasını katlettikleri iddiasını ortaya atmışlardır. Daha sonra da bu rakamı Bir buçuk milyon kişiye çıkartmışlardır. Oysa bu yıllarda, Türk topraklarında yaşayan Ermenilerin toplam sayısı, en iyimser verilere göre bile; 1 280 000 dır.
Bu zorunlu göç sırasında, gerek askeri, gerekse ekonomik olanaksızlıklar, zor iklim ve ulaşım koşulları ve salgın hastalıklar yüzünden çok sayıda insan ölmüştür.
Göç sırasında alınan tüm önlemlere karşın, sorumlu asker ve sivillerden, Ermenilere kötü davrananların olması da olasıdır. Çünkü yörenin Türk halkının ve yerel yöneticilerinin gözünde Ermenilerin yaptıkları İHANETTEN başka bir şey değildir
Savaşın başından sonuna dek, Ermeni kaybı; 200 000 dolayında hesaplanmaktadır.
Osmanlı Hükümeti, kendi ordusunun harekâtında, gerekli önlem ve donatımı alamadığı için, yalnızca Sarıkamış’ta, 63 000 askerini yitirmiş, Yurt içindeki salgın hastalıkları da önleyememiştir.
Osmanlı Hükümeti göç sırasında, Ermenilere kötü davrandığını belirlediği, 1400 kişiyi çeşitli cezalara da çarptırmıştır.
Mütareke Döneminde; Tüm Osmanlı belgeleri, Batılı Devletlerin elinde olduğu halde, Ermeni katliamını ispatlayamamışlardı.
Oysa Ruslarla birlikte hareket eden, Ermenilerin; 1914-1919 döneminde, bir milyondan fazla Türk’ün ölümüne yol açtıkları belgelenmiştir.
Ermenilerin sürekli koruyuculuğunu yapan Avrupa devletleri, 1915-1917 yılları arasında, imzaladıkları anlaşmakların hiç birinde, Ermenileri söz konusu etmemişlerdir. Yalnızca Ruslar, İhtilaldan sonra, Lenin ve Stalin, 13 Ocak 1918 tarihli bildiri ile ”Rusların Türkiye’de işgal ettikleri, Ermeni bölgelerinden çekilmesinden sonra, göçmenlerin yerlerine dönmeleri ve güvenliklerinin sağlanması için SİLAHLANDIRIMALARINI istemişlerdir.
İtilaf Devletlerince; Mondros Mütarekesinde ve Sevr Barış Antlaşmasında; Ermenilere birtakım haklar verilmesi, hatta Bağımsız bir devlet kurma hakları hükme bağlanırken, Lozan Barış Antlaşmasında sözü bile edilmemiştir.
Ermenilerin ve yandaşlarının iddia ettiği gibi bir soykırım kesinlikle söz konusu değildir. Ermeniler bu iddiaların destek bularak bunu Türkiye’ye de kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Bu AMAÇLARINA ULAŞIRLAR İSE; ÖNCE TÜRKİYE’NİN ÖZÜR DİLEMESİNİ İSTEYECEKLERDİR. ARDINDAN DA TAZMİNAT VE TOPRAK TALEPLERİ GELECEKTİR.
ÇÜNKÜ SOY KIRIM SUÇU İNSANLIK SUÇUDUR,  ZAMAN AŞIMI DA YOKTUR VE SUÇUN SORUMLUSU KİŞİLER YA DA DEVLETLER DEĞİL ULUS’TUR. TÜRKİYE CUMHURİYETİ; BU SUÇU KABUL ETTİĞİ ANDA HEM TAZMİNAT ÖDEMEK ZORUNDA KALACAK HEM DE ERMENİLERE TOPRAK VERMEK ZORUNDA KALACAKTIR.
1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesinin ikinci maddesi soykırımı şöyle tanımlamaktadır:
Madde 2: Bu sözleşmeye göre, soykırım; bir milli etnik, ırki ya da dini grubu, grup niteliği ile kısmen ya da tümüyle, yok etmek kastıyla, aşağıdaki fiillerin işlenmesidir:
  1. Grubun mensuplarını yok etmek;
  2. Grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek;
  3. Grubun maddi varlığının kısmen ya da tamamen yok olmasına yol açacak hayat koşullarına kasten tabi tutmak;
  4. Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmek.

Bu tanım Uluslar arası Ceza Mahkemesini kuran 1998 Roma Sözleşmesiyle de olduğu gibi kabul edilmiştir.
Osmanlının 1915 yılında gerçekleştirdiği Ermeni Tehciri (Zorla göç) olayı bu tanım kapsamına girmemektedir ve dolayısıyla da soykırım suçu da söz konusu değildir.
Yahudi Soykırımı suçunu işleyen Almanya; Yahudilere bugüne kadar 50 Milyar dolar tazminat ödemiştir ve beş yıl içinde de 50 milyar daha ödeyecektir.
Bu göç olayında, Hükümetinin emrini yerine getiren Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey, Batılıların zoruyla Osmanlı Mahkemelerinde yargılanmış ve haksız yere idam edilmiştir.
Ermeni Soykırımından ötürü yargılananlardan Ziya Gökalp; Divanı Harpteki ifadesinde; ”MİLLETİMİZE İFTİRA ETMEYİNİZ, ORTADA BİR ERMENİ KATLİAMI DEĞİL, BİR TÜRK-ERMENİ VURUŞMASI VARDIR. BİZİ ARKADAN VURDULAR, BİZ DE VURDUK.” deyişi, yargılamaya noktayı koymuştur.
Soykırım yaptığı söylenen Türklerin ölü sayısı, Soykırıma uğradığı iddia edilen Ermenilerden daha fazla!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile hukuken sona eren Ermeni sorununun yarım asır sonra tekrar, bu kez terör yoluyla, canlanması, Türkiye’ye karşı soykırım iddiaları ileriye sürülmeye başlanması, bazı ülke parlamentolarının bu iddiaları benimsemesi, 1990’ların başında bağımsız bir Ermenistan devleti kurulması ve Türkiye’ye ve Azerbaycan aleyhine politikalar istemesi Ermeni sorununu yeniden ülkemiz gündemine getirmiştir.
Ermeniler, bugün bile devletimiz ve Milletimiz aleyhindeki siyasetini sürdürmektedir…
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra kurulan Ermenistan Cumhuriyeti, Türk-Ermeni ilişkilerine yeni boyut getirmiştir.
Türkiye; Ermenistan’ı, Azerbaycan ve Gürcistan’ı aynı anda tanımış, ancak, Ermenistan Türkiye’nin Toprak bütünlüğünü ve sınırlarının dokunulmazlığını resmen tanımadığı ve ayrıca Ermeni Anayasa bildirgesinde Doğu Anadolu’dan Batı Ermenistan olarak bahsedildiği için, Ermenistan ile diplomatik ilişki kurulamamıştır.

Ermeni Sorunu ve Terör:
Birinci Dünya Savaş’ından sonra, Ermeni sorununu tekrar güncelleşme çabaları dünya kamuoyunda pek yankı bulmayınca, dikkatleri bu konu üzerine çekebilmek için, 1919 yılında Erivan ve İstanbul’da başlatılan NEMESİS  (Tehcirin intikamı)(*) çalışmalarına hız verilerek Türk Diplomat ve diğer resmi ilgililerin katledilmesi yolu benimsenmiştir…
 Daha sonra da; 1973 Santa Barbara cinayeti ile başlatılan ve 1985 yılına kadar süren Ermeni terörü, 34 Türk diplomatının şehit edilmesi, birçoğunun yaralanması ile sonuçlanmış, yabancı uyruklulardan da ölen ve yaralananlar da olmuştur.
1985 yılında Ermeni terörü bitmiş, bu kez de; Ermeniler farklı bir yol izleyerek, Propaganda faaliyetlerine ve Ermeni psikolojik harekâtına başlamışlardır.
Bu yeni dönemde, dünya genelinde, çeşitli ülke parlamentolarına getirdikleri Ermeni tasarısı çalışmalarını ve propaganda amaçlı kitap, broşür, kongre, panel, sinema ve son yıllarda etkin bir araç olan Internet ağı kullanımını ortaya koymuşlardır.
Ermeniler, ABD’de başarılı olamadılarsa da, bazı ülkeler parlamentolarından “Sözde Ermeni Soykırımı”nı tanıyan kararlar çıkarmayı başarmışlardır.
Bu kararların alındığı yıllar ve ilgili ülkenin adları şöyledir:
ERMENİSTAN, ALMANYA, BELÇİKA, KANADA, ŞİLİ, GÜNEY KIBRIS CUMHURİYETİ, FRANSA, YUNANİSTAN, İTALYA, LİTVANYA, LÜBNAN, HOLLANDA, POLONYA, RUSYA, SLOVAKYA, İSVEÇ, URUGUAY, VATİKAN, VENEZÜELA…
Amerika’da;  45 eyalet, Ermenilere soy kırım yapıldığını kabul edtmiştir…
ABD de Ben de “soykırımı tanırım” tehdidi ile Türkiyeyi korkutmaktadır…
Ayrıca, bir uluslar arası kuruluş olan Avrupa Parlamentosu, sözde Ermeni soykırımını kabul etmiştir. Bu parlamento, 1987 tarihli kararında Ermeni soykırımını tanıdıktan başka, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesini, SÖZDE SOYKIRIMIN TANINMASINA BAĞLAMIŞTIR.
Bazı Devletler; ERMENİ SOKIRIMI YOKTUR demeyi bile suç sayan yasalar çıkartmıştır…
Ermeni Olayını SOYKIRIM olarak tanımayan ülkeler:
AZAEBAYCAN, İNGİLTERE, BULGARİSTAN, DANİMARKA, İSRAİL, TÜRKİYE…
Gerek milli gerekse milletlerarası parlamentoların sözde Ermeni soykırımı hakkında aldıkları kararlar, tavsiye niteliğinde olduğundan, Türkiye için hukuksal açıdan bağlayıcı değildir. Ancak bu kararlar, bazı siyasal sonuçlar doğurmakta ve genellikle Türkiye ile Parlamentosu bu yönde kararlar alan ülkelerin ikili ilişkilerinde bir gerileme yaşanmaktadır.
Sonuç Olarak:
ERMENİ SORUNUNU, siyasiler çıkartmıştır, ama gerçeği ortaya çıkartmak; TARİHÇİLERİN, ÇÖZÜMÜ BULMAK DA SİYASİLERİN GÖREVİDİR…
Bu SORUN, Türkiye’nin dış ilişkilerinde ipotek, tehdit ve şantaj öğesi olarak kullanılarak, Milletimizin taşıyamayacağı yük haline getirilmek istenmektedir…
Bugün karşımıza çıkarılan SORUN, aslında birbiri ile barış içinde iyi komşuluk ilişkileri ile yaşayan iki MİLLETİN, başlangıçta Rusya, daha sonra da Fransa, Amerika ve kısmen de İngiltere ile Almanya'nın karışması VE YEREL İŞBİRLİKÇİ SİYASİLERİN yardımı sonucunda, birbirine düşman edilişidir.
Bu düşmanlığı yaratanlar, sömürgeci devletlerin kışkırttığı ve eğittiği, Ermeni komitacılar olmuştur.
Her iki MİLLETİN masum insanları bundan çok zarar görmüştür.
Bugün parlamentolarından, (gerçekte olmayan ve aslında kendilerinin yaratmış olduğu acıları soykırım gibi gösteren iddialara verdikleri isim olan) Ermeni Soykırımının kabul edilmesi yönünde yasalar geçiren devletlerin hiç biri ne Ermenileri ne de Türkleri düşündüklerinden bunu yapmaktadırlar. Tek düşünceleri, Sevr'i yeniden ortaya çıkarmak ve Anadolu'yu parçalamaktır.
Aslında burada dikkat edilmesi gereken en önemli ülke, çok uzun vadeli planlar yapan Amerika'dır. Başlangıçta gönderdiği MİSYONERLER ve onların açtığı okullar vasıtasıyla bize DÜŞMAN MİLİTANLAR yetiştirmeyi başarmıştır.
Daha sonra bu taktik yeterli gelmeyince hem o okullar vasıtasıyla, hem de başka yollarla kendi kültürünü bize enjekte ederek toplumumuzu yozlaştırmıştır.
Marshall yardımı adı altında satın aldığı Mehmetçik kanı yetmediği için, daha sonra ortaya STRATEJİK ORTAKLIK kavramı atılmıştır
Çeşitli kalkınma hamleleri adı altında önemli düzeyde borçlandırılan Türkiye, IMF politikaları ile ekonomik açıdan bağımlı hale getirilmiştir.  
Bunun bir tek amacı vardır: 21. yy da müdahale edilmesi planlanan Ortadoğu’da buna karşı çıkabilecek tek ülke olan Atatürk Türkiyesi'ni, karşı koyamayacak duruma düşürmek.
Çok ince politikalarla kazasız belasız atlattığımız 2. Dünya Savaşından sonra, bizi bir daha 1. Dünya savaşındaki tuzağa düşüremeyeceklerini anlayanlar, memleketi sağcı-solcu, faşist-komünist diye kamplara bölüp oyalamış ve gerçek niyetlerini görmemizi engellemişlerdir. Aynı taktik şimdilerde laik-anti laik şeklinde uygulanmaktadır ve ne yazık ki içimizdeki bazı iyi niyetli aymazlar ve kötü niyetli satılmışlar bu yangını körüklemektedir.
1974' ten 1985' e kadar bizi oyalayan Ermeni terörü, bu tarihten sonra yerini başka bir taşerona bırakmış ve bu yeni terör örgütü, uygulanan ekonomik politikaların da yardımı ile bizi bugüne kadar, uğraştırmış hatta ülkemizi ve Milletimizi bölünme noktasına getirmiştir…
Şimdi artık, ben aydınım, ben vatanseverim ben milliyetçiyim diyen herkesin Irak'a demokrasi getirdiğini söyleyenlerin asıl hedefinin ne olduğunu net olarak görüp Batı taklitçiliğini ve günümüzde yükseliş gösteren Arap taklitçiliğini bir yana bırakıp Atatürk çizgisini yakalayabilmek için kolları sıvaması gerekir. Yoksa birkaç yıl içerisinde çocuklarımızın köle, topraklarımızın sömürge olduğunu görmemiz işten bile değildir.
Tam Bağımsızlık ve Aydınlanma, Türkiye'ye 1923 de geldi. Fakat ne yazık ki devam ettiremedik. Bugün geldiğimiz bu tehlikeli noktada uyanıp aydınlanma meşalesini yeniden yakamazsak Sevr'i cebinden çıkaranlara dur dememiz mümkün olmaz. 
Bu meşaleyi yeniden yakmanın tek yolu, bazılarının arkasına saklandığı özgürlük ve eşitlik maskeleri ile dönülmek istenen Ortaçağ karanlığı değil Çağdaşlıktır, bir an önce Atatürk aydınlanmasını yeniden yakalamaktır…

Ahmet AVCI
24 NİSAN 2014

Kaynaklar:

  1. ASAM Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Yayını: Ermeni Sorunu El Kitabı
  2. Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları. İstiklal Harbi Cilt-4
  3. Sadi KOÇAŞ. Ermeni Meselesi.
  4. E. Kurmay Albay Ekrem TOPALAN’IN Özel Notları

22 Nisan 2014 Salı

238- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN AÇILIŞ SÜRECİ!

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILIŞ SÜRECİ
23 NİSAN 1920

Bu tarih; TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN açılış günüdür…
Türk Milleti’nin İradesini ortaya koyarak, İşgalcilere ve İşbirlikçilerine, örgütlü olarak karşı koyma günüdür…
TBMM’NİN 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını; kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırmıştır.
23 Nisan 1920’de; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya;Saltanattan, MİLLETE geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu.
Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak, tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’  önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi.
Osmanlı Devleti istemeyerek girdiği BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN yenilgiyle çıkmıştı…
Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Bu Vatan nasıl kurtuldu? Bu DEVLET nasıl kuruldu?
94 yıl sonra neden bu soru? Çünkü unutmuşuz ya da geçmişimizi tarihimizi bilmiyoruz. Hamasi nutuklar atmadan ve biri birimizi yönlendirmeden kendi uydurduğumuz içi boş tarihi anlatmadan, bu soruyu sıkça sormanın da yanıtını da aynı sıklıkta vermenin de zamanı geldi. Hatta geçiyor bile!
            Bu soruyu sormadığımız için, bu vatanı çok kolay biçimde elimizden çıkarmakta bir sakınca görmüyoruz. Sınırlarımızın ötesinde olup bitenlere boş bakışlarla ilgi gösteriyoruz.
            Yugoslavya’da, Irak’ta neler olduğu umurumuzda bile değil. Aynı şekilde Ukrayna’da, Gürcistan’da, Suriye’de olan bitenler de bizi hiç ilgilendirmiyor.
            Bunların ötesinde; Türkiye’nin içinde olan bitenler de bizden ”ırak”.
Cumhuriyet’e ait ne varsa onları, Gazi Mustafa Kemal’e ait tüm izleri, 1923 sonrasını anlatacak hangi tesis, hangi fabrika, varsa ortadan kaldırıyoruz. Hem ticari olarak satıyoruz hem de tabelalarını bile mezara gömüyoruz.
            Geçmişimizden kurtulmaya çalışıyoruz. Neden?
Acaba bir tek soruyu sormamak için mi? “Bu memleket nasıl kurtuldu?”
            Bu soruyu sorduğumuz gün, bugün satıp kurtulduklarımızdan bu denli kolay vazgeçemeyeceğimiz için mi, Kemalist Cumhuriyet’e ait ne varsa yok ediyoruz.
            Gazi Mustafa Kemal, Demokratik yaşama geçişimizden bugüne kadar, toplumun belleğinden yok etmeye çalıştılar ama başaramadılar. Artık yoruldular ya da bunun için enerji harcamaya gerek yok, daha kolayı var, yarattığı eserleri ortadan kaldıralım. Nasılsa dünyada özelleştirme diye bir furya var, bunun arkasına sığınalım, kalkan olarak kullanalım; fırsat bu fırsat diyerek, ne soru sorduruyorlar ne tepki gösterilmesine izin veriyorlar. Yani ona ait ne varsa ortadan kaldırıldığında, zaten O’nu kimse hatırlamaz olacak. Acaba gerçek düşünce bu mu?
            Milli Mücadeleyi yapan o çılgın Türkler, yoksulluktan dolayı yılgınlığa kapılmamış, dilenci pazarlığı yapmamış, çaresizlik duygusuna düşmemiş, imkânsız diye cesaretini yitirmemiş, yurdunu canından azizi bilen, olağanüstü seven, namuslu, azimli, bilinçli, vakarlı, inançlı, yürekli insanlardı. Bunlar mücadelenin hiçbir aşamasında maceracılık, hayalcilik yapmadılar. Batı’nın bilimine, sanatına ve teknolojisine yani güzel yüzüne karşı olmadılar. Onlar, Batı’nın çirkin yüzüne, her çeşidiyle emperyalizme karşı geldiler.
            Bu üstün özellikleriyle, sayısı 400.000 kişiyi aşan silahlı işgalcileri, çeşit çeşit aşağılık entrikaya, çığırtkana, ajana, gafile, teslimiyetçiye, işbirlikçiye, siyaset ve hukuk cambazına, lafazana, bencile, yalancıya, haine rağmen, yenip sununda yurtlarını tertemiz ettiler.
            Bu kuşağa haksızlık yapılmasına da izin vermeyelim.
Bugün de bir kurtuluş süreci yaşadığımız çok açıktır…
İçinde bulunduğumuz tehlike de, içinde bulunduğumuz yılgınlık da o günlerdekinden az değildir…
Bir basınımız var ki; mütareke basınından etkin,  yandaş basın, satılmış basın…
İngiliz Muhipleri Cemiyetlerinin yerini daha cafcaflı örgütler almış…
Bölücü ve dinci örgütler de cabası…
Ama olanaklarımız ve bilincimiz günkünden çok daha iyidir…

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan MONDROS ATEŞKES antlaşması sonrasında; Güney Cephesinden İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, durumun dehşetini görüyordu. Ancak İstanbul’da herkesin içinde bulunduğu kötümser ve karamsar ruh durumu O’nda yoktu. Kendisi alınması düşünülen tüm önlemlerin hiçbir işe yaramayacağını anlamıştı. Ama O’na göre umutsuz durumdan kurtuluş çaresi vardı. Ancak bu çareyi uygulama alanına koymak zordu: “ULUSAL EGEMENLİĞE DAYANAN YENİ BİR TÜRK DEVLETİ KURMAK; DEVLETİ HALKA İNDİRMEK VE ANADOLU İNSANININ YARDIMI İLE DÜŞMANI YUTAN KOVMAK.”
Kendisini bunu yapabilecek güçte görüyordu: Gerçekten, İstanbul’da limana demirlemiş Galip Devletlerin gemilerine bakarken, durumun korkunçluğunu anlatan bir arkadaşına; “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER DEMİŞTİ.” Bu sözü, o zaman söyleme gücünde ve inancında olan kimse yoktu denilebilir.
            Mustafa Kemal Paşa, Türk Ulusunun, yabancı işgali altında yaşayamayacağını biliyordu. Buna inanmıştı. İstanbul’daki temaslarında, çizdiği planı gerçekleştirmekte yardımcı olacak arkadaşlarını arıyordu, onlarla konuşuyor, ancak kendi düşüncelerini tam bir açıklıkla dışa vurmuyordu.
            İstanbul’un; yapmayı düşündüğü mücadele için hiç elverişli olmadığı açıktı. Anadolu’ya geçmek gerekti.
            İnandığı bazı arkadaşları, buyrukları altındaki birlikleri daha terhis etmemişler ve Komuta yerlerinden ayrılmamışlardı. Özellikle Ankara’daki 20’nci Kolordunun yeni Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile Erzurum’daki 15’inci Kolordunun yeni Komutanı Kazım Karabekir Paşa gibi arkadaşlarına büyük güveni vardı ve onların yardımları ile mücadelenin ilk adımlarını atabileceğini hesaplamıştı.
Mustafa Kemal, tüm bunları hesaplamıştı ve yeni kurulacak devleti de halka indirmekle pek çok zorluğun giderilebileceğini anlıyordu.
            Halka köle olarak yaşamanın mümkün olmadığı anlatılırsa, Anadolu yeniden canlanabilirdi.
Mustafa Kemal, güvendiği birkaç arkadaşı dışında, yapmayı tasarladığı işleri kimseye açmamıştı.  Kendisine verilen Karadeniz Bölgesi Görevini sevinçle karşıladı ve gerekli hizmetleri yapacağına herkesi inandırdı. Görevini iyi yapabilmek için geniş yetkiler istedi ve bu istekleri de karşılandı.
            Çeşitli uğraşlar sonucunda, Mustafa Kemal Paşa, Doğuda henüz terhis edilmemiş birliklerden oluşan 9. Ordu (Sora üçüncü Ordu) Müfettişliğine 30 Nisan 1919’da atandı.
Bandırma Vapurunda Mustafa Kemal’in Karargâhından 48 kişi vardı. Bunların 23’ü rütbeli ve memur 25 er ve erbaş idi. Mustafa Kemal PAŞA, 9. Ordu Müfettişi olarak, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştı.
KENDİSİNE VERİLEN GÖREV: DOĞU KARADENİZ BÖLGESİNDEKİ ASAYİŞİ SAĞLAMAK VE ERZURUM KOLORDU’SUNDAKİ ASKERLERİN TERHİSİNİ VE SİLAHLARININ TESLİMİNİ SAĞLAMAKTIR.
Ancak Mustafa Kemal Paşa, Padişahı, İstanbul hükümetini ve İtilaf devletlerini şaşırtarak: TÜM MİLLETİ, İŞGALE TEPKİ GÖSTERMEYE ÇAĞIRMIŞTI.
Samsun’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Hükümetin geriye dön çağrılarına uymayıp, MİLLİ MÜCADELENİN; AMACINI, HEDEFLERİNİ VE GEREKÇESİNİ AÇIKLAYAN AMASYA GENELGESİNİ 21-22 HAZİRAN GECESİ YAYIMLAMIŞTIR.
Erzurum’da iken, İngilizlerin baskısıyla Ordu Komutanlığından alınınca, Görevinden ve askerlikten 8/9 Temmuz 1919 gecesi istifa etmiştir.
Mustafa Kemal, Erzurum Kolordusu Komutanı Kazım Karabekir’in ve Ankara Kolordusu Komutanı Ali Fuat Cebesoy’un da desteğini alınca BİR SİVİL BİR VATANDAŞ olarak, gerçeklikten uzaklaşmadan, hayale kapılmadan, büyük bir sabırla tüm Anadolu’yu YURTSEVERLİK VE BAĞIMSIZLIK YOLUNDA toplamaya koyulmuştur.
Erzurum Kongresini, daha kapsamlı Sivas kongresi izlemiştir.
Kurulmuş olan Redd-i İlhak ve Müdafa-yı Hukuk dernekleri, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Derneği” adıyla tüm yurdu kucaklayan tek bir örgüt olarak örgütlenmiştir.
Mustafa Kemal Kongrede seçilen Temsili Heyet (Yönetim kurulu)’inin Başkanlığına seçilmiştir.
27 Aralık 1919’da Heyet Ankara’ya gelmiş ve halkın sevinç gösterileriyle karşılanmıştır.
Mustafa Kemal’in başlattığı MÜCADELEYİ hayal, hatta çılgınlık olarak görenler az değildir.
“Elde avuçta hiçbir şey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayan çoktur. Silahsızlandırılmış Türk Ordusu’nun bu dönemdeki gücü, o da kâğıt üzerinde, 35–40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı zaman içinde 400.000 kişiyi bulacaktır.
Yoksul, bitik, harabe Anadolu, 400.000 işgalciyi ve ON BİNLERCE SİLAHLI SİLAHSIZ HAİNİ yenmeyi başaracaktır.
Sivas Kongresinde alınan karar üzerine İstanbul hükümeti, İngilizlerin de İzniyle Osmanlı Meclisi için seçim yapılmasını kabul etmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları da Milletvekili seçilmişlerdi.
12 OCAK 1920’de Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen İstanbul’da toplanmış, ESASLARI ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ İLE ANKARA’DA BELİRLENEN “MİSAK-I MİLLİ (MİLLİ ANT)”Yİ 27 OCAKTA KABUL VE İLAN ETMİŞTİR.
Misak-ı Milli’nin özü şudur: “BÖLÜNMEZ, BAĞIMSIZ HÜR VE ÇAĞDAŞ TÜRKİYE KURULMAZSA BARIŞ SAĞLANAMAZ”
Meclisin toplanmasına karşı olmayan işgalcileri bu karar rahatsız etmiştir.
İşgalci güçler, Ankara’ya ve halka gözdağı vermek üzere, 16 Mart'ta İstanbul’u resmen işgal ettiler ve yönetime el koydular.
Birçok Milliyetçi’yi tutukladılar. Anadolu Hareketine yardım edenlerin idam edileceklerini gazete ve duvar ilanları ile duyurdular.
Meclisi sarıp; Rauf Orbay ve Kara Vasıf gibi kimi milletvekillerini götürdüler. Kimi Milletvekillerini, Komutanları ve Yazarları tutukladılar, birçoğunu Malta’ya sürdüler.
Mustafa Kemal, işgale misilleme olarak, başta Albay Ralinson olmak üzere, o sırada Anadolu’da bulunan İngiliz askerlerini tutuklatmıştır.
Milli Kuverler de harekete geçerek İngiliz birliklerini Eskişehir’i boşaltmak zorunda bıraktılar. Demiryoluna el koydular. İngiliz Birlikleri İstanbul ile Anadolu arasındaki tek geçit olan GEYVE BOĞAZINI bırakarak İzmit’e çekildiler.

            TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI
          16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletlerince “Geçici” kaydıyla işgali, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması, aydınların ve milletvekillerinin tutuklanması, Osmanlı Devletinin sona erdiğini gösteriyordu.
ÇÜNKÜ İCRA GÜCÜ, SİYASİ ESARET ALTINA ALINMIŞ, HERKESİN YABANCI YASALARA GÖRE YARGILANACAĞI BELİRTİLMİŞ, TÜM İLETİŞİM ARAÇLARI DENETİM ALTINA GİRMİŞ, HALKIN SESİNİ DUYURABİLECEK ÖRGÜTLER İPTAL EDİLMİŞTİR. İTİLAF DEVLETLERİNİN GÖRÜŞLERİNE AYKIRI SÖZ SÖYLEMEK SUÇ SAYILMIŞTIR.
          Uzun yıllardan beri Ulusal Egemenliğe dayalı bir Devlet kurmayı düşünen Mustafa Kemal, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve TÜRK ULUSU’NUN HAKLARINI VE VARLIĞINI KORUMAYA KARAR VERDİ.
Öncelikle Kuracağı Devletin temel organlarını oluşturacak yeni MECLİSİN toplanmasını sağlayacak çalışmaları başlattı.    
          Mustafa Kemal, Osmanlı Meclisi Mebusan’ının artık sona erdiği kanısında idi. Yeni yapılacak seçimlerle kurucu nitelikte bir meclis toplanmalı idi. Çünkü fiilen ortadan kalkmış Osmanlı Devletinin Parlamentosundan da söz edilemezdi.
          Kurucu Meclis yolu ile yeni DEVLETİN temelleri atılmalıydı. Ancak çok kişi de bu düşünceye karşı idi. Onlar Osmanlı Parlamentosunun Ankara’da toplanmasını istiyorlardı. Böylece Osmanlı DÜZENİ de sürecekti. Oysa Mustafa Kemal buna karşı idi. Bu durumda Padişahın Ve Hükümetinin MECLİS üzerinde etkisi kaçınılmazdı hem M. Kemal İstanbul’da toplanan Meclisin Padişaha yaranmak için yaptıklarını da unutmamıştı. 
      Osmanlı Meclisi Ankara’da toplanınca teknik bakımından Padişahın ve Hükümetin de Ankara’ya gelmesi gerekirdi. Oysa ikisi de bu niyette değillerdi. Bu da Mustafa Kemal’in işlerini bir ölçüde kolaylaştırıyordu.
          Sonunda çözüm bulundu. Ülkenin, mümkün olan yerlerinde yeniden seçimler yapıldı. Yeni seçilen Milletvekilleri ile Osmanlı Meclisinin Ankara’ya gelen üyeleri birleştiler ve “OLAĞAN ÜSTÜ YETKİLERLE DONATILMIŞ BİR MECLİS” sıfatıyla 23 Nisan 1920’de Toplandılar.
Meclis ilk toplantısında adını koydu: “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ” Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal’i seçti ve hemen çalışmalarına başladı.
          Bu olayın hukuksal ve siyasal önemi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile “DIŞA KARŞI SAVAŞI VE OSMANLI DÜZENİNE KARŞI İHTİLALİ” yönetecek, yepyeni bir DEVLET kurulmuş oluyordu.
          Mondros Ateşkesinden itibaren Osmanlı Devleti eylemsel bakımdan ortadan kalktığından, şimdi bu boşluk, TBMM ile doldurulmuştu. Her ne kadar, Meclis içinde ve dışında bulunan kimi çevreleri ürkütmemek için amacın; ”TEHLİKEDE BULUNAN PADİŞAHI (HALİFEYİ) KURTARMAK” olduğu ileri sürülmüşse de yapılan işle aslında yeni bir devlet kurulmuştur.
Meclis ilk günlerinde çok önemli şu kararları almıştır:
1.         Mecliste toplanan ulusal iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır.
2.     TBMM’nin üstünde bir güç yoktur.
3.     TBMM yasama ve yürütme yetkisini kendisinde toplamıştır.
4.     Meclisten ayrılacak bir kurul, Meclisin Vekili olarak hükümet işlerini yürütür.
5.     Meclis Başkanı bu gücün de başıdır.
6. Padişah ve Halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği esaslar içinde yerini alır.
          Yalnızca bu kararlar bile TBMM ile yeni bir devletin kurulduğunu göstermektedir. TBMM, Padişah ve Halifenin üzerindedir. Saltanat ve Halifelik durumunu meclis düzenleyecektir. İstanbul’daki Hükümet artık tanınmamaktadır; çünkü Meclis kendi gücünü kullanmaktadır.
          TBMM ile çok önemli iki temel atılmıştır:
1.     Ulusun egemenliğine kesinlikle sahip çıkılması. Ulusun Egemenliğini eline alması ve sahip çıkması.
2.     TBMM’nin Türk Ulusunu temsil etmesidir.
Adının başındaki Türk kelimesi devlet yaşamında ilk kez kullanılmaktadır.
Osmanlı Anayasasında: DEVLET; OSMANLIDIR. SALTANAT; OSMANLIDIR. ÜLKE; OSMANLIDIR. UYRUKLAR; OSMANLIDIR. OYSA YENİ AÇILAN DÖNEMDE, “TÜRKLÜK”, “OSMANLILIĞIN” üzerine çıkartılmaktadır.
          Türk tarihinde Ulusun doğrudan doğruya egemenliğini ele alışını sağlayan bu olay başlı başına bir DEVRİMDİR.
         
          TBMM’NİN 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını; kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırıyordu.
23 Nisan 1920’de; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya (Saltanattan, Ulus’a) geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu.
Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak, tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’  önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi.
          Meclisin kurucusu Mustafa Kemal, bu olayı; “23 Nisan 1923 Türkiye Milli Tarihi’nin başlangıcı yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir husumet dünyasına karşı, ayaklanan Türkiye Halkının TBMM’Nİ vücuda getirmek, hususunda gösterdiği mucizeyi ifade eder” sözleriyle değerlendirerek, ‘MECLİS’İ ULUSAL İRADENİN” eseri olarak göstermiştir.
TBMM’si ile oluşturulan Ulus Egemenliği ile:
 Kurtuluş Savaşı kazanılacak,
Emperyalizm ve Hıristiyanlık yenilecek,
Megalı İdea ortadan kaldırılacak,
Sevr Antlaşması yok edilecek,
Batı Anadolu ve Trakya işgalden kurtarılacak,
Doğu Sorunu çözülecek,
Saltanat ve Halifelik kaldırılacak,
Cumhuriyet İlan edilecek,
Lozan Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı hesapları ve yüzlerce yıllık sorunlar çözülecek,
Misak-ı Milli esasları yaşama geçirilecek ve
Yeni Türk Devleti Dünyaya tanıtılacaktır.
Gerçekleştirilen Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Çağdaş Dünyadaki yerini alacaktır. Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşma yoluna koyulacaktır.
Mustafa Kemal’in hedeflediği DÜZENİ: “Milli Egemenlik ve Bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, Milliyetçi, Laik, Halkçı, Demokratik Parlamenter Sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde Devrimci, tüm Dünya Uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, Haklar, Hürriyetler ve Kalkınma düzenini” kurma çabasına girilecektir.
Türk Devrimi’nin genel Amacı: “Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’da yerini alması” GERÇEKLEŞTİRİLECEKTİR.
Başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere; Ülkemizi işgalden kurtaran, Devletimizi kuran, Milletimizi çağdaş dünyaya açan, Bu günü çocuklarımıza BAYRAM olarak armağan eden, tüm kahramanlarımızı minnet ve şükranla selamlıyorum…

23 NİSAN 2014
Ahmet AVCI

            KAYNAKLAR:
Prof.Dr. Ahmet MUMCU- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Lord KİNROSS- ATATÜRK
TURGUT ÖZAKMAN- ŞU ÇILGIN TÜRKLER



Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar