22 Nisan 2010 Perşembe

YIKIN HEYKELLERİMİ!

Yıkın Heykellerimi!







Ey milletim,


Ben Mustafa Kemal'im,


Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim,


Hala en hakiki mürşit değilse ilim,


Kurusun damağım dilim,


Özür dilerim.




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.



Özgürlük hala


En yüce değer değilse eğer,


Prangalı kalsın diyorsanız köleler,




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.



Yoksa çağdaş medeniyetin bir anlamı,


Ortaçağa taşımak istiyorsanız zamanı,


Baş tacı edebiliyorsanız,


Sanatın içine tüküren adamı,




Unutun tüm dediklerimi


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.




Yetmediyse acısı şiddetin savasın,


Anlamı kalmadıysa; “Yurtta sulh dünyada barışın”


Eğer varsa ödülü, silahlanmayla yarışın,




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.



Özlediyseniz fesi peçeyi,


Aydınlığa yeğliyorsanız kara geceyi,


Hala medet umuyorsanız;


Şıhtan şeyhten dervişten


Şifa buluyorsanız,


Muskadan üfürükçüden




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.



Eşit olmasın diyorsanız kadınla erkek,


Karaçarsafa girsin diyorsanız,


Yobazın gazabından ürkerek,


Diyorsanız ki okumasın;


Kadınımız kızımız,


Budur bizim âlin yazımız…




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi.




Fazla geldiyse size,


Hürriyet cumhuriyet,


Özlemini çekiyorsanız,


Saltanatın sultanın,


Hala önemini anlayamadıysanız, Millet olmanın,


Kul olun, Ümmet kalın,


Fetvasını bekleyin Şeyhülislamın.




Unutun tüm dediklerimi,


Yıkın diktiğiniz heykellerimi,


RAHAT BIRAKIN BENİ…




Süleyman Apaydın














19- ULUSAL EGEMENLİK VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

Ahmet AVCI
İZMİR
23 NİSAN 2010                              




ULUSAL EGEMENLİK VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

                             
                                                                                     EGEMENLİK KAYITSIZ KOŞULSUZ ULUSUNDUR
                                                                                                                                     MUSTAFA KEMAL


            Egemenlik kavramı çok tartışılan; içten ve dıştan tecavüze, tasalluta uğrayan, gerçek sahiplerinin de onlar adına egemenliği kullananların da pek önemsemediği bir olgudur.
            Egemenliğin kaybı, ulusları köle ve tutsak yapar, gözyaşına boğar.
Egemenliğin kazanılması da; gözyaşı, alın teri, acı ve kanla mümkündür.
            Egemenlik kavramını birkaç tanımla açıklamaya çalışacağım:
           Egemenlik: Egemen olma hali; bir devletin başka bir devletin boyunduruğu altında bulunmaması, kendi kendini yönetmesidir.
            Egemen Devlet: buyruk ve hüküm sahibi; buyruklarını yürüten, bağımlı olmayan, devlet demektir.
            Egemen Eşitlik: Uluslar arası uygulamalarda; diğer devletlerle eşit olabilmektir.
           Milli egemenlik: Devletin dış güçlerden BAĞIMSIZLIĞI ve yönetim erkinin ALLAH’A, dine ya da geleneğe değil, Millete dayalı OLMASIDIR. (yasama, yürütme ve yargı gibi tüm devlet organlarını ve güçlerini kapsar)
            Milli İrade: yargı denetiminde yapılan, periyodik, serbest ve adil seçimler sonunda oluşan, Meclis’te temsil edilen siyasal güçtür. (iktidar ve muhalefeti kapsar)
            İktidar: Mecliste oluşan, Milli İrade’nin temsiline göre belirlenen yönetimdir. (Hükümeti ve hükümetin Meclis’teki gücünü belirtir)

            Bilindiği gibi; Osmanlı Devletinde; egemenlik tümüyle Osmanlı ailesine aitti. Ailenin en yaşlı ya da yetkin üyesi kim ise; O, ‘Egemenlik Hakkını’ ailesi adına sınırsız olarak kullanırdı.
            Osmanlı’da; özellikle Halifeliğin kabulünden (1517) sonra iktidar, Tanrısal iradeye dayatılmıştı.
            Devletin başı olan ve devletin kendisi sayılan Padişah; doğrudan doğruya tanrısal irade ile iktidara sahip bulunuyor ve devleti yönetiyordu.
            Egemenliğin kaynağı ve dayanağına dokunulmadan, yalnızca Padişahın yetkilerinin sınırlandırılması ya da egemenliğine ortak olunması çabaları, Osmanlı devletinin son dönemlerinde, görülmüş ise de; Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci Meşrutiyetler, gibi düzenlemeler (AÇILIMLAR) ne devleti ne de Saltanatı kurtarabilmiştir.

            Birinci Dünya Savaşında yenilen Osmanlı Devleti, egemenliğini de Saltanatını da İtilaf Devletlerinin insafına bırakmıştır.

            Ancak; Türk Usunun Büyük Önderi Mustafa Kemal, Amasya Genelgesi ile ‘Vatanın bütünlüğünü ve Ulusun bağımsızlığını, yine Ulus’un azim ve kararının kurtaracağını’ dünyaya duyurmuştur.
Bu karar; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde pekiştirilmiş, TBMM’NİN 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını; kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırıyordu.
23 Nisan 1920’te; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya (Saltanattan, Ulus’a) geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu.
Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak, tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’  önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi.

Meclisin kurucusu Mustafa Kemal, bu olayı; “23 Nisan 1920 Türkiye Milli Tarihi’nin başlangıcı yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir husumet dünyasına karşı, ayaklanan Türkiye Halkının TBMM’Nİ vücuda getirmek, hususunda gösterdiği mucizeyi ifade eder” sözleriyle değerlendirerek, ‘MECLİSİ ULUSAL İRADENİN’ eseri olarak göstermiştir.
23 Nisan 1920’te Ankara’da Meclis açıldıktan sonra; adını koyan ilk kararında; TBMM deyimini kullanmıştır. TBMM,  ‘Türk Ulusunu temsil edecektir.’

Adının başındaki “TÜRKİYE” sözcüğü devlet yaşamında ilk kez kullanılmaktadır.
Osmanlı Anayasasında; Devlet; “Osmanlıdır”, Saltanat; “Osmanlıdır”, Ülke; “Osmanlıdır”, Uyruklar; “Osmanlıdır.
Oysa açılan yeni dönemde; “Türklük”, “Osmanlılık” ın üzerine çıkmaktadır.
Artık Türk Milliyetçiliği de filizlenmektedir.
Kurulan yeni devlet; temelini Türk Ulusu’na dayandırmaktadır. Bunun da bir DEVRİM olduğu görülmektedir.

Göksel İrade; yerini insan iradesine, beşeri İRADE’YE bırakmıştır. Egemenliği kullanma hakkı, fiilen halkın temsilcileri tarafından, halk adına kullanılmaya başlanmıştır.

Ulus Egemenliği ile Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Emperyalizm ve Hıristiyanlık yenilmiş, Megalo İdea ortadan kaldırılmış, Sevr Antlaşması yok edilmiş, Batı Anadolu ve Trakya işgalden kurtarılmış, Doğu Sorunu çözülmüş, Saltanat ve Halifelik kaldırılmış, Lozan Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı hesapları ve yüzlerce yıllık sorunlar çözülmüş, Misak-ı Milli esasları yaşama geçirilmiş ve Yeni Türk Devleti Dünyaya tanıtılmıştır.

Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Çağdaş Dünyadaki yerini almıştır; Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşma yoluna koyulmuştur.
Mustafa Kemal’in hedeflediği DÜZENİ, yani “Milli Egemenlik ve Bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, Milliyetçi, Laik, Halkçı, Demokratik Parlamenter Sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde Devrimci, tüm Dünya Uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, Haklar, Hürriyetler ve Kalkınma düzenini” kurma çabasına girmiştir.

Türk Devrimi’nin genel Amacı: “Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’da yerini alması” biçiminde ortaya konulmuştur.

İzninizle biraz Batı’ya dönmek istiyorum; Avrupa’da Mutlak Egemen Krallıklar devri, Feodalite’nin ve Kilise’nin güçlenmesi ile çok zayıflamıştı. Topun icadı, Sömürgelerden gelen servetin büyüklüğü Krallara yeni bir güç kazandırdı.
Daha Orta Çağda, Saint (Sent) Agustinus; “Tanrının hakkı Tanrıya, Sezar’ın hakkı Sezar”a görüşünü ortaya atmıştır. Fransa’da Jan Boden; Cumhuriyet’in Altı Kitabı” adlı eserinde: “Egemenliğin Tanrı tarafından Krala verildiğini, Egemenliğin bölünemeyeceğini ortak olarak kullanılamayacağını” yazıyordu.
14. Lui; Jesvi Letat (jösvi leta); “Devlet benim” diyordu.
Jan Jak Russo, Cenevre yönetimini inceleyerek; ‘Genel irade’yi ortaya attı. Genel İrade dediği; Seçimde kazanmayı; “Mutlak Otorite Hakkı’ olarak algıladı.
“Genel irade; bölünemez, tartışılamaz, hata yapmaz” buyurdu.
Bizde de bu görüşü savunan yöneticileri sanırım anımsadınız.
Bizde de; iktidardakiler, “Çoğulculuğu, çoğunlukçuluk olarak” algılamıyorlar mı?

Hz. Muhammed’den sonraki, Dört Halifeler Dönemi, Emevi ve Abbasiler Döneminde de; Egemenlere UHREVİ sıfatlar yakıştırdılar.
Osmanlı İmparatorluğu zora düşünce; Yavuz’un üstlenmeye tenezzül etmediği Halifeliğe; dönemin Padişahları yapıştıkça yapıştılar.
“Tanrının yeryüzündeki gölgesi” oldu çıktı son dönem Osmanlı Halifeleri.
Bu inanış Orta Asya Türk devletlerinde de vardı. GÖK TANRI; Bir aileye egemenliği kullanma yetkisi verirdi.
“KUT” göksel Tanrısal demektir. O egemen aile bireyleri kutsaldı. Egemenlik kavgası da bu aile bireyleri arasında olurdu.
Büyük Selçuklularda; yönetici ailenin kadınları bile iktidar entrikalarına karışırlardı.
Bizde; Amasya Genelgesi ile Padişahın Tanrısal oyunu bozuldu, Erzurum Sivas; ayrıca Alaşehir, Balıkesir, Kongreleriyle halk, egemenliğini kullanmaya başladı. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM, “Hâkimiyet kayıtsız koşulsuz ulusundur” ilkesini ortaya koydu.
Çok partili siteme geçtikten sonra; siyasi partiler, Atatürk Devrimini sulandırdılar, Türkiye’yi de bulandırdılar.
“Hâkimiyet Allah”ındır sözünü halk yığınlarına ezberlettiler.  Acaba; Allah’ın olan Hâkimiyet Hakkını O’nun adına kim kullanacaktır!
Çeşitli ümmetlerden,  bir tek HALK’A, bir tek halktan, tek bir MİLLET’E dönüşen ulusumuzu tarikatlara, cemaatlere böldüler.
Şeyh-politikacı ilişkisi; bilimsel ve tarihi gerçekleri, safsataya dönüştürmeye çalışmakta.
Mustafa Kemal; “Ulusal Kurtuluş Savaşını yapan Türk Halkına TÜRK MİLLETİ denir” demişti.
İradeyi kullanacak Millet Sokak güruhlarına teslim edildi.
İsmet Paşa’nın Lozan’da reddettiği ve Lord Cürzon’un cebine koyduğu EGEMENLİKLE bağdaşmayan istekler; günümüzde kurtuluş simidi oldu.
Ver kurtul. Sat kurtul!
Mustafa Kemal, KURTULUŞ için Millileştiriyordu, şimdi ise kurtuluş için ÖZELLEŞTİRİYORUZ…
İkinci Dünya Savaşından sonra, oluşan kamplaşmalar, mutlak Devlet Egemenliğini zayıflattı. Egemenliğin bir bölümü, karşılıklılık (mütekabiliyet) numaralarıyla yabancılara verildi.
Devletimizin MUTLAK YARGILAMA HAKKI delindi.
Borçlanıldıkça, egemenliği kullanma hakkı, dış istekler göre kullanıldı.
Stratejik tesislerin özelleştirilmesine karşı çıkanlara kötü gözle bakıldı.
Küreselleşme edebiyatına; İngiliz ve Amerikan gençliği—kendi ulusal çıkarlarına karşın—ayaklanarak karşı çıkmaktadırlar. Bizim adımıza, geri kalmış Ülkeler adına…
Ya biz…
Bizler ne yaptık?
Ya da ne yapacağız?
Hani demokrasi rejimi tepki rejimi idi…
90 yıl önce bugün; egemenlik, hanedandan sökülüp alınarak, gerçek sahibine teslim edilmiştir.
Bu uygulama ile Türk Toplumunun, Ümmet’ten Ulus’a, Kulluk’tan Yurttaş’lığa geçişi sağlanmıştır.
Bu Devrimi gerçekleştirenleri şükranla yâd edelim ve bize kazandırdıklarının değerini bilelim.
Ve bu bilincimizi koruyarak, bizi yeniden “ümmet”e ve “kul” olmaya dönüştürmek isteyenleri, Açılımlarla, BOP ve Küreselleşme masallarıyla bizi AB ve ABD’YE mahkûm etmek isteyenleri düş kırıklığına uğratalım…

19 Nisan 2010 Pazartesi

ATATÜRK'TEN SON MEKTUP

ATATÜRK’TEN SON MEKTUP


Siz beni hala anlayamadınız.
Ve anlayamayacaksınız çağlarca da…
Hep tutturmuş ‘Yıl 1919 Mayıs’ın 19’u diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor; övüyorsunuz.
Mustafa Kemal’i anlamak, bu değil,
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil.

Bırakın o altın yaprağı artık,
Bırakın rahat etsin anılarda şehitler.
Siz bana; neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin?
Mustafa Kemal’i anlamak, yerinde saymak değil.
Mustafa Kemal’in ülküsü, sadece söz değil.

Bana muştular getirin bir daha,
Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan.
Kuru söz değil; iş istiyorum sizden anladınız mı?
Uzaya Türk adını Atatürk kapsülüyle yazdınız mı?
Mustafa Kemal’i anlamak, avunmak değil,
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil.

Hala o acıklı ağıtlar dudaklarınızda,
Hala oturmuş on Kasımlarda bana ağlıyorsunuz.
Uyanın artık diyorum; uyanın, uyanın.
Uluslar fethine çıkıyor, uzak dünyaların.
Mustafa Kemal’i anlamak, göz boyamak değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız;
Laboratuarlarda sabahlayın,  kahvelerde değil.
Bilim ağartsın saçlarınızı; kitaplar,
Ancak böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar.
Mustafa Kemal’i anlamak ağlamak değil;
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil…

Demokrasiyi getirmişim, sizlere özgürlüğü;
Görüyorum ki hala aynı yerdesiniz, hiç ilerlememiş.
Birbirinize düşmüşsünüz, halka eğilmek dururken;
Hani köylerde ışık, hani bolluk; ani kavgasız gülen?
Mustafa Kemal’i anlamak itişmek değil.
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Arayı kapatmanızı istiyorum, uygar uluslarla;
Bilime, sanata varılmaz, rezil dalkavuklarla.
Bu vatan; bu canım vatan, sizden çalışmak ister;
Paydos övünmeye; paydos avunmaya yeter, yeter.
Mustafa Kemal’i anlamak; aldatmak değil.
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil…

Hilmi YAĞCIOĞLU

9 Nisan 2010 Cuma

18- DOĞU SORUNU

DOĞU SORUNU

Osmanlı İmparatorluğunun kanayan bir yarası olarak süregelen ve günümüzde de yansımalarını hissettiğimiz “Doğu Sorunu”nun ne olduğunu merak ettiniz mi hiç?

Doğu Sorununun ne olduğunu anlayabilirsek; bugün ibretle izlediğimiz gelişmelerin nedenini daha iyi anlayabileceğiz.

“Doğu Sorunu”, 18’nci yüzyıl sonlarından başlayarak, Avrupalı büyük güçlerin başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere Yakındoğu’da uyguladıkları emperyalist siyasetin diğer adıdır.

Avrupalı büyük Devletlerin Osmanlı Devleti topraklarını kendi aralarında paylaşma siyasetine de; ŞARK MESELESİ = DOĞU SORUNU denilmektedir.

“Doğu Sorunu” deyimi, ilk kez Viyana Kongresi sırasında 1815’te Rus Çarı Aleksandır tarafından, “Rum Sorununa“ dikkatleri çekmek için dile getirilmiştir.

“Doğu Sorunu” olarak ortaya konulan bu siyasi kavram,  ana konu petrol olmak üzere bütün Ortadoğu’yu (Lübnan, İsrail, Filistin ve bütün Arap âlemi) - bugünkü BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ- kapsamaktadır.

Bu bölgelerin tamamı Türklerin elinde olduğu için esas hedef ortaya çıkmaktadır.

Ermeni Sorunu da bu konunun doğu Anadolu bölümünü oluşturmaktadır.

Ancak; konuya biraz daha eskilere giderek bakacak olursak bunun basit bir “Doğu Sorunu” olmaktan çok bir Müslüman-Hıristiyan ya da Türk-Avrupalı sorunu olduğu görülecektir.

Daha doğrusu bu bir “Haçlı” sorunudur.

Doğu sorununun anlamı:

Doğu sorunu aslında - adı konulmasa da-  Türklerin Anadolu’ya girişlerinden öncesine dayanmaktadır.

AVRUPALI İÇİN BU OLAYIN AŞAMALARI:

1.             BİRİNCİ AŞAMA

A. Türkleri Anadolu’ya sokmamak,
B. Türkleri Anadolu’da durdurmak,
C. Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek,
D. Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine ilerleyişine engel olmak.

Avrupalı tüm bu aşamalarda; önlemlerini almasına rağmen başarılı olamamış ve Türkler Rumeli’ye geçerek Avrupa içlerine Viyana’ya kadar ilerlemişlerdir.

1683 tarihinde viyana önlerinde ki yenilgiden sonra Avrupalı için 1920 tarihine kadar sürecek olan yeni aşama başlayacaktır.

2. İKİNCİ AŞAMA

A. Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı egemenliğinden kurtarmak. Onları isyana teşvik etmek, önce muhtariyetlerini sonra bağımsızlıklarını kazanmalarını sağlamak. Bu işi Asya’da yaşayan azınlıklar için de yapmak.

B. Eğer bu gerçekleştirilemezse Hıristiyanlar için reformlar istemek ve Bab-ı Ali nezdinde girişimde bulunmak.

C. Türkleri balkanlardan tamamen atmak.

D. İstanbul’u Türklerin elinden almak.

E. En sonunda Anadolu'yu paylaşmak, Türkleri Anadolu'dan çıkarmak.

Doğu Sorunu; zamana bağlı olarak da anlam bakımından farklılık göstermiştir:

19. Yüzyılın başında; İngiltere bakımından, ”Osmanlı’nın Toprak bütünlüğünün korunmasıdır."

19. Yüzyılın ikinci yarısında; Tüm Avrupa için; Avrupa’nın Hasta Adamı Osmanlı Devletinin Avrupa’daki topraklarının paylaşılmasıdır.

19. Yüzyılın sonunda ise; Osmanlı’nın tüm topraklarının paylaşılmasıdır.

Osmanlı Devleti, aslında, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Doğu Sorununun merkezindeki yerini almıştır.

İngiltere, Fransa, Avusturya ve özellikle Rusya, büyük çöküş yaşayan Osmanlı İmparatorluğunu siyasi ve ekonomik kıskaca almaya başlamışlardır.

Doğu Sorunu esas anlamını; Osmanlı Devleti’nin, Ekonomik (1838) ve Askeri (1839) iflası üzerine bir tür ”gölge devlet” durumuna düşmesi ile almıştır.

Avrupa’nın herhangi bir büyük devleti, istediği zaman Osmanlı ülkesini istila edip, sömürgesi haline getirebilecek güce sahipti.

Osmanlı devleti Dünyanın başka bir bölgesinde bulunsaydı; bunun kısa sürede gerçekleşmesi beklenebilirdi. Ancak Osmanlı Devleti, Avrupa’nın içinde ve dışında, öyle bir kritik konuma yani jeopolitik özelliğe sahipti ki, hiçbir büyük devletin, Osmanlı Ülkesine egemen olmasına tahammül edilemeyeceği gibi, bu ülkeyi herkesi memnun edecek biçimde paylaşmak da zordu.

Öte yandan, Osmanlı Devleti içinde yeşeren, Ulusçuluk Akımları VE BUNUN SONUCUNDA PATLAK VEREN AYAKLANMALAR dolayısı ile durduğu yerde de bir parçalanma süreci yaşamaktaydı.

Bir yüzyıl içerisinde; Yunanistan ve Sırbistancın bağımsızlığını kazanmış, Eflak ve Bulgaristan Rusya’nın himayesine girmiştir.

Fransa’nın Mısır’ı işgali, Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanları, büyük devletlerin Osmanlıya müdahaleleri, Osmanlıyı iç ve dış tehditle başa çıkamaz duruma getirmiştir.

Bunların sonuçları ile aynı yüzyıl içinde yapılan ve adına Tanzimat Hareketleri denilen Tanzimat-ı Hayriye (1839), Islahat Fermanı (1856) ve bu hareketlerle yabancılara özellikle de Ermenilere verilen tavizler sonucunda 1875’ten sonra koca imparatorluk dağılıp gidecektir…

Bu süreç bile Avrupa Devletlerinin biri birine girmesine yol açıyordu.

Avrupa dengesinin bozulması da savaş çıkması olasılığını arttırıyordu.

Görüldüğü gibi; DOĞU SORUNU bir bakıma Avrupa Emperyalizminin yani Batı’nın bir sorunu idi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan gizli anlaşmalarla paylaşma planı uygulamaya konuldu.

Rusya, 1917 yılında çıkan İhtilal nedeni ile savaştan çekilince, ”DOĞU SORUNU”; İngiltere, İtalya ve Fransa tarafından kendi istedikleri biçimde çözülmek istendi.

Asıl amacı Sevr antlaşmasıyla gün ışığına çıkacak olan DOĞU SORUNU’NUN Osmanlı toplumuna ödettiği çok ağır fatura olmuştur.

İmparatorluğun Türk olmayan unsuru, Arapların yaşadığı yerler “Manda” sistemi ile paylaşılırken, TÜRK’ÜN anayurdu ANADOLU da yağmalanıyordu.

OSMANLIYA DAYATILAN SEVR ANTLAŞMASI İLE “DOĞU SORUNU” SONUÇLANDIRILMIŞTI…

Tarih kitaplarımızda; bir cümle hep göze batar:  Sevr antlaşması sonucu anlatılırken ”Türklere de Ankara ve civarında çorak topraklar bırakılmıştı.” gibi zavallı bir cümle…

Aslında bize bırakılan bir yer yoktu. Oraları bize orta Asya’ya gönderilmeden önce gösterilen son toplanma bölgesiydi.

Anadolu parçalanmış ve Türkler orta Asya’ya gönderilmek için son hazırlıklar yapılmaktaydı.

Hesap edemedikleri bir şey vardı; ”Yüzyılın Dâhisi”ni Türkler yetiştirmişti.

ONUN ADI MUSTAFA KEMAL İDİ.

Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlatılan Kurtuluş Savaşı ve Lozan barış Antlaşması ile hevesleri kursaklarında kalmıştır…

Düşmanlar yurttan kovulmuş, düşmanla işbirliği yapan Osmanlı Devleti yıkılıp;  Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur.

Hanedan Mensupları da yurt dışına çıkartılarak, egemenlik ulusa teslim edilmiştir.

Böylece “Doğu Sorunu” Cumhuriyet Türkiye’si bakımından çözülmüştür.

Acaba, bugün gördüklerimiz ve yaşadıklarımız göz önüne alındığında: “Doğu Sorunu” gerçekten çözülmüştür, diyebilir miyiz?
ŞİMDİLİK KAYDIYLA DURDULAR. NASIL OLSA “O BİRGÜN” GELECEKTİ.

Ne yazık ki; Lozan Antlaşmasıyla “Doğu Sorunu”nu çözdüğümüzü sanırken, elin oğlu, konuyu başka ad ve uygulamalarla, önümüze koymaktadır.

İşte “o bir gün” Lozan'da İngiltere delegesi Lloyd George’un, ABD delegesiyle birlikte ismet paşaya söylediklerinde gizliydi:

”ismet, bugün hiç bir dediğimizi kabul etmiyorsun. Bunları hep bu cebime koyuyorum. ‘bir gün’ gelecek yıkık dökük ülkeni kalkındırmak için bana geleceksin. Çünkü para bende ve ABD de var. Fransa’ya da fazla güvenme. O gün bu cebimdekileri bir bir önüne koyacağım.”

İsmet İnönü bir konuşmasında bunu anlatır ve ”onun için biz millet onuru kırılmasın diye gidip hiç onlara avuç açmadık.” demiştir.

Bugün yapılanlar “Küreselleşme” adı altında “Doğu Sorunu”nun yavaş yavaş uygulanmasıdır.

Avrupa birliği talep ve kararlarını incelediğimizde; ortaya çıkan tablonun Sevr anlaşması ile örtüştüğünü görürüz.

Bugün, stratejik konumda bulunan toprak ve milli kaynaklarımız elden çıkarılmakta, bunun doğuracakları sonuç hiç düşünülmeden ”babalar gibi sattık.” denilmektedir.

İkinci dünya savaşı sonunda tüm borçlarını temizlemiş ve ithalat ihracat dengesi lehte fazla vermiş bir Türkiye nasıl bu hale gelebilir.

Bugün buna; ister, Kürt Sorunu, İster Ermeni Sorunu, İster Rum Sorunu hatta açılımı diyelim.

Hatta isterseniz BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİNİN uygulaması diyelim, ama SEVR’İ aklımızdan hiç çıkartmayalım.

Ve bilelim ki; BUGÜN DE; AVRUPA’NIN VE ABD'NİN TUTUMLARI AYNI DOĞRULTUDADIR...

Ahmet AVCI
9 NİSAN 2010


Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar