25 Aralık 2011 Pazar

91- "FAKAT BİZ AHMED'İ KUMARDA KAYBETTİK..."

Ahmet AVCI
26 ARALIK 2011

 “FAKAT BİZ AHMED’İ KUMARDA KAYBETTİK…”

 Yukarıdaki cümleyi Falih Rıfkı ATAY’IN “ZEYTİNDAĞI” kitabından aldım.
“Zeytindağı Kitabı”nı bilirsiniz.
Yazar Falih Rıfkı ATAY, Yedek subay olarak Suriye’de Üçüncü Ordu Karargâhında CEMAL PAŞA’NIN yaveridir.
Karargâh, KUDÜS’TE Zeytindağı’nın tepesindeki ALMAN MİSAFİRHANESİNDEDİR.
Falih Rıfkı bu kitabında; birinci dünya Savaşı’nın Suriye Cephesindeki (1915- 1918) dönemine ilişkin gözlemlerini anlatır.
Bu kitap için; “TÜRKÇENİN ŞAHESERİ” denildiğini duydum.
Birkaç kez okudum, yazım ve anlatım tekniği biraz karışık olsa da, O DÖNEMİ ANLATAN-BENİM OKUDUKLARIMDAN- en gerçekçi ve en yansız olanı diyebilirim…
Yalnız, savaş anlatılmıyor; Osmanlı Toplumsal yapısı, Suriye gerçeği, İmparatorluk gerçeği, Arabistan gerçeği, İslamiyet gerçeği, İttihat ve Terakki gerçeği, hatta Savaştaki Almanlar tüm çıplaklığı ile anlatılmaktadır…
Ben eski bir asker olarak, Osmanlının her şeyini yitirdiği, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI gerçeğini hep merak etmişimdir…
Osmanlı savaşa neden girdi ya da sokuldu? Savaş nasıl yönetildi? Galiçyalarda ne işimiz vardı? Almanlarla yapılan işbirliği doğru muydu?
Ama bildiğimiz sonuç: Osmanlı Savaşta yenilerek, her şeyini yitirerek yok olmuştur, bu yok oluş sürecinde, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde başlatılan İSTİKLAL SAVAŞI ile ülke işgalden ve yok oluştan kurtarılmış ve yepyeni bağımsız bir devlet kurulmuştur…
Yukarıda sözünü ettiğim sorulara tüm yanıtları verebildiğimi söyleyemem, ancak kendimce bir takım kanaatlere vardım…
İzninizle bu kitaptan sizin de ilginizi çekecek bir bölümü aşağıya almak istiyorum, bu alıntı sizlere de kimi şeyleri anımsatacaktır kuşkusuz…
İçinde bulunduğumuz bu karışık ve karmaşık ortamda; Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN; “SAVAŞ, HAYATİ VE ZARURİ OLMALIDIR. MİLLET YAŞAMI TEHLİKEYE GİRMEDİKÇE SAVAŞ BİR CİNAYETTİR” sözünü de hatırlatarak, “AHMET’LERİN YENİDEN KUMARDA YİTİRİLMEMESİ” dileğimi belirtiyorum ve sözü Falih Rıfkı ATAY’A bırakıyorum.
Saygılarımla…

ALLAHA ISMARLADIK!
Üç tabur, ah üç tabur.
Nebi Samoil siperlerinde KUDÜS için kan döken Türk askerlerine bu kadarcık yardım edemiyoruz…
O yıl Galiçya topraklarında döğüşmek için yirmi bin lüzumsuz Türk! bulmuştuk.
Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdundan kopmuş, uzak Medine içinde İKORPİTE VE ÇÖLE yediriyorduk.
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: KUDÜS İNGİLİZLERİN ELİNDE İDİ…
Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan öğrendim.
KÜDÜS’Ü İSRAİLOĞULLARI GİBİ BIRAKMADIK; TÜRKLER GİBİ BIRAKTIK…
Nebi Samoil üstünden Müslüman ya da Hıristiyan mabetlere doğru inenler, TÜRKLERİN SON GÜNÜNÜ HATIRLAYACAKLARDIR.
Karargâhın içinde: “KUDÜS DÜŞTÜ!” SÖZÜ ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden, BEYRUT’A, ŞAM’A HALEB’E gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız ANADOLU'YU ve İSTANBUL’U düşünüyorduk.
İMPARATOLUĞA, ONUN BÜTÜN RÜYALARINA VE HAYALLERİNEİ ALLAHA ISMARLADIK!
Zeytindağı’nın ÇAMLARI ARASINDAN, GÜNEŞİ HİÇ SÖNMEYECEK, HİÇ AKŞAM GÖLGESİ GÖRMEYECEK GİBİ BAKAN LUT ÇUKURU, ŞİMDİ BÜTÜN İMPARATORLUĞU, İÇİNE ÇEKEN BİR MAZAR GİBİ, GENİŞLEYİP DERİNLEŞİYOR.
Eşyam ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz.
CEMAL PAŞA İSTANBUL’DA İSTİFA EDECEK.
TREN GİDERKEN İKİ TARAFIMIZDA Suriye VE Lübnan’ı SANKİ SAFRA GİBİ BOŞALTIYORUZ.
Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında KUDÜS’SÜZ, ŞAM’SIZ, LÜBNAN’SIZ, BEYRUT’SUZ VE HALEB’SİZ, ÖZ CAN VE ÖZ OCAK KAYGISINA BOĞULMUŞ, ÖYLE PERİŞAN BULACAĞIZ…
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
“Keşke vazifem burada olsaydı” diyor.
Keşke vazifesi orada olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
“Eğer kalırsam diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.”
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa…
Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor.
YÜZBİNLERCE ÇOCUĞUNU MEMESİNDEN SÖKEREK ALIP GÖTÜRDÜĞÜMÜZ BU ANAYA, ŞİMDİ KENDİMİZİ VE PİŞMANLIĞIMIZI GETİRİYORUZ…
İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
“BENİM AHMED’İ GÖRDÜNÜZ MÜ?” diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkartarak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
“Bu tarafa gitmişti” diyor.
O tarafa? ADEN’E mi, MEDİNE’YE mi, KANAL’A mı, SARIKAMIŞ’A mı, BAĞDAD’A mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?
Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen ona da soracaksın:
“AHMED’İMİ GÖRDÜN MÜ?”
Hayır…
Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü.
ALLAH’IN MUHAMMED’E BİLE ANLATAMADIĞI CEHENNEMİ GÖRDÜ.
Şimdi Anadolu’ya, batı’dan, Doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar, BOZGUN HAYKIRIŞARAK ESİYOR.
Anadolu, DEMİRYOLUNA, ŞOSEYE, HAN VE ÇEŞME BAŞLARINA İNİP ÇÖMELMİŞ, OĞLUNU ARIYOR…
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdeleri kapatmış, gizli ve çabuk geçiyor…
Anadolu Ahmed’ini soruyor.
Ahmed, O daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun PAHASINI; kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinden okuyoruz.
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, O’nu övündürecek bir haber verebilsek…
FAKAT BİZ AHMED’İ KUMARDA KAYBETTİK!



Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar