30 Temmuz 2011 Cumartesi

65-GENELKURMAY BAŞKANI NEDEN İSTİFA ETTİ!

             GENELKURMAY BAŞKANI VE KUVVET KOMUTANLARI NEDEN İSTİFA ETTİLER!
            29 TEMMUZ 2011 Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır…
            Genelkurmay Başkanı ve Üç Kuvvet Komutanının Onurlarını ve kurumsal kimliklerini koruyarak, Hükümete: “Ben sizinle çalışmak istemiyorum, emrinizde çalışmak istemiyorum” demeleri, diyebilmeleri küçümsenecek ya da hafife alınabilecek bir olay değildir…
            Genelkurmay Başkanı Orduya yayımladığı VEDA MESAJINDA; Şu anda 173'ü muvazzaf, 77'si emekli olmak üzere 250 general/amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuşun hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunduğunu belirtmiş, şunları kaydetmiştir:
"Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi mümkün değildir.
Bu durum birçok defalar yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen, soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır.
Haklarında henüz hiçbir kesin yargı kararı olmamasına rağmen, tutuklu bulunan 14 general/amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tahdit edilmesinin yanı sıra, mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura'da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.
Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sürekli gündemde tutularak, kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânımı ortadan kaldırmıştır.”
            Evet, Koşaner Paşa, Hükümetin TUTUM VE DAVRANIŞI KARŞISINDA GÖREVE DEVAM ETME İMKÂNININ ORTADAN KALKTIĞINI BELİRTEREK GÖREVİNİ BIRAKMIŞTIR…
Bugün için asıl merak edilen konu şudur: Koşaner Paşa, GÖREVİ SÜRDÜRME İMKÂNI BULAMAMIŞ TA, ÖZEL PAŞA BU İMKÂNI BULACAK MIDIR?
NEREDEN BULACAKTIR? NASIL BULACAKTIR!
Meraktan öte, asıl korkulan da; YANDAŞ BASIN, YANDAŞ SAVCI, YANDAŞ YARGIÇTAN SONRA bir de YANDAŞ GENERAL OLGUSU MU KARŞIMIZA ÇIKACAKTIR?
Türk Ulusunun bu soruların yanıtlarını bilme ve öğrenme hakkı yok mudur?
3O TEMMUZ 2011

28 Temmuz 2011 Perşembe

64- SİLVAN ÇATIŞMASI'NIN ASKERİ VE SİYASİ SORUMLULARI!

 SİLVAN ÇATIŞMASININ ASKERİ VE SİYASİ SORUMLULARI!


14 TEMMUZ günü Silvan kırsalında bölücü teröristlerin saldırısı sonucu 13 Askerimiz şehit olmuştu.
Bu acı olayı, fırsat bilen, bölücüler ve yandaşları ile Türk Silahlı Kuvvetleri düşmanları iş birliği içinde askere hücum etmişlerdir...
Nerede ise "ASKERİN ORADA NE İŞİ VAR" denecek...
Genelkurmay Başkanlığı konuyu incelemiş ve 26 Temmuz 2011 günü gerekli açıklamayı da yapmıştır.
Bu açıklamada: “1’inci Jandarma Komando Tabur personelinin görevlerini, verilen emirler çerçevesinde üstün bir cesaret, gayret ve fedakârlıkla yerine getirdikleri tespit edilmiştir” saptaması yer almıştır.
Ancak, İçişleri Banı’nın açıklamasından öğreniyoruz ki: Çatışmaya giren Taburun Komutanı Binbaşı ve Bölük Komutanı Üsteğmen görevden alınmışlar…
Eski bir Asker olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri neden hala Terörle Mücadelenin baş görevlisidir anlayabilmiş değilim…
Bu görevin yasalarımıza göre sahibi Hükümet ve onun İçişleri Bakanıdır…
Ama görülüyor ki bu Bakanlık sorumlu gibi değil de denetçi gibi davranmaktadır…
Müfettiş görevlendirerek, TSK hakkında inceleme yapabilmektedir.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

63- NASIL HATIRLANMAK İSTERSİNİZ!

Posta kutuma bir ileti düştü...
Bir internet alıntısı idi, yazarı de belli değildi, ama beni derinden etkiledi...
"HATIRLANMA ŞEKLİNİZ"
BİR doktorun; hastası ile onun torunu arasındaki konuşmaya tanık oluşunu ve ninenin dünya görüşünü yansıtan bir yazı.
Paylaşmak istedim.
Ya siz nasıl "HATIRLANMAK İSTERSİNİZ!"
Bu karamsar ortamda bunları düşünmek belki bizleri de bir ölçüde rahatlatır...


HATIRLANMA ŞEKLİNİZ…

"Sen de dedem gibi ölecek misin, anneanne?" sözleri hasta odasında yoğun sessizlik yaşanmasına neden olmuştu. Geçirdiği ameliyatlardan sonra pek toparlayamamış yaşlı bayan hastamızı ilkokula yeni başlamış torunu ve kızı ziyarete gelmişti. Küçük çocukları hasta ziyaretine kabul etmememiz başlangıçta sorun yaratmış, kısa süreli ziyaret için izin koparmışlardı.
Hasta odasında ana kız konuşup dertleşirken torun araya girip sormuştu o can sıkıcı soruyu.
Kafamı eğip elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi yaptım. Hastamız torununu yatağın kenarına oturttu. Ellerini tutarak
"Şimdi değil, iyileşip eve döneceğim, merak etme. Hemen ölmeyeceğim.
Ama er veya geç hepimiz öleceğiz" dedi.
Torun yanıttan pek tatmin olmuş gibi değildi.
        - Ama bu haksızlık, anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz.
Dedemi çok özledim ben.
        -Merak etme, insanlar ölünce görünmez olurlar ama hepten yok olmazlar.
        Torun bir süre anneannesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü.
Sonra "Peki insanlar ne oluyor, ölünce" diye sordu. Anneanne önce bana, sonra kızına baktı.
Torununun saçını okşayarak;
              -Bir şekilde aramızda oluyorlar, ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku kimi de dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı puf böreğini hiç unutmadım. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam annemin orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile hatırlarım.
Nerede bir rüzgâr saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu düşünür, sevinirim.
        -Peki, sen ölünce ne olup geleceksin, anneanne?
        -Onu sen bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen o şekilde geleceğim yanına.
        Ziyaret kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız torununu çok özlemiş olduğunu belirterek ziyarete engel olmadığımız için teşekkür etti.
        -Bu küçük torunumu büyüğünden daha çok seviyorum, doktor bey.
        -Torunlarınız arasında ayırım yapmamanız gerekmez mi?
        -Haklısınız ama böyle olmasında biraz kızımın da kabahati var. İlk çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama hepimizden uzak soğuk, ağır biri oldu çıktı, büyük torunum. Şimdi hepimiz yakınıyoruz ama iş işten geçti.
        -Neden böyle oldu?
        -Ne yazık ki, kızım da diğerleri gibi zamane annelerinden oldu. Çocuğunu en iyi şartlarda, en iyi okullarda en iyi eğitim ile yetiştireceğim diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı neredeyse. Bale, piyano, tenis, yüzme dersleri yetmedi kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders çalışıp sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden başka oyun bilmeyen soğuk ağır biri oldu.
        Bir süre sustu, soluklandı. Elimi tutup yatağında doğruldu.
Yastıklarını düzelttim.
        -Zamane anneleri böyle oluyor, işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta en iyi malzemeleri kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor, kabahati mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerine hiç kabahat bulmuyorlar. Hâlbuki elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de "o kadar emek verdim, kimseye yedirtmem" diye tutturur bunlar.  Sanki analarından böyle gördüler.
Hayat kolaylaşıp hızlandıkça her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar. Onları hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.
        -Yani?
         -Çocuk bu, yetiştiği ortamdaki insanlara anne babasına benzeyecek elbet.
Çocuk onlara benzemeye başladıkça anneler kendi beğenmediği yönlerini çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya çabalıyorlar.
İkinci çocukta ise o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.
          Boğazı kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini ilk çocukların aileyi iyi yansıtma görevi olduğu için daha değerli olduğunu ama artık devrin değiştiğini ailelerin kendilerini değil de hayallerini çocuklarına yüklediğini ilk çocuktan sonra gelenlerin ise daha özgür olgunla şıp aileye daha çok benzediğini anlattı.
            Birkaç gün sonra hastamızın başucunda suluboya bir resim vardı. Mavi gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de uçurtma uçuran kız çocuğu vardı, resimde. Hastamız resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını kaldırıp;
              -Torunum benim için yapmış bu resmi, doktor bey. Resimdeki kız kendisiymiş. Karar vermiş, ben ölünce resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım, onun için. Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş, böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.
              Gözleri dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. "Torunumun gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de hepimizi ısıtan güneş. Daha ne olsun?" dedi.
            Öğle arasında bahçeye çıktım.
Yağan yağmurun ardından masmavi gökyüzünde açan güneş, sıcaklığını iyice hissettiriyor, ağaçlar sonbahara hazırlanıyordu.
Hatırlanma şeklinizi, karşınızdakiler değil, sizin yaşamda bıraktığınız izler belirleyecek...

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar