18 Mayıs 2013 Cumartesi

184- "YA İSTİKLAL YA ÖLÜM"- TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ'NİN PAROLASI!


“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM”
‘TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN PAROLASI
19 MAYIS 1919


      1 AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26 devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.
Başlangıçta Avrupalı devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu savaş, sömürgelerin katkısı ile Afrika ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel (DÜNYA) savaş halini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.
Bu Savaşta; Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç cepheye sürülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonunda YARI SÖMÜRGE olmuş, sembolik bir İmparatorluğa dönüşmüştü. Bu Savaştan da iyice tükenmiş olarak çıkmıştır.
Pantürkizm, Hazar Kıyılarında, Panislamizm de Arap çöllerinde ölmüş, elde yalnızca; BİTKİN VE YORGUN ANADOLU KALMIŞTIR.
Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Osmanlı Devletine ve Türklere karşı, Ortaçağın Haçlı anlayışıyla Yeni Çağın ürünü Emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulanmıştır.
Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Mondros Ateşkes Antlaşması uyarınca; çok geçmeden, İtilaf Devletlerinin, hatta Yunanistan ve Ermenilerin İşgaline uğramıştır.
İşgaller karşısında, Osmanlı devleti çaresiz ve tepkisizdir…
Padişah; 8 Kasım 1918’de Rauf Beye şöyle diyordu; “Ortada bir Millet var; KOYUN sürüsü, İdaresi için de bir çoban gerekli, o da BENİM.” Böyle düşünen bir Padişahın; tek emeli, ”İNGİLİZLERİN DESTEĞİNİ ALMAKTI.”
Damat Ferit, Amiral Calthorpea şöyle demiştir: “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”
Vahdettin, 30 Mart 1919’da Damat Ferit aracılığıyla kendi el yazısı ile yazdığı bir tasarıyı İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmıştır. Özeti şudur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süre ile İngiliz Sömürgesi olması”
OSMANLI HÜKÜMDARININ KURTULUŞ REÇETESİ BUDUR.
Padişah Vahdettin İngiliz sömürgesi olabilmek ümidi ile her yola başvurur. Aklına onurlu, başı dik, bağımsız bir Türkiye gelmez.
Halkın bir bölümü tepkisiz, bir bölümü işbirliği içinde bir bölümü de işgale karşı koymanın yollarını aramaktadır…
Mustafa Kemal ise; çok önceden Osmanlı Devletinin yaşama gücünü yitirdiğini anlamıştır. O’nun adı önceleri yalnızca Ordu çevrelerinde bilinirken, Birinci Dünya Savaşı’nda üst üste gösterdiği başarılarla tüm ulusta ve dünyadaki asker çevrelerinde tanınmıştı.
Çanakkale Boğazını dolayısı ile İstanbul'u kurtaran, Rusları Bitlis önünde durduran, Suriye’de İngilizlere zor anlar yaşatan ve onları bugünkü sınırlarda durdurmayı başaran, bu büyük Asker, ”TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN VE DEVRİMİN ÖNDERİ OLMA YOLUNDA”  bilinçli bir hazırlığın içerisinde idi.
Ülkedeki tüm olanaksızlıkların yanı sıra, yurdun bütünüyle kurtulabileceğine inanan da yoktu.
Tam bağımsız Yeni Türk Devletinin ancak topyekûn bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi Mustafa Kemal idi. O’nun dışında kurtuluş arayanlar, ”İTİLAF DEVLETLERİNE KARŞI DÜŞMANLIK ETMEDEN VE PADİŞAH-HALİFEYE CANLA BAŞLA BAĞLI KALMAK ANLAYIŞI İLE“ kurtuluş arıyorlardı.
Oysa kurtuluşun başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi zorunlu idi.
İtilaf devletlerinin alt edilmesi ile “MİLLİ BAĞIMSIZLIK” Padişah-Halifenin yenilmesiyle de “MİLLİ EGEMENLİK” kazanılacaktı.
Milli Mücadeleyi başlatmak için; Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa girişmek gerekiyordu. Milli Birlik ve bütünlüğü sağlamak gerekiyordu.
Ülkedeki ve Toplumdaki felaketi görenler; topyekûn bir savaşı düşünemedikleri için, ÜÇ TÜRLÜ kurtuluş düşüncesi ortaya çıkmıştı.
Kurtuluş düşüncelerini; Mustafa Kemal, Nutuk’ta; şöyle açıklıyordu:
“Birincisi: İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki karara varanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı Ülkesinin ayrı ayrı devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bir bütün olarak, tek bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncüsü: Bölgesel kurtuluş arayışlarıdır. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devletinden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak, kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.”
Tüm bu karar ve kurtuluş çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa, Kendi kararını şöyle açıklıyordu:
“…Bu kararların dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütünüyle parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı Ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, Hükümet, bunların hepsi bir takım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu.
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ ŞARTSIZ, BAĞIMSIZ yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak TAM BAĞIMSIZ olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendisini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak olmaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse; “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM.”
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim.
Ne olacaktı?
Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayırımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman gözündeki yeri (çok) başka olur.”
Mustafa Kemal PAŞA’NIN; “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” parolasıyla başlattığı MİLLİ MÜCADELE, Türk Mucizesi denecek bir başarıyla sonuçlanmıştır…
İşgalciler, kovulmuş, saltanat kaldırılmış, padişah yurttan kaçmıştır.
Lozan barış Antlaşması imzalanarak yeni Türk Devleti’nin BAĞIMSIZLIĞI tüm dünyaya kabul ettirilmiştir.
Cumhuriyet ilan edilmiştir…
Hilafet kaldırılmıştır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ, TAM BAĞIMSIZ OLARAK ÇAĞDAŞ DÜNYADAKİ YERİNİ ALMIŞTIR…
Mustafa Kemal ATATÜRK ve ortaya Koyduğu DEVRİM’İN Türk Milletine kazandırdıklarının bugün; ne kadarına sahip olduğumuzu takdirlerinize sunuyorum…
Hani;
Esaretten kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız, sınıfsız bir kitle idik.
Kadınımız cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse, kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli, bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.
Milletimizin efendisi, gerçek üretici olan KÖYLÜ olacaktı.
Basın hürdü.
        Hukuk; üstündü. Yargı adil, bağımsız ve tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel ilkelerimizdi.
Yurtta barış Dünya’da barış temel ülkümüzdü…
Atatürkçülük; rehberimizdi.
Çağdaş Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi alacaktık.
Neredeyiz şimdi…
Tüm kazanımlarımızı birer birer yitirdiğimiz yetmezmiş gibi: Türklük, Atatürk ve Devrimi yok sayılmakta, Cumhuriyetin tüm değerleri yok edilmeye çalışılmakta, kurum ve kuruluşları elden çıkartılmakta, Bayrağımız bile işlevsiz kılınmaktadır…
Ulusal bayramlarımıza, kısıtlama ve hatta yasaklama getirilen bu dönemde; ”19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”nın kutlanmasından engellenmesini üzüntüyle karşıladığımı vurguluyorum…
94 yıl önce Milli Mücadeleyi başlatarak, Ulusal Egemenliği, Ulusal Bağımsızlığı, Ulusal Dili, Ulusal Dayanışmayı, Ulusal Birlik ve Beraberliği, Ulusal Onuru, Ulusal Ekonomiyi, Ulusal Eğitim-Öğretimi ve Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni bize kazandıranları, bu toprakları VATAN yapanları ve TÜRK MİLLETİNİ yaratanları; rahmet ve minnetle selamlıyorum...

Ahmet AVCI
19 MAYIS 2013
















1 yorum:

AHMET AVCI dedi ki...


ERZİNCAN ASKERİ LİSESİNDE ÜSTEĞMEN OLARAK ÖĞRETMENLİĞİ İLE BUGÜN DE EMEKLİ ALBAY OLARAK DOSTLUĞU İLE BENİ ONURLANDIRAN DR. HÜSEYİN AĞCA’NIN YORUMUNU İZNİNİZLE AŞAĞIDA SUNUYORUM SAYGILARIMLA:

Değerli Kardeşim,
Bu gün Milli bir bayramın coşkusunu 75 senedir yaşayan bir Türk
vatandaşı olarak, aynı heyecanın vücut verdiği milli gösterilerin
özlemi içinde hüzünlü idim.
Sabahleyin torunumu okuluna götürürken sordum: “ Sevgili yavrum,yarın Hipodram"daki törenlere katılıyor musun?”
- “Dedeciğim artık orada toplu tören yok. Biz okulda koro halinde marşlar söyleyeceğiz o kadar.”
İnan olsun. Bu cevap karşısında az kalsın kaza yapacaktım.
Ama Sizin yazınızı okuyunca umutlarım yeşerdi. Mutlu oldum.
“Demek ki, BU İNKÂRDAN RAHATSIZ OLANLAR VAR, BU ASİL TÜRK GENÇLERİ TARİHLERİNİ
BİLİYOR, ONUNLA ÖVÜNÜYORLAR” .Dedim. Teselli buldum.
Sizinle ne kadar iftihar etsem azdır.
Allah(cc) sizleri Vatana bağışlasın.
Gözlerinizden öperim.
Hüseyin Ağca

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar