10 Mart 2010 Çarşamba

4- ANADOLU SELÇUKLULARI VE OSMANLILAR DÖNEMİNDEKİ AYAKLANMALARIN SOSYO - EKONOMİK NEDENLERİ!



ANADOLU SELÇUKLULARI VE OSMANLILAR DÖNEMİNDEKİ AYAKLANMALARIN SOSYO- EKONOMİK NEDENLERİ



Gerçek tarihini bilmeyen bir Ulus varlığını bağımsız olarak sürdüremez. Diğer ulusların şamar oğlanı olur.


Türk Tarihi de; kimi sapıkların ve maksatlı kişilerin dediği gibi, İslamlıkla değil ondan çok önceleri başlamıştır.


Türkler, büyük devletler ve uygarlıklar kurmuşlardır.


Günümüzde; Etiler’in Türk olmadıklarını kanıtlamağa çalışanların amaçları; Etiler’in Türk olup olmadıklarını ortaya çıkartmak değil de; temelde Atatürk kurumlarını çökertmek, kökünü yok edip, tamamen saçma bir köke bağlamaktır.


Çünkü onlar için önemli olan; “Kavmi Necip-i Arap”tır.


Konuyu açıklamak için; ayaklanmaların ne olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.


Ayaklanma; Devlet otoritesine karşı; silahlı saldırı ya da direniştir; eylemli bir baş kaldırma ve asayişi bozmadır.


Hemen hemen tüm Dünya Uluslarında, dini bir fanatizm gibi gösterilmek istenen olayların altında, çoğu kez; ya bir Hanedan’ın ya da bir Ulus’un diğeri üzerinde egemenliğini kurmak, ya da sürdürmek gibi nedenler yatmaktadır.


Bütün Tarih boyunca din, bundan yararlanmak isteyenlerin elinde bir araç ve perde olarak kullanılmıştır.


Ayaklanmaların, sosyal nedenlerini açıklamadan Anadolu Selçuklularının; Devlet yönetimi, Adli işler ve Toprak yönetiminin yarar görüyorum.



1. ANADOLU SELÇUKLULARINDA DEVLET YÖNETİMİ:


Müslüman olmayan Türklerde olduğu gibi Selçuklular da; Sultanlarının Tanrı soyundan geldiğine Tanrısal ve gizli güçleri bulunduğuna, Tanrı tarafından kendilerini yönetmek üzere gönderildiğine inanırlardı.


Hükümdarların bu nitelikleri, miras yolu ile oğullarına da geçerdi.


Böylece toplum; itibarı, eşitsizliği kendiliğinden oluşturup, yöneticilerini kendilerinden üstün görerek, kendilerini aşağılık kompleksinin içine gömmüşlerdir.


Bu duygu daha başlangıçta, yöneten ve yönetilen arasında derin uçurumlar yaratmıştır. İşte bu düşünce direkt bir biçimde, Ülkenin; siyasi, ekonomik ve sosyal yönelişi üzerinde belirgin etkiler yapmıştır.


Bu etkiler, tarih boyunca, büyük devletler kurmuş, Türk Toplumlarında; yöneten- yönetilen arasındaki çekişmeye bir de yönetimi (TAHTI) ele geçirme kavgasını eklemiştir.


2. ADLİ İŞLER


Selçuklularda adliye ŞER’İ ve ÖRF’İ yargı olarak ikiye ayrılmıştır.


a. Şer’i davalara; her şehirde bulunan kadılar bakardı.


b. Örf’i davalara; Darül Adl bakardı.


Görev konuları arasında; yöneticiler ile halk arasındaki uyuşmazlıklar, devletin yasalarına, emirlerine uymazlık ve siyasi suçlar vardı.



3. TOPRAK YÖNETİMİ


Türklerin eski törelerine göre; Devlet sınırları içindeki topraklar ve bu topraklar üzerinde yaşayan halk Hanedanın ortak malı idi.


Selçuklular da; sınırlar içindeki topraklar, Devlet malı yani MİRİ EMİRİ olarak kabul ettiler. Bu sistem özel mülkiyeti kaldırıyor, onun yerine Devlet Mülkiyetini getiriyordu.


Bu MİRİ sistemin Anadolu’da uygulanması çok iyi sonuçlar vermiştir.


Bizanslıları toprak zenginliğine dayanan bir Aristokrasi Rejimi uyguluyorlardı.


Selçuklular, Anadolu’yu fethedince, Bizans topraklarını devlete mal ettiler. Üzerlerinde yaşayan halka ve gelen göçmenlere, ekip biçecekleri kadar torak dağıttılar.


Esasta Devletin malı olan topraklarda kiracı konumunda olan halk; savaşta asker, barışta vergi yükümlüsü idi devlet için.


Yönetici- yönetilen arasındaki uçurum daha Selçuklu Devleti kurulur kurulmaz göze çarpar. Devlet kurumu daha oturmadan; 1097 yılında Haçlıların Anadolu’ya saldırısı başlar ve böylece; Haçlı ve MOĞOL saldırıları süre gider.


Bununla birlikte, yeni kurulan Selçuklu Devletinin toplumunda bir kıpırdanma ve hoşnutsuzluk başlar.


Selçuklu Toplumunda; bir kıpırdanma ve hoşnutsuzluk başlar ve toplumu bu çıkmazdan kurtaracak bir kurtarıcı aranır.


Ekonomik doyumsuzlukla kıvranan bu toplumda; yönetici-yönetilen arasındaki boşluğu dolduracak, bireyleri tatmin edecek, bu dünya için olmasa bile öteki dünya için umut vadeden bir kurtarıcı gerekli idi.


O da dindi…


Dinler; toplumu mutlu etmek için değil miydi? Dinler, toplumda ki sosyal bozuklukları gidermek için oluşturulmamış mıydı?


Özet Olarak Dinler; insanın mutluğunu sağlamak amacıyla; anlaşmazlıkları giderecek, kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek, mesajlar getirmediler mi?


Evet, Kur’anda birçok ayette de Arapların daha iyi anlayabilmesi için Kur’anın Arapça ve gayet açık bir biçimde indirildiği tekrarlanmıyor mu? Ama bu açık anlamların ardında, gizli anlamlar da yok muydu?


Evet vardı. Var olan da insan aklının gelişmesi, açık anlamların yetmezliği, kalıpları parçalama tutkusu vardı.


O halde yeni anlamların yaratılması gerekli idi. Açık anlamlardan gizli (BATIN-İ) anlamlar var edildi.


Ancak gizliliği arayanlar da gizlenmeliydiler.


Mansur gibi asılmak, Nesimi gibi yüzülmek, düpe düz budalalıktı.


Anlaşılmazlığa varabilmek için anlaşılmaz olmaktan başka çıkar yol da yoktu. Anlaşılmaz olmak toplumun da hoşuna gidiyordu.


Bu da tasavvuf fikrini doğurmuştur.


Tanrı Kitabında;” Ben her şeyi kapsarım. Ben insanı ruhumdan üfürdüm; önce ve sonra açık ve gizli benim. Yüzünüzü nereye çevirirseniz beni orada göreceksiniz” demektedir.


Bu sözlerin açık anlamları altındaki gizli anlam; her şeyin, tek varlığın ürünü olduğudur.


Ancak Peygamber, karşısındakilere, anlayabilecekleri kadarını söylüyordu.


Ali’nin torunu Zeynel ağabeydin, şöyle demiyor muydu: “Nice bilim cevheri vardır ki anlatsam beni puta tapmakla suçlar, kafamı kesersiniz”


Ünlü Türk OZANI Yunus Emre, şöyle demiyor muydu?


“Allah’ı ararsan gönlünde ara,


Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir.”


Arap toplumlarında; Ahlak, hukuk, din kuralları ve örfler iç içe olduğundan, Kur’anı Kerim’de de bu durum aynen kurallaştırılmıştır.


Hz. Muhammet döneminde de Müslüman toplumu sosyal ilişkilerinin düzenlenmesinde, Kuran’ı Kerim yanında Hadislerden de yararlanılmıştır.


Peygamber’den sonra çok fazla genişleyen Müslüman toplumunda, dini kurallar, sosyal bütünleşmeyi sağlayacak unsur özelliğini yitirmiştir. Bu yüzden; değişik toplum kültürlerine göre; dini, hukuki ve sosyal kuralların uygulama esaslarını belirleyen MEZHEPLER ortaya çıkmıştır.


Mezhepler, toplumun mutlu olmasını sağlamaya yetmeyince; “mutlu olmak, Tanrı’ya ve Erdem’e ulaşmaktır” düşüncesinden hareketle; kişileri bu dünyada ve öbür dünyada mutlu kılacak, Tanrı’ya ve Erdem’e götürecek bir takım yollar (TARİKAT) belirlenmiştir.


Bu Tarikatların çoğu, Tarikatı kuran kişinin adıyla anılır.


Baba İshak’ın kurduğu Tarikata BABAİ Tarikatı, Mevlana CELALETTİN’İN kurduğu Tarikata da Mevlevi Tarikatı denilmiştir.


Selçuklu dönemindeki en önemli ayaklanmayı BABA İSHAK Tarikatı çıkartmıştır.



BABA İSHAK AYAKLANMASI:


Babai Tarikatı; çok güzel konuşan, BATINİ’LİĞİ inceleyen ve Aleviliği kabul eden BABA İLYAS tarafından AMASYA’DA KURULMUŞTUR.


Bu Tarikat; Türk Şamanlığı esaslarından esinlenen bir Alevi Tarikatı idi. Bütünü ile Tasavvufa dayanan bu tarikat, Türkmenler arasında yayılarak güçlenmiştir.


Babai tarikatının özellikle Türkmenler arasında yaygınlaşmasının esas nedenleri:


• Selçuklu Sultanlarının Acem Kültürünü benimsemeleri.


• Ağaların ve devlet görevlilerinin saltanat sürdürmeleri ve halkı sömürmeleri.


• Toprak dağılımındaki adaletsizlikler.


• Oğuz Boylarından gelen Selçuklu Sultanlarındaki saltanatın hiçbir zaman Türkmen Boylarına geçmemesi.


BABAİİ’LİK TARİKATI:


• Eşitliğe dayanan bir sosyal düzen kurmağa,


• Türk adet ve törelerini yaşatmağa, çalışmıştır.


Selçuklu Sultanlarının Saraydaki sefahatleri; Halktan fazla vergi almaları, toprak dağılımındaki adaletsizlik Anadolu’yu yoksul ve perişan hale düşürmüştü.


Anadolu’daki; sosyal ve ekonomik gelişmeler, incelendiğinde, Türk Toplumunun asırlar boyunca yoksul kalışının nedenleri kolayca ortaya çıkmaktadır.


Anadolu Selçuklularında; Devletin malı olan topraklarda kiracı olan halk; barışta vergi mükellefi, savaşta da asker olma yükümlülüğünden kurtulamamıştır.


Sosyal bunalım içine düşen halk, bu çıkmazdan kurtulmak, insanca yaşamak için lider aramaya koyulmuştur.


İşte Anadolu’da BABAİ isyanı da yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü çıkmıştır. Ve Anadolu kana bulanmıştır.


Başlangıçta Baba İlyas adına çalışan Baba İshak, sonradan kendi adına harekete geçmiştir.


Antep ve Suriye’deki Alevilerde 20.000 kişi Baba İshak yanında toplanmıştır.


Ayrıca, Amasya, Tokat ve Çorum Türkmenlerinden 30.000 kişi de Baba İshak’ın açtığı isyan bayrağı altında toplanmıştır.


3 Ağustos 1239’da Türkmen birlikleri, ŞİMŞAT bucağında harekete geçtiler. Şehirleri basıp yağmaladılar. Binlerce kişi Babailerin hançerleri ile can verdiler. Ortalık biri birine karıştı.


Baba İshak, Hz. Muhammed’in ruhunun Hz. Ali’ye oradan da kendisine geçtiğini ilan etti.


Babai isyanı üzerine Ülkenin ileri gelenleri ve zenginleri ve Ulemalar Mısır’a kaçtılar. Bir bölümü de; Ertuğrul Bey’in isyanı bastırmasından sonra, SÖĞÜT’E gittiler ve Selçuklu Devletinin yerine kurulacak olan Osmanlı Devletinin kuruluşuna yardımcı oldular.


İsyan 23 TEMMUZ 1240’ta bastırılabildi. Ancak; Babailik Anadolu’dan kaldırılamadı. Tarikat üyeleri her yöne dağıldılar.


Sünniliğe karşı Alevilik Akımını uyandırdılar. Türkmen Obalarında Babailiğin eserleri yaşatıldı.


Bu sarsıntıdan MOĞOLLAR yararlandılar. 1243 yılında, İkinci Keyhüsrev, Köse Dağlarında Moğol İlhanilerine yenildi.


Anadolu, İlhanilerin nüfuzu altına girdi.


Anadolu bu kez de Moğollar tarafından sömürüldü.


Böylece; Anadolu Selçuklu İmparatorluğu, Moğol baskıları ve yönetimdeki yetersizlikler nedeni ile 1308 yılında yıkılmıştır.



OSMANLI İMPARATORLUĞU:


Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde, Anadolu’da varlık gösteren Beylikler arasında; küçük fakat kültür bakımından Orta Asya Türk kültürünün biçimlendirdiği ve Anadolu kültürünün (eski kültür etkileri) de kaynak yerlerinde bulunmasından yararlanarak gelişen Osmanlı Beyliği; 1299 yılında tüm civar Beylikleri egemenliği altına alarak ve durmadan genişleyerek, Osmanlı İmparatorluğunun temellerini atmış ve bu büyük Devleti kurmuştur.


Başlangıçta, Selçuklu ve İlhanlıların, askeri ve sosyal kurumlarının tümünü bünyesinde taşıyan ve Türk kültürü gelenekleri içerisinde gelişen bu devlet, İstanbul’un zaptından sonra, İmparatorluk haline gelmiştir.


Artık, bir yandan, Türk kültür kaynaklarının temelleri, tüm Anadolu toplumunu ortada daima dinç bir güç olarak tutarken, öte yanda da, çeşitli kültürlerle, temas ve kaynaşma durumuna girişilmiş, ancak bunlarla yeterli kaynaşma olamamıştır.


Devlet, tümüyle yeni kültür biçimi gibi görünmüştür. Buna bağlı olarak, merkezde, tüm kültürleri bir arada tutan, geniş bir örgütlenme sisteminin, koruyucu barış simgesi İmparatorluk; Anadolu Türk Unsurlarının ve Türk Kültürünün egemenliği altında büyük bir toplum, Batı’da; çeşitli kültür ve dinler, Güney’de; Araplar ve İslam kültürünün meydana getirdiği diğer toplumlar oluşmuştur.


Bu karma toplumların oluşturduğu İmparatorlukta, Milli şuur yerini Ümmetçiliğe bırakırken, Monarşik ve Otoriter yönetim, tamamen bir aile sistemini güçlendirmiştir.


Tüm insan toplulukları, kendi yaşayış biçimlerini, yaymak arzusunu bitip tükenmeden sürdürerek bu günlere gelmişlerdir.


Görünürdeki olgular, ister siyasi, ister ekonomik çatışmalar biçiminde olsun, derinlemesine bakıldığında; İnsanlık Tarihi’nin bir “KÜLTÜRLER ÇATIŞMASI” olduğunu söyleyebiliriz.


Osmanlı İmparatorluğunda; Türk, Moğol, İran ve Arap kültürlerinin sürekli olarak çatışması da doğaldır.



TOPRAK DÜZENİ:


Osmanlıda; arazi mülkiyeti devletindir. Kullanma ve işleme hakkı, belli koşullarla başkalarına verilebilmektedir. Buna kısaca TIMAR sistemi denilmektedir.


Bu sistemde; devletin arazileri, vergi ve asker karşılığında bir bakıma kiraya verilmektedir.


Arazi büyüklükleri; HAS, TIMAR VE ZEAMET olarak büyüklüklerine ve verimliklerine göre belirlenerek DAĞITILMAKTADIR.


HAS; Padişah çocuklarına verilen arazilerdir.


Has sahipleri; barışta hazineye verilecek vergi dışında, savaşta 500 atlı ve silahlı asker göndermek zorundadırlar.


TIMAR; Vezir ve büyük komutanlara verilen arazilerdir.


Tımar sahipleri; barışta hazineye verilecek vergi dışında, savaşta, 3000 atlı ve silahlı asker göndermek zorundadırlar.


ZEAMET; savaşta yararlılık gösterenlere verilen arazilerdir.


Zeamet sahipleri; barışta hazineye verilecek vergi dışında, savaşta 300 atlı ve silahlı asker göndermek zorundadırlar.


Özet olarak, toprak devletin, kullanma hakkı da devletin belirlediği koşulları taşıyan kiracıların, işleyen de karın tokluğuna çalışan KÖYLÜDÜR.


Ekonomik bakımdan sanayini geliştirmemiş Tarım Toplumlarında toprağa bağlı olmayan kitle; KÖYLÜ…


Değer artışı sağlamayan, EKİP BİÇME İŞİ; Devlet için de değer artışı sağlayamamıştır.


Batı’da büyük sömürge yağması ve buna bağlı olan gelişme, hem Devleti, hem de tüccarı zengin ettiğinden, sanayi kapitalizmi de kendiliğinden gelişmiştir.


Sanayi Kapitalizmine geçemeyen Osmanlı İmparatorluğunu; her an seferde kalabalık bir ordunun beslenmesi, milyonluk İstanbul örneği, büyük şehirlerde ucuz ve yeterli besin maddesi sağlayabilmenin güvence altına alınması ve kaçınılmaz görünen uzun süreli savaşları sürdürme sorunları yıpratmıştır.


Yalnızca, toplumun beslenmesi sorunu bile Devleti tutucu olmaya eski düzeni geri getirme yolunda çaba göstermeye zorlamıştır.


Güçlü Merkeziyetçi Devlet, bozulan düzeni geri getirmeye uğraşacak, bu yolda seller gibi kan akıtılacak, bunalım ve sorunlar, daha da büyüyüp gidecektir.


Yükselme döneminde, Kapitalizme yönelişte önemli bir avantaj sayılabilecek merkeziyetçi devlet, bunalım baş gösterince, Kapitalizmi önleyici bir rol oynayacaktır.


Osmanlı İmparatorluğunda da; Selçuklularda olduğu gibi, belli bir aşamadan sonra çatışmalar ve ayaklanmalar başlamıştır.


Jandarma Albay Osman TÜRKOĞUZ’UN HALİFELİK kitabında belirttiği gibi; “Tarihin herhangi bir döneminde; herhangi bir toplumda, belirli ölçüleri bulduğumuz zaman, o toplumun problemlerini de bulmuş oluruz.”


Selçuklu İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğunun, devlet yönetimi, toprak yönetimi, ekonomik sistemi ile sosyal yapısında çok büyük benzerlikler olduğu gibi sosyal bozukluklar da eskinin devamıdır.


Osmanlı İmparatorluğundaki ayaklanmaların sosyo ekonomik nedenlerini şöylece özetleyebiliriz:


• Devlet yönetimindeki egemenliğin yalnızca Osmanoğullarına ait olması.


• Toprak dağılımındaki adaletsizlik.


• Ekonomik yapının çağının gerisinde kalışı.


• Pozitif ve sosyal bilimlerin göz ardı edilişi.


• Türk, Arap, Moğol ve İran kültürlerinin çatışmasının toplum üzerinde bıraktığı huzursuzluk.


• Diğer kültürlerin, halklar üzerinde uyandıracağı bilinçlenmeyi önlemek için savunulan ŞERİATÇILIK adına imparatorluğun asıl yükünü çeken Türk Halkına yönetimde söz hakkı verilmeyerek, Türklük bilincinin yok edilmeye çalışılması.


• Devletin ve yerel otoritenin toplumu sömürmesi sonucu, halkın; yokluk ve sefalete sürüklenerek yeni arayışlar içine girmesi.


Bir toplumda; memnun olmayanlar, iki yoldan birisini seçerler, ya MİSTİSİZM’E yönelir ya da silaha SARILIRLAR.


ŞEYH BEDRETTİN AYAKLANMASI:


Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a yenilmesi ve devletin başsız ve güçsüz kalması ile Anadolu yeniden harabeye dönmüştür


Yıldırım oğullarının SALTANAT kavgalarına başlamaları sonucu; Anadolu’nun asayişi tümüyle bozuldu.


Moğol çeteleri, köyleri basıyor, onların mallarını ellerinden alıyor, Yörük Türkmenlerinin sürülerini yağma ediyorlardı. Bunun üzerine Türkmen aşiretlerinin çoğu hayvanlarını Rumeli’ye götürdüler ve sürü sahipleri geçici olarak kurtuldular.


Ancak toprağa bağlı yoksul köylüler nereye gidebilirlerdi?


• Osman oğullarının saltanat kavgalarından,


• Karaman oğullarının saldırılarından,


• Vergi ve yerel otorite zulmünden,


• Moğolların yağmalarından, bıkan halk, canlarından bezmiş olarak, bir kurtarıcı bekliyordu…


İşte Simavnalı Şeyh Bedrettin, Anadolu Halkının bu perişanlığını görünce; Anadolu’da yeni bir devlet düzeni kurmak amacıyla İHTİLAL hazırlığına başlamıştır.


Bedrettin, 1402 yılındaki Ankara Savaşında Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a yenilmesinden sonra, Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebinin Kazaskerliğini yapmıştır.


Beyazıt’ın diğer oğlu Mehmet Çelebi, kardeşi Musa Çelebi’yi ortadan kaldırıp, yönetimi tek başına ele alınca da İznik’e sürülmüştür.


Bedrettin’in TOPLUMCULUĞU, sürgün olarak gönderildiği İznik’te başlıyor.


Toplumcu Bedrettin, Pisagor, Eflatun ve Thales gibi sayı mistisizmine iltifat etmemiştir.


Toplumcu Bedrettin, “Toplumsal Düşünce”sini şöyle anlatmaktadır: “Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Şu halde dünyanın toprağı ve bu toprağın tüm ürünleri insanların ortak malıdır. Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır. Birinin mal arttırıp öbürünün aç kalması Tanrının amacına aykırıdır.”


Bedrettin’in özel mülkiyet konusundaki düşüncesi de; tüm ÜTOPYACI TOPLUMCULARIN ortak malıdır.


Aile konusundaki düşüncesi de şöyledir: “Her şey çift olarak yaratılmıştır. Canlılık ve hareket olumlu-olumsuz güçlerin ilgisinden doğar. İnsanlık kadın ile erkeğin birleşmesinin ürünüdür. Nikâhlı kadın, evrensel ikiliğin değeridir. Şu halde, nikâhlı kadınlar, mal ortaklığının dışında tutulmalıdır. Karı-koca birliği dışında kalan her şey ortak olmalıdır.”


Bedrettin; devlete de yeni bir düzenleme önermektedir. Bedrettin bu konuda Demokrasiyi öngörmüştür.


• Hükümet seçimle kurulmalıdır.


• Halk tam özgürlük içinde oyunu kullanmalıdır.


• Kıyan ve zorba bir hükümetin buyruklarına uymamak gerekir.


• Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler zorbalığın ürünüdür. Zorbalığa boyun eğilmemelidir.


Bakın o günleri Büyük Ozan Nazım HİKMET 520 yıl sonra nasıl anlatıyor:


“Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup,


Yani bir altın leğende kardeşkanıyla abdest alarak,


Çelebi Mehmet tahta çıkmış Hünkâr idi.


Çelebi Hünkâr idi amma,


Al Osman Ülkesinde esen,


Bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.


Köylünün göz nuru zeamet, alın teri tımar idi.


Kırık testiler susuz.


Subaşlarında bıyık buran Sipahiler var idi.


Yolcu, yollarda topraksız insanın,


Ve insansız toprağın feryadını duyar idi.


Ve yolların sonu, kale kapılarında,


Kılıçlar şakırdar, köpüklü atlar kişner iken,


Çarşıda her LONCA, kesmiş kendi Pirinden ümidi tarumar idi.


Velhasıl, Hünkâr idi, Tımar idi, rüzgâr idi, ahuzar idi.


İşte bu ortamda; halk, aç, sefil ve sahipsizdi, kim olursa olsun kendisine seslenecek bir ses arıyordu.


Bu sıralarda; Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedrettin seslenir: “Kadın hariç her şey ortaktır. Benim evim senin evin, senin evin benim evim” diye.


İnsanları dinlerine göre de ayırmadığından, Müslim, Gayrimüslim halk tarafından Tanrı gibi kabul olundu.


Ortak kullanmaya, Müslümanlarla birlikte, Hıristiyanlar da katılıyordu.


Şeyh Bedrettin, Deliorman bölgesinde, çevresine topladığı ve kendisine gönülden bağlı halkla Sultan Çelebiye karşı ayaklanmıştır.


Amacı düşündüğü devlet düzenini kurmaktır.


Üzerine ordular gönderildi. Ve üstün kuvvetler karşısında yenilerek, Rumenliye kaçtı.


Yeniden topladığı 140 bin kişiyle hareketini sürdürdü. Ancak bizzat Padişahın yürüttüğü harekâtla yenildi. Ve yakalandı.


İdam hükmünü kendisi kabul etti.


Ölüm korkusu ile sararan yüzünü işaret eden Padişah’a:


“Padişahım, güneş te batarken sararır” dedi.


1421 yılında Serez’de asıldığı yere gömüldü.


O idam edildi ama düşünceleri ölmedi. “VARİDAT” adlı kitabında topladığı düşünceleri, sonradan Manisa’da ayaklanmaya öncülük eden, Torlak KEMAL ile Aydın ve Karaburun ayaklanmalarına öncülük eden Börklüce MUSTAFA’YA rehber olduğu gibi, “DASKAPİTAL”A da esas olmuştur.


CELALİ İSYANLARI:


Tüm Tarih kitaplarında, Celali İsyanları, kısaca şöyle anlatılır:


“Tokat İlinin Turhal ilçesinde CELALİ adında bir kişi hükümete karşı, çevresine topladığı kişilerle ayaklanmış ve bu isyan 1518–1519 yıllarında bastırılmıştır.”


Bu ayaklanma gerçekten o yıllarda bastırılabildi mi?


Ayaklanmaların gerçek nedenleri ne idi?


Bu ayaklanmaların sonuçları nelerdir?


Osmanlı İmparatorluğu Yükselme Döneminde, çağına göre ileri bir uygarlık düzeyine ulaşmış idi.


Batı ekonomik olarak, Osmanlı’ya el açarken, Kraliçe Elizabeth Türk Yün Boyama Tekniğini çalmak ve ehil Türk işçilerini kaçırmak amacıyla İstanbul’a ajanlar gönderirken, Kral 7. Henry, Kanuni Sultan Süleyman Döneminde, Türk Hukuk Sistemini incelemek üzere heyetler gönderirken, Doğu Avrupa’nın hatta Almanya’nın iyice Serfleştirilmiş köylüleri Osmanlı’yı kurtarıcı olarak beklerken, Yavuz Sultan SELİM, Süveyş Kanalını açıp, denizden Hindistan’ı fethetmeyi planlarken, Osmanlı neden gün geçtikçe çağdaşlarının gerisinde kaldı?


Osmanlı, Doğunun ve Batı’nın fethi ile uğraşırken; Batı neden ön aldı?


Kapitalizme geçiş koşulları, Batı’da olduğu gibi Doğu’da da Prekapitalist düzen içinde oluşmaya başlamıştır. Ancak kimi tarihi olaylar, Batı’nın ön almasına yol açmıştır. Bu ön alıştır ki; birçok ülke gibi, Osmanlı’nın da gelişmesini etkilemiştir.


Prof. Baran; Batı’nın ön alışını onun coğrafi konumuna ve doğal kaynaklar bakımından, ticaret yaptığı öteki ülkelerden yoksul oluşuna bağlamaktadır.


Şöyle ki; Atlantik kıyısındaki ülkelerde, denizcilik erken gelişme göstermiş ve Deniz Ticareti hızla ilerlemiştir. Batı’nın gereksindiği; değerli maddeleri uzak Ülkelerden getirmek zorunda kalışı, denizciliği ve deniz ticaretini kamçılamıştır. Büyük coğrafi keşifler, bu koşullar altında olmuştur.


Amerika’nın keşfi, Afrika’nın Güneyinden dolaşılarak Asya’ya ulaşılması, Atlantik ile Pasifik'in bağlanması, öteki Kıtaların Avrupa ülkeleri tarafından barbarca yağma edilmesine yol açmıştır.


Bu ilk Sömürgecilik döneminde, Batılılar, yalnız Amerika ve Asya’nın zenginliklerini, altın ve gümüşünü yağmalamak, İnka ve Aztek gibi Uygarlıkları yok etmekle kalmamışlar, 900 bin Afrikalı köleyi 16. Yüzyılda, Amerika’ya götürmüşlerdir. Gelişen bu köle ticareti, Afrika’yı 60 milyon insanından mahrum bırakmıştır.


Bu talan karşısında; fetihçi Osmanlı’nın ganimet ve haracı, çok masum ve küçük ölçüde kalmaktadır.


Batı’da dış talan sonucu tüccarın eline geçen, Devlet koruması ile çığ gibi büyüyen ticari sermaye, Kapitalimin zaferini sağlayan belirleyici öğe olmuştur.


16 ve 17. Yüzyılların bu ticari gelişmesi eski üretim biçiminin çöküşünde ve Kapitalist üretimin doğuşunda baş rolü oynamıştır.


Sanayi sermayesi bu arada ön plana çıkmış, önceden sanayi ticarete bağımlı iken ticaret Sanayiye bağımlı hale gelmiştir.


Bu ticari gelişmeyi olanaklı kılan Coğrafi Keşifler ve keşifleri izleyen olağan üstü “Dış Talan”dır. Bu dış talan sayesinde Batı’da ilk sermaye birikimi, öteki Ülkeler göre çok güçlü olmuş ve Batı’nın üstünlüğünü sağlamıştır.


Kısaca özetlersek; Osmanlı İmparatorluğunda, deniz üstünlüğünü sağlama çabaları, daha Kanuni zamanında başarısız olmuştur. Fetihler verimli olmaktan çıkmıştır.


Sömürgelerin altın ve gümüşü ile zenginleşen Batı Devletleri, artık; ateşli silahlarla donatılmış, profesyonel ordular besleyecek güce erişmişlerdir.


Ardı arası kesilmeyen ve İmparatorluğun coğrafi konumu dolayısıyla, uzun süreli ve pahalı seferler, Devletin para sıkıntısın arttırmaktan başka sonuç vermemiştir. Üstelik savaş üstünlüğünü yitiren Merkez Ordusu, iç politikada da önemli bir gerici güç haline gelmiştir.


Devlet giderleri artarken; vergi sistemi, gelirlerin ve yükselen fiyatların izlenmesine olanak vermediğinden, Devletin para sıkıntısı da artmıştır.


Hazine sıkıntısı; artık, para tağyişi (devalüasyon) yoluyla giderilecek gibi değildir. Para sıkıntısını gidermek için başvurulan yeni önlemler; işçi, köylü ve taşradaki resmi kimlikli hoşnutsuzluğunu körüklemiş ve toprak düzenini de alt üst ermiştir.


Tasarruf amacıyla;


• Hazineden aylık alan Kapıkullarının bazılarına Tımar ve Zeamet verilmesi.


• Has ve Tımar sahiplerinin ellerindeki arazilerin bir kısmının ifraz yoluyla Hazineye mal edilmesi.


• Memurlukların yüksek Harç ve Rüşvetle satılması.


• Vergi toplama işini İLTİZAM’A bırakma yoluna gidilmesi.


• Bir çok Sipahi’nin Dirliğinin geri alınması, gibi önlemler, başta Sipahiler olmak üzere, düzenden hoşnut olmayan bir memur kitlesi yaratmıştır.


Gelirleri düştüğü için hoşnut olmayan Has sahiplerinin adamları ile Tımar sahipleri, KÖYLÜYÜ tıpkı Hazine gibi keyfi vergilerle ezmeye koyulmuşlardır.


Sipahinin yerini alan Mültezim de köylüyü insafsızca sömürmeye başlamıştır.


Toprak yönetimindeki değişiklikle vergi düzenindeki yenilikler, köylüyü çok zor duruma düşürmüş ve köylüyü toprağını bırakmak ve köyden ayrılmak zorunda bırakmıştır. Üstelik bu köyden kaçış nüfusun olağan üstü artış gösterdiği bir döneme rastlamıştır.


Çok sayıda köylü delikanlısı (levent) sakaklara dökülmüştür. Bu köy delikanlıların çoğu Medrese öğrencisi (suhte) ve Bey kapısında asker (sekban) olmuşlardır.


Suhte ve Sekban olan bu köy gençleri, çok uzun bir dönemi kanlı boğuşmaların vurucu gücünü oluşturacaklardır. (Bugün de benzer oyunların tezgahlanması endişesini duymaktayız)


Prof. Barkan’ın deyişi ile; “İşsizler grubunun softa kılığına bürünmüş kolu olan Suhteler, çeteler halinde köyleri basarak ve kanlı yağmalara girişmişlerdir. Hangi resmi sıfatlı kişi, daha çok ücret verirse ve yağma payını çok verirse, onun hizmetine giren Suhte ve Sekbanlar; bazen asayişi korumakla görevli Devriye Bölüklerinde, bazen de Asi (CELALİ) birliklerinde köy soygunlarına yönelmişlerdir.


Paşalar, Yeniçeri Ağaları, Tımar sahipleri, Bölük Başılar, birer Celali Eşkıyası olmuşlardır.


Padişahlar, Adalet Fermanları ile Asayiş Güçlerine karşı; köylülere, Milis Birlikleri kurarak, kendilerini koruma hakkı vermişlerdir.


Anadolu köy yaşamını alt üst eden, Celali İsyanları; ellerinde “Hükm-i Hümayun” ya da “Emir-i Şerif” ile eşkıyalığa çıkan resmi sıfatlı kişilerin, geçim sıkıntısı içindeki işsiz köy gençlerini kullanarak, köylere karşı giriştikleri HAYDUTLUKTAN ibarettir.


Yine ayrı köy gençlerinden kurulu , isyanları bastırmakla görevli Devriye Bölükleri de köylüye zulmetmekte Suhteler ve Celalilerle yarışmışlardır.


Celali Ayaklanmalarını köylü ayaklanmaları saymak, gerçeği çok fazla zorlamak olur.


Prof. Tankut’un deyişi ile; Sipahi, Levent, Saruca,, Sekban, Deli Taifeleri ile kapıdan kopmuş serseri Kopuk Alayları; -iddia ve davaları ne olursa olsun- bir noktada birleşiyorlardı: KÖYLERİ BASMAK, KÖYLÜYÜ SOYMAK)”

S O N U Ç:


Din adamlarından, Güvenlik görevlisinden, Asi devlet memurundan, Köy Milis Güçleri Şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli Paşalardan bile gelen zulüm, mal güvenliğinden vazgeçen köylüyü can güvenliği derdine düşürmüştür.


Köylü; ovadaki ve yollar üzerindeki köylerini bırakmış, resmi sıfatlı kişilerin bile giremeyeceği gözden uzak 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmışlardır.


Tarihimizde buna BÜYÜK GÖÇ (BÜYÜK KAÇGUN) denilmektedir.


Anadolu’nun en elverişsiz yerlerinde, 74 bin yerleşme noktasına toplanmış, akıl dışı, dağınık köy oluşumu, Merkeziyetçi Osmanlı Düzeninin BATI üstünlüğü karşısında sürüklendiği BUNALIMIN eseridir.


Bu dağılma sonucu; Anadolu’nun ekonomik yapısı çok yerde eski ile kıyaslanamayacak ölçüde değişikliğe uğramıştır.


O zamanki ekonomik ve sosyal durumu yazarı bilinmeyen şu MANİ çok güzel özetlemektedir:


“Şalvarı şaltağ Osmanlı,


Eğeri kaltağ Osmanlı,


Ekende yoğ, biçende yoğ,


Yiyen de ortağ Osmanlı.”


Günümüzde de sırtını Devlete dayayarak, kısa sürede MUTLU AZINLIK safına geçenler, Devlet Görevlisi olup Devleti Ve Halkı soyanlar acaba Celali artıkları mıdırlar?


Yazarı bilinmeyen o mani yanında; o günleri bir de Ozan Faruk Nafiz Çamlıbel’den dinleyelim:


“Halka umut vererek halkı yutan hükümet,


İstanbul’da yan gelip yatan hükümet,


Her hükmünü köylüye tatbik eder hak olur,


Malına ortak olur, canına ortak olur,


Gene sen, çifte koşar yalın ayak karını,


Göz yaşınla sularsın, çorak tarlalarını,


Çalışır kazanırsın, kazanır yedirirsin,


Vergi derler ödersin, asker derler gidersin.”



Köy yaşamında; mal ve can güvenliğinin kalkmasıyla birlikte dini dünya görüşünde de köklü değişiklikler olmuştur.


1580-1600 yılları arasında İstanbul’da ve Anadolu’da KIYAMET GÜNÜNÜN yaklaştığı ve MEHDİ’NİN geleceği inancı yayılmıştır.


Yeryüzünde iyiye gidiş umudunu yitiren halk kitleleri, kurtuluşu başka dünyalarda aramağa koyulmuşlardır.


Kadercilik, İslamiyet’in değil, bu ekonomik çöküntünün sonucudur.


Bu arayış; şeriat sistemi içinde; Şeriat düzeni isteyen Patrona Halil Ayaklanmasıyla, Kabakçı Mustafa Paşa Aklanmasıyla ve bunları izleyen bir çok ayaklanmayla Anadolu İhtilaline dek gelecektir.


Bozulan sosyo-ekonomik düzen Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini Batı’ya teslimine dek sürecektir.


Ulu Önder ATATÜRK, Yarı Sömürge durumundaki; Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuracaktır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp, yerine her bakımdan değişik ve Çağdaş bir devlet kurulmasına karşın, bu Devleti oluşturan Ulus içindeki bazı kişilerin eski düzen özlemi günümüze dek sürüp gelecektir.


Bu yıkıcılar da her zaman karşılarında; “Türk Ulusunu uygar toplumlar içinde yaraştığı onura yükseltmek ve Türkiye Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde daha güçlendirmek” için çaba harcayan Gerçek ATATÜRKÇÜLERİ bulacaklardır.













Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar