18 Ocak 2011 Salı

46- ŞERİATÇILIK VE HUKUK SİSTEMİMİZ!

AHMET AVCI
8 OCAK 2011-İZMİR

ŞERİATÇILIK ve HUKUK SİSTEMİMİZ!

Şeriat, Kur’an ve Hadislerin bildirilerine dayanan ve her mezhebe göre geliştirilmiş olan bir hukuk ve siyaset düzenidir.
Bu düzen, Hz. Muhammed’den sonra başlayan Dört Halifelerle, Emeviler, Abbasiler, Mısır, Endülüs ve Osmanlı Devletlerinde bazı esaslı farklarla uygulanan, siyasal sistemde görülür.
Gerçekten bu devletler, temellerini kutsal metinlerden almakla birlikte, egemenliklerine bağlanmış olan Kavimlerin; adet, töre ve geleneklerinin de etkisi ile gelişen bazı yeni ihtiyaç ve mezheplere göre olgunlaşmışlardır.
Daha bilimin ve tekniğin gelişmemiş olduğu karanlık Ortaçağ dönemlerinde, İslam İmparatorlukları ve İslam Uygarlığı; Atinalı Büyük Bilginlerin eserlerini de yorumlayarak Batı Dünyasına ışık tutmuştur…
Hıristiyanlık Dünyası, çetin düşünce çatışması ve savaşlardan sonra, gerçekleşmiş olan Rönesans ve Reform dönemlerinde, İncil dogmalarının dar sınırlarını aşan insan zekâsının, ilk çağlardan beri, gizli ya da açık süregelen düşünce, bilgi, sanat ve tekniğinden yararlanma yolunu tutmuş, yeni bir dünya ve hayat görüşünü benimsemiştir.
İslam âlemi ise; değişen dünya koşullarını ve Batı Dünyasında uyanan yeni inanç ve düşünceleri fark edememiş, türlü iç dış baskıların etkisiyle, birbirlerini yıkmışlardır.
Hz. İsa’nın getirdiği din, siyasi ve hukuksal olmaktan çok, “ahlaksal” bir değere sahip olduğu ve “bireysel olarak insanın kurtuluşunu” amaçladığı halde, Papalar, maddi ve manevi saltanatlarını, diledikleri gibi yorumlattıkları İncil’lere göre ayarlamışlardır.
Sayıları 2500’e varan ve 389 gurupta toplanmış olan İnciller de, İznik MS.325 ve Efes MS 450 konsülleri tarafından dört İncil'e indirilmişti. Bunlara Kanonik-yasal-İnciller denilmişti. Sonradan da iki İncil daha bulunmuştur.
İncillerde adı 23 defa geçen Kıbrıslı Yusuf oğlu Barnabas’ın İncil’i de Avusturya İmparatorluk kütüphanesinde bulunmuştur.
Hz. İsa’nın çarmıha gerilme olayı Kur’anı Kerimdeki gibi anlatıldığından bu İncil de yakılacak İnciller arasına konmuştu.
1945 yılında, Mısır’da bir çocuk mezarında adına Saint Thomas İncili denilen bir İncil daha bulunmuştu. Yüz ondört sureden oluşan ve bakır levhalar üzerine Aramice yazılan bu İncil ile İncil sayıları altıya yükselmiştir.
Bölünmüş İsevilik ile Romanın ve Patrikliklerin saltanatları ve sultaları aynen sürdürülmüştür.
Müslümanlık, özü bakımından “siyasi” bir dindir.
İslamiyet, insanların düşünce ve vicdanlarına olduğu kadar, bireysel ve toplumsal ilişkilerine kadar sokulur; tüm sosyal örgüt ve işlemleri, kendi dogmalarına göre düzenler.
Toplum düzeni kuralları, moda dâhil Dinin içinde eritilmiştir. Zamanla, din özünü yitirerek şekilciliğe döndürülmüştür.
İşte şeriatçıların istedikleri; devleti, gerçek değer ve anlamlarını kavramaktan aciz oldukları bu mistik dogmalara göre işlemektir.
Din ve devlet işlerinin iç içe geçmesi, pek çok bakımdan sakıncalıdır. Egemenlik hakkı belli bir dine dayandırılınca, devlet işleri yalnızca o dinin esaslarına göre yürütülmek zorundadır. Dini kurallar ise aslında “RUHANİ”DİR.
Dini bakımdan esas olan; ”Bu dünyada mümkün olduğu kadar günahsız yaşamak ve öbür dünya için hazırlanmaktır.”
Özellikle tek Tanrılı, ileri dinlerin ana ilkesi budur. Durum böyle olunca, dini kurallar ile düşünce özgürlüğü bağdaşamaz. Bu da her türlü ilerlemeyi engeller.
Gerçekten yüzyıllarca süren “Ortaçağ’da”  insanlık Kiliselerin ve Papazların ağır baskıları altında son derece yavaş ilerlemiştir.
Kutsal kitaplar, derinliğine kolayca inilemeyen sonsuzun karşısında, susmaktan ve teslim olmaktan başka bir şey öğretememişlerdir.
Temel bilimler ise, gerçeğin karşısında, hiç olmazsa nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğretmektedirler.
Olağanüstü ya da doğaüstü olanı, muhteşem ve yüce olanı; araştırmayı bir kâfirlik ve delilik sayan mistik kafalar, Tanrının her yerde ve kendimizde olduğunu savunurlarken, onu araştırma cesaretini göstermenin, bağışlanamaz bir günah olduğunu ve Yüce Yaratan’ı kendimizde keşfetmeye çalışmaktan daha üstün bir ödevin bulunamayacağını savunurlar.
Ancak bu iş için gösterdikleri tek yol, Hz. Muhammed’in de önerdiği, düşünmek, araştırmak, denetlemek… Vb. yolları değil, yalnızca körü körüne inanmaktır.
Büyük Bilgin Papaz Bruno Giardano Astronomi de bilimsel verilerde Kilise öğretisi ile ters düştüğünden Engizisyon Mahkemesince YEDİ SENE tutuklu bırakıldıktan sonra 16 Şubat 1600’de Roma’da yakılmıştır.
Yani onlar, gerçek doğrultusunda, bir adım ilerlemeye izin vermeden, olağanlar ve olasılıklar üzerinde düşünmeden, kutsal sayılan kişilerin söylediklerinden ayrılmamayı öğütlerler.
Böyle bir yönteme bağlanmış Ulusların daldıkları uykudan uyanmaları olanaksızdır.
Buna bir tepki olarak doğan RÖNESANS hareketi, ilk adımda “düşünce özgürlüğünü” gerçekleştirmiştir. Bunun ardından Hıristiyanlıkta REFORMLAR yapılmış, Rönesans’ın etkisi ile din, bazı ülkelerde devlet işlerinden yavaş yavaş çekilmeye başlamıştır. Ancak bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır.
 Laiklik ilkesinin devlet düzenine girmesi 1789 Fransız İhtilalından sonra gerçekleşmiştir.
Bu olaydan sonra; toplumlar, ilerleme yoluna girmiş, Batı ülkelerinin çoğunda laiklik ilkesi belirli ölçüler içinde uygulanmıştır.
İslam dünyası bu gelişmenin dışında kalmıştır. Çünkü İSLAM DİNİNİN Laik devlet sistemine sokulması çok zordu.
Batı’da, yakılma pahasına Kiliselere ve Papaz sultasına başkaldırmalara karşın, İslam âleminde de Din adamları müstebitlerin emirlerini büyük bir uysallık ve dini hoş görü ile uygulamışlardır.
İslam dini, yalnız öbür dünya işleri ile uğraşmıyor, toplum faaliyetlerinin tümünü düzenliyordu. Devletler dini esaslara göre yapılandırılmıştı, hukuk kuralları da dine dayanmak zorunda idi…
 Bu nedenle, din dünya işlerinin içerisine öylesine girmişti ki, tüm aydınlar, düşünce yeteneklerini hep “DİN KURALLARI” içinde geliştiriyorlardı.
Böylece RÖNESANS’LA başlayan “AYDINLANMA” İSLAM DÜNYASINA girememişti.
Osmanlı bir din Devleti idi ve çok ileri bir İslam topluluğuna sahipti. Ancak bu toplumun üyeleri de yalnız dini kurallar içinde düşünebiliyorlardı.
İSLAMİ ESASLARI, Devlet yönetimi dışında tutmak son derece zordu. Çünkü DEVLET DİNE EŞİTTİ. Daha başka bir deyimle “DEVLET DEMEK DİN DEMEKTİ”.
Tanzimat döneminde, bazı FAALİYETLER din dışında düzenlemek istendi. Ancak, bunlar; devletin temel yapısı ile ilgisi olmayan, önemsiz etkinliklerdi. Osmanlı devleti çökünceye değin, tümüyle dinsel bir yapıya sahipti.
Bunu değiştirmek düşünülemezdi.
ÇAĞIMIZDA ŞERİAT KURALLARI İLE YÖNETİM, MÜMKÜN MÜDÜR?
Şeriat dogmaları; ulusumuzun, insanlık içinde onurla ve bağımsız olarak yaşamasını sağlayabilecek bir değere sahip midir?
Çağımızda tüm nitelikleriyle bağımsız yaşayan hiçbir ulus, din dogmaları ile yönetilen bir düzene sahip değildir.
Kendi gelenek ve görenekleriyle dinlerinin emirleri arasında büyük bir fark bulunmayan toplumlar bile, uluslar arası ilişkilerin; kültürel, ekonomik ve siyasal etkileri altında başkalaşmak ve bir takım yeni ilkelere uymak zorunda kalmışlardır.
İslam dünyasında da gerçek budur.
Yani Batı uygarlığına ayak uydurmadan gelişmenin olanaksızlığını anlamışlardır.
Siyasal çıkarlar ve ulusal bilinçlenmeler aynı dine bağlı olan insan kitlelerinin bir ümmet halinde birleşmelerine engel olmuştur. Çünkü aynı dine bağlı olan kavimleri, çeşitli coğrafi bölgede yönetenler, bu bölgelerin gerek kendilerine, gerekse yönettikleri insanlara sağlamakta olduğu çıkarları asla terk edemezler.
Osmanlı devletindeki Müslüman uyrukların, Türk Halifelerine karşı olan bağlılık derecesiyle, bu günkü Arap devletlerinin birbirine karşı gösterdikleri saygı ve güven derecelerinin ne denli gevşek olduğunu bilmekteyiz.
Bir ülkede ve Tüm Müslüman ülkeleri kapsayan bir şeriat uygulaması yapmak mümkün değildir.
Bir tek Kur’anı Kerim olmasına karşın İslam’da (73) Mezhep vardır.
Osmanlı devletinin bir Kurula, dokuz yılda, DÖRT Müslüman Mezhebi’nin İçtihatlarına göre hazırlatmış olduğu ”MECELLE” DİĞER Müslüman mezheplerini kapsamı dışında tutmuştur.
Bu nedenle de Alevi Vatandaşlarımız kendi mahkemelerini ve bu mahkemelerde uygulanacak hukuk kurallarını yaratmışlardır.
Müslümanlık, insanları ve inanç topluluklarını kaynaştırarak bir ulus yaratacağına onları biri birine düşman gruplara bölmüştür.
Bu da, iç dinamizmin yitirilerek dağılmalara yol açmıştır.
Artık çağımız, din birliğine ve din esaslarına dayanan bir siyasal anlayıştan kurtulmuş, hatta din ile dünya işlerini ayırmanın zorunlu olduğuna tüm uluslar inanmıştır.
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, onlara yakınım, beni çağırana hemen gelirim” (Bakara,185) ayetinden ve bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu müjdeleyen ayetlerden de anlaşılacağı gibi, esasen dinimizde Tanrı ile kul arasına girme hakkı kimseye verilmemiştir.
Hatta Peygamberimizin bile böyle bir yetkisi yoktur.
Şeriat kanunları, bin dört yüz yıl önceki, Arap âleminin sosyal ihtiyaçlarından doğmuştur.
İlk dört halifeden sonra kurulan İslam Devletlerinin Hükümdarları, gerçek anlamda birer Halife değildirler. Bunlar birer Hanedan kurmuşlar, Osmanlı Halifeleri’nde olduğu gibi saltanat sürmüşlerdir.
Kur’an ise, Hanedanın ve dolayısı ile Saltanatın birer zulüm olduğunu bildirerek, bu rejimi reddetmiştir (Bakara,123).
Eğer Halife, İslam devletlerinin ortak oyu ile seçilecekse, buna bugünün sosyal ve siyasal koşulları, elverişli olmadığı gibi, hiçbir Müslüman devlet de böyle bir Müslüman Papalığını kabul etmez ve savunamaz. Çünkü artık çağımız, mistik dogmalarla yönetilecek bir devlet rejimini arayacak kadar ilkel ve akılsız değildir.
ŞERİATIN İSTEKLERİ NELERDİR?
En genel anlamıyla; birey, toplum ve toplum yaşamının düzenlenmesinde; “Şeriat Dogmaları”nın geçerli olmasını ister…1400 yıl önceki toplum yapısını geçerli kılmak ister.
Önce içkiyi kaldırmak, yani alkol ticaretini yasaklamaktır. Oysa Kur’an, içkinin de yararı olduğunu, ancak zararının daha fazla olduğunu belirtirken, (Bakara, 219) türlü ayetlerle de, aklı kullanarak kötülüklerden sakınmayı öğretmektedir.
Bugün yüz binlerce kişinin geçim aracı olan bu ticaret, Halifeler döneminde de vardı ve sarayların başlıca zevk aracıydı.
Şeriat faizi de haram saydığı için, bu rejimde tüm bankaların nerede ise, kapanmasını isteyecektir.
Tevrat’tan Kur’ana geçen bu yasak, (Bakara, 275–277; Ali İmran, 130) daha çok tefecilik ve murabahayı reddeder. Bunu kanunlar da yasakladığı halde, hiçbir devlet önüne geçememiştir.
Kumar da kanunlarımızda yasaktır; fakat günümüzün ekonomik koşulları, resmi kumarhanelere bile ihtiyaç hissettirmektedir.
Esasında bireylerin özel yaşamlarını kontrol edebilecek hiçbir kanun ve yetki yoktur.
Şeriatın ceza hukuku da kısasa dayanmaktadır (Bakara,179). Bu da Tevrat’tan, yani eski Yahudi şeriatından Müslümanlığa geçmiştir (Huruç, XXI, 23,25; Levililer, XXIV,17–23; XXV, 36–38; XIX, 21).
Binlerce yıl önce yaşamış olan, Sami Kavimlerinin birbirlerine saldırmaması için konulmuş olan bu cezayı, bugün uygulamaya olanak bulunsaydı; İslam âleminde, dili, kolu, kafası kesilmemiş pek az insan kalırdı.
İlkel insanları disiplin altına almak için, sert ve korkutucu yaptırımlara ihtiyaç vardır. Fakat cezayı bir çeşit öç alma sayan ve kısas’ı uygulayan dönemlerde de insanlar, bir birinin hayatına ve hakkına saldırmaktan geri kalmamışlardır.
Bugün, idam cezasını bile kaldıran, suçluları ıslah ederek, yine topluma yararlı bir öğe haline getirmek isteyen adaletli ve şefkatli bir hukuk sistemi vardır ki, bu sistem şeriatçıların inancına aykırı olarak, kimseyi imanın derece ve türünden ötürü cezalandırmaz ve hatta kendisinde böyle bir yetkiyi de görmez.
Şeriatın istediği ya da izin verdiği çok karılı bir aile yapısı ve miras hukuku ile toplumun neleri yitireceğini düşünmek bile, bizi korkunç gerçeklerle karşılaştırır.
Milyonlarca çalışan Türk kadınını çarşaflara sokarak, asalak haline getirmek, erkek haysiyet ve onuruna da saldırıdır. Kaldı ki, Kur’an, kadını erkekten aşağı bir varlık saymakla birlikte, ona eşitliğe yakın haklar da vermiştir.
Kadını kapamak, toplumu, tüm estetik haz ve haklardan yoksun kılmak, güzel sanatlarda, bilimde, ekonomide kadının yaptığı hizmetleri yok etmek demektir.
Şeriat, mimarlık dışında, plastik sanatları da kabul etmemiştir diye, tüm müzelerin kapılarını kapatmak, güzel sanatlar akademilerini, konservatuarları, bale okullarını ve nihayet tiyatro ve sinemayı ortadan kaldırmak gerekecektir.  Bunların yerine de; toplumu ahret korkusu ile bir psikoz haline getiren vaizlerle, hafızlar yetiştiren okullar açılacaktır.
MÜSLÜMANLIK, BİR SEFALET VE AKILSIZLIK DİNİ DEĞİLDİR.
Tüm dinlere, kitaplara ve peygamberlere inanan en toleranslı ve yüce bir dindir (Bakara, Ali İmran,3).
Şeriatın isteklerine uygun bir toplum yaratmak, yurdumuzu, çağımızın bin yıllık çabayla kazanmış olduğu, her çeşit uygarlıktan ve özgürlüklerden uzaklaştırmak ve dünyamızı, ölmeden önce ölmüş olan akıl hastalarıyla doldurmak gibi, hazin bir tutkudur.
Şeriat isteyenler, belki de, ulusumuzda, Kanuni ve Yavuz zamanındaki zenginlik ve haşmetin gerçekleşebileceğini umut ederler. Oysa bugünün dünya koşulları ve insanlık seviyesi, o dönemdekilerden çok daha başka ve üstündür.
Yurdumuzu, yüz binlerce cami, mescit, türbe, tekke ve din dersleri veren okullarla doldurmuş olmakla, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılamayacağı gibi, şeriatçı rejimler ümmetçi olduğu için, kendini kurmuş olanların ulusal benliklerini de yok ederler.
Unutulmamalıdır ki, yaşam kavgası, zekâ ile ahmaklığın yarışımasına dayanmaktadır.
Rejimin adı ve niteliği ne olursa olsun, gerçekten dindar gözüken açıkgözler, kandırmış oldukları, safların sırtında saltanat sürmeye devam edeceklerdir.
Hazreti Muhammet, ”Dünyanıza ait işlerinizi, siz benden iyi bilirsiniz” demekle, tüm Müslümanlara gerçek hayat yolunu göstermiştir.
Devletin dayanacağı en sarsılmaz bilgelik ”Emanetleri ehline vermek, adaletten ayrılmamaktır”. (Nisa,58).
Bizler hala, İslam’ın çıkış sürecindeki; ilkel Arap Boylarının ve de Soylarının iktidar kavgalarını, türlü çeşitli entrikalarını, birer kutsiyet ekler de anlatırız.
Bedir’de destekçi Tanrı, niçin Uhut’da desteğini çeker! Muhammed’in çevresinde niçin hep açlar ve köleler vardır?
Yağmaya, bir de Tanrısal boyut eklenir. Yağma makro düzeyde bir üretim aracıdır ve gelenekseldir. Yağma, ayetlere göre bölüştürülür. Arap savaş atına, Kura’nda yazmadığı halde, ganimetten iki pay verilir. Huneyn Zaferinde en çok pay sahibi olan Düldül’e katır olduğu için pay verilmez.
Bu olaylar anlatılırken ve yazılırken, “NEDEN” ve “NİÇİN” soruları sorulmaz.
Yahudilikte olsun, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta olsun, DOGMALAR hüküm sürer.
Hıristiyanlığın Dogmalarını, cayır cayır yanmaları pahasına, bilginler yıkmıştır. O bilginler, insanlığın yol göstericisi meşaleler olmuşlardır.
Calvin bile, İspanyol bilgini Servetiyüs’ü yaktırmıştır.
Müslümanlıkta, İLİM-DİN çatışması olmamıştır. Din adamları, ”din adam”ı- “bilgin çatışmasını”, ilim- Din-Tanrı çatışmasına dönüştürmüşler, Tanrı adına yargılayıp, Tanrı adına hüküm vermişler, Tanrı adına cezalandırmışlardır.
Salt iktidar olma ve bilgisizlik üzerine kurulan saltanatı sürdürme gayreti; cinayetleri, soygunları, Tanrı adına yaptırmıştır.
“Egemenlik Allah”ındır. Hem de “Egemenlik kayıtsız koşulsuz Allah”ındır!
Bu, Şeriat isteyenlerin en önemli söylemleridir.
Yeryüzünde; bu egemenliği Tanrı adına kim kullanacaktır?
Allah, egemenlik hakkını bizzat kullanamayacağına göre, “tarikat ehli” olanlar; egemenliği de Allah adına, “SEÇİMSİZ VE DENETİMSİZ” olarak kullanacaklardır.
Çünkü DİN, ‘İMAN’ ve ‘İBADET’ dışındaki alanların düzenlenmesi konusunda çeşitli kurallar koysa da, bunun nasıl uygulanacağına ilişkin bir çözüm yoktur.
Eğer, ‘İMAN’ ve ‘İBADET’ alanları, devleti elinde tutan iktidar sahipleri düzenleyecekse, ortaya şöyle bir durum çıkacaktır:
‘İMAN’ ve ‘İBADET’ dışındaki alanlarla ilgili düzenlemeler, iktidarı elinde bulunduranların, ‘DİNDEN ANLAYABİLDİKLERİNE’ göre yapılacaktır.
Yani ‘İLAHİ TALEP’ iktidar sahiplerinin anlayabildikleriyle biçimlenecektir.
Oysa biliyoruz ki, ‘DİN’ değişik algı biçimlerine açıktır.
Peki, “devlet düzeni” hangi din yorumuna göre oluşturulacaktır?
Eğer İktidardakilerin yorumu esas alınacaksa; “DİN”İ, iktidardan farklı yorumlayanların, hata dine inanmayanların durumu ne olacaktır?
İtirazlara ne denecektir?
Afganistan’daki TALİBAN rejimine benzer din yorumlarının tüm topluma egemen olması nasıl engellenecektir?
Yani din adına zulüm düzeni kuranlara nasıl engel olunacaktır?
Toplumsal İrade; insanı, dogmaların, hurafelerin ve masalların tutsaklığından kurtarır; sebep – sonuç ilişkilerine götürür. İnsanın; kendisine, aklına ve düşüncelerine egemen olmasını sağlar…
Hıristiyanlıkta, Kilise- Kral çekişmesi üzerine, kilise bu hakkı kullanır olmuştur.
Büyük keşifler ve topun icadı, merkezi otorite Kralın gücünü arttırmış; derebeyleri ve Kilise Babaları sindirilmiş, kilise –kral işbirliği ortaya çıkmıştır.
Bu iki gücün ortak gayretiyle, toplumlar yönetilmiş, yığınlar, Tanrı adına soyulmuş ve öldürülmüşlerdir.
“Kral, yürütme ve yönetme gücünü Tanrıdan alır. Bu egemenlik paylaşılamaz ve devredilemez.”
Müslümanlıkta; Padişah, yönetici, “Zilullahı Ruyu Zemin”; Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir ve Peygamber postunda oturur. Peygamber gibi her türlü suçtan, şek ve şüpheden arîdir.
Peygamber Muhammed’in bir Hadisi de vardır: “Yönetici zalim olsa da; halk ona itaat etmekle yükümlüdür.”
Batı’da; 17–18 yy. da; “Halk, canının, malının ve namusunun korunması için yöneticiye verdiği egemenlik hakkını; yönetici, bu hakları korumakta kötü davranırsa, ayaklanarak, haklarını geri alma hakkına” sahiptir.
Bütün oyun; mistik masallarla, halkın beynini doldurmak; O’nu soyup soğana çevirmek; iki yılda bir Nemçe’ye sefer düzenleyip köklerini kurutmaktan geçmektedir.
Yunanlılar İzmir’e çıktıklarında; Mustafa Kemal’in asıl niyetini bilen bazıları, İzmir Camilerinde halka vaazlar verdirmişlerdir:
“Sakın ola, Yunana kurşun atmayınız. Kuran’ı Kerim’de Rum suresi vardır!” Yunan işgali onların sultalarını sürdürmelerine engel olmayacağından, bu işgal onlar için Kuran’idir. Aynı zamanda da Tanrısaldır.
Mustafa Kemal, Cumhuriyetçi olarak bilinir. Alaşehir ve Balıkesir Kongreleri tehlikeleri haber vermektedir.
Sevr paçavrasının onayı için toplanan Saltanat Şurasında; Müderris Ahmet Bey (Haldun Taner’in Babası), “Devir Saltanat Şurası Devri değil, ‘Halk Şurası’ devridir.” diye bağırır.
Dini, bireyin ruhundan ve gönlünden çıkartıp, DEVLET yapısı içine oturtarak, yaptıkları ve yapacakları tüm ahlaksızlıkları Tanrıya ve Dine bağlayanlar için, ULUSAL EGEMENLİK, ULUSAL BAĞIMSIZLIK, HALK ve ULUS kavramlarının hiç bir önemi yoktur.
Bireyin ve toplumun boynuna geçirilen, dine dayalı sömürü sürdürülsün, tek amaç ve eksen de budur. İngiliz gelmiş, Yunan gelmiş, onlar için önemli değildir.
En büyük Arap Milliyetçisi olan ve Ulusları ÜMMET potasında ustaca eriten Peygamber Muhammed’e, işlerine geldikçe inanırlar. Muhammed’in dini ile bağdaşmayan Mezhep ve Tarikatlara da kapılanmalarında hiçbir sakınca görmezler.
Selçuklu’da ve Osmanlı’da; din adına mistik Yahudi öykülerine dayalı bir sömürü yönetimi geliştirilmiştir.
Tüm Osmanlı Padişahları, türlü çeşitli Tarikatlara girmiştir. Veli diye anılan içkici İkinci Beyazıt; boynuna geçirilen bir tasma ile Şeyhinin huzuruna getirilmiştir.
Öyle ya; ”Şeyhi olmayanın şeytanı vardır.” ‘Hükmü’, hükümsüz kılınsın.
Daha sonraları Mustafa Kemal'in “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak; gaflettir, dalalettir, cehalettir.” diyeceğini bu çıkarcılar, işin başında, görür gibidirler.
Sait Molla adlı bir din bilgini (!), İngiliz casusu Papaz Frev’in emri altında, İngiliz altınları ile Konya’da, Düzce’de, Bolu’da, Kuvay-ı Milliyecilere karşı kanlı ayaklanmalar çıkartabilmişlerdir.
İman sahibi, dini bütün bir İslam büyüğü(!), Papazın emrinde; ”Hâkimiyet Allah”ındır yetkisini; dinine, imanına, Vatan ve Milletine karşı kullanabilmektedir.
Milliyetsizlerin, çıkarlarından ve de midelerinden başka vatanları yoktur. Hainleri de o ölçüde çoktur.
“Hâkimiyet Allah”ındır parolası, içerisinde, her türlü çıkarı ve ihaneti, ulus ve ülke hainliğini bulmak mümkündür. İçinde Allah sözü geçen her cümleye de itiraz etmek mümkün değildir.
Arabistan’daki bazı yerlerden başka kutsal yer yoktur!
Bizim içi; ÇANAKKALE, İNÖNÜ, SAKARYA, DUMLUPINAR, KUTSALLIKTA NEDEN DAHA ÖNDE GELMESİN…
Bizler, bir olayın “analiz, sentez ve yorumunu” yaparken, olayı anlatmaktayız.
Sait Molla, Hürriyet ve İtilaf Fırkasındandır. Damat Ferit de bu fırkadandır. Sevr Paçavrasını imzalayan Feylozof Rıza Tevfik Bölükbaşı da bu fıkradandır. Damat Ferit aynı zamanda, Mehmet Vahdettin’in de eniştesidir. Arkasında, Halife Padişah vardır.
Damat Ferit, Paris’te kendisine gösterilen, Sevr Taslığına uygun bulur imzalanması için de ekip gönderir.
Sevr Antlaşmasının İstanbul’da onayında da bulunmaz, Sadrazam Vekili Şeyhülislam Tokatlı Mustafa Sabri Efendi; Sevr’i onaylayan, YÜZ ELLİKLERLE birlikte sınır dışı edilen Mustafa Sabri, Mısır’a yerleşir.
Mustafa Kemal aleyhine kitaplar yayımlar, Yunan yönetiminin daha iyi olduğunu savunur. Karısının Selanik’te çiftliği vardır. Önemli olan da bir Molla’nın Sadrazam Vekilliğini yitirmemesidir.
Mustafa Kemal, Sarı Paşa, İngilizleri memnun etmek, vatanını savunan Türklere “hadlerini bildirmek“ için Anadolu’ya gönderilmiştir.

OSMANLI DEVLETİNDE HUKUK:
Hukuk: Devletin toplum ilişkilerini düzenlemek için koyduğu kuralların bütününe denir.
Osmanlı Devletinde, yönetim ve hukuk sistemi din esaslarına göre kurulmuştu. Bu hukukun özel adı; “ŞERİAT” idi.
Osmanlı hukuk sistemi, İslam dini esaslarına dayandığı için, Devlet ve toplum yaşamına din egemen olmuştur.
İslam hukuku:
İslamlık ortaya çıktıktan sonra, kendine özgü bir hukuk sistemi de getirmiştir.
Müslümanlığın kutsal kitabı, Kur’anı Kerim; Devlet ve toplum yaşamını ilgilendiren ve hukuk alanlarını düzenleyen, tüm kuralların kaynağı idi.
Hazreti Muhammed’in Sünnet dediğimiz sözleri (Hadisler) ve davranışları da tüm ilişkileri düzenlemede, Kur’an’dan sonra ikinci kaynaktır.
En yeni Hadis Kitabı da Hz. Muhammet’ten (245) sene sonra bir Türk İmamı tarafından rivayetlere göre toplanmıştır.  
Daha sonra da İcma ve Kıyas geliyordu. Bunların yanında, tüm dinsel kurallara aykırı olmayan bir de ”Örfi Hukuk” vardı.
İcma: Kura’n’da istenen konu yoksa hadislere bakılırdı, burada da bir düzenleme yoksa tüm İslam Bilginlerinin aynı konuda ortak görüşü olan İCMA’YA bakılırdı. İcmayı Ümmet kararları değişmiş olsa bile yenisi ile birlikte uygulanırdı. İcmayı ümmet kararını vermiş olan kurulun üyeleri ölmeden de alınmış olan yeni karar uygulanamazdı.
Kıyas-ı fukuha: Daha önce çözümlenmiş olaylara benzer çözümler bulmak.
Kura’n ve Sünnetlerdeki, esaslar, Peygamberimizin ölümünden sonra, seçkin din bilginlerince yorumlanmış ve gelişen yaşama uydurulmuştur.
İlk dönemlerde yapılan bu yorumlar, doğru bir biçimde akıl ve mantığa dayandırılmıştı. Ancak Hz. Muhammed’in ölümünden 300 yıl kadar sonra, akla ve mantığa dayanan bu yöntem kaldırılmış, hukukun yalnızca İNANCA göre uygulanması esası yerleşmeye başlamıştır.
Örfi Hukuk: Dini hukuk kurallarının bulunmadığı alanlarda, yönetimin ortaya koyduğu hukuki kurallar.
Böylece İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞ oluyordu.
İslam dini, DOĞRULUK-AKIL- VE MANTIK DİNİ idi. Toplum ve
Devlet yaşamına ilişkin düzenlemelerde, bu özelliğine dayanarak devam etmeliydi. (İcma ve içtihat).
Bu kapının (İÇTİHAT) kapanması ile “İslam Hukuku” dondurulmuş oldu. Dondurulmuş olan bu hukuk, sonunda zamanın ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmiştir.
İslam bilginleri; bu dört kaynağı farklı yorumlayıp değerlendirdikleri için, ortaya dört “İslam Hukuk” anlayışı çıktı. Bunlara da Mezhepler denildi.
Osmanlı, Sünni Mezhepler olan; Hanefi, Şafi, Hanbelî, Maliki mezheplerinin, hukuk alanında bulduğu çözümlerin hepsini birden, aynı anda geçerli kabul ediyordu.
Bu nedenle, aynı türdeki olaylara, farklı hukuki çözümlerin bulunduğu görülüyordu.
Bu uygulama da büyük karışıklıklara yol açıyordu. KADILARI ve Mahkemeye gelenleri zor durumda bırakıyordu.
Türkler İslamlıktan önceki devirlerde, Orta Asya’da ve Avrupa’ya geçmiş boylarında, laik bir hukuk düzeni egemendi. Bu dönemde Türklerin din ve devlet işlerini biri birlerine karıştırdıkları görülmemiştir.
Türkler İslam dinini kabul ettikleri zaman, İslam hukukunda “inanca göre uygulama” egemendi. İslamlıkla birlikte bu dinden kaynaklanan hukuk sistemini de kabul ettiler. Bundan sonra da Türklerin kurdukları devletler birer İslam devleti özelliğini taşıdı. Osmanlı Devleti de bir İslam devleti idi.
Osmanlı Devletinde de din ve devlet işlerini biri birine karıştırma uygulamasına devam edildi.
Halifeliğin kabulü ile Osmanlı Devleti tam bir din devleti oldu. Ve Din, tüm topluma, her alanda en yaygın etkisini gösterdi.
2. Mahmut ve Tanzimat döneminde, İslam hukuku dışında kalan ve İslam hukukunda herhangi bir hüküm bulunmayan alanlara el atıldı. Zamanın koşulları içinde, bu alanlarla ilgili işlerde, laik ve akılcı hukuk düzenlemelerine gidildi. Fakat hukukun dine dayanan hükümlerine dokunulmadı.
Osmanlı’da, devlet yönetimine ilişkin kurallar; Padişahlar tarafından geliştirilmiştir. Çünkü İslam hukukunda, kamu hukukuna ilişkin pek az hüküm vardı. Ancak bu alanda yapılan düzenlemeler, İslam hukukunun temel kurallarına aykırı olamazdı.
İslam hukukunda da, bugünkü gelişmelere ve hukuk anlayışına ters bazı noktalar vardı.
Kadınlar hiçbir biçimde kamu yönetimine katılamazdı. Devlet yönetiminde yer almaları olanaksızdı.
Özel hukuk alanında da kadın-erkek eşitsizliği egemendi. Erkekler dört kadınla evlenebiliyor, cariye tutabiliyor, karılarını dilediğinde boşayabiliyorlardı. Kadınların boşanma hakları da yoktu. Kız çocukları mirasta erkek çocuğa düşen payın yarısı ile yetinmek zorunda idi. Mahkemelerde de kadının bazı hallerde tanıklığı geçersizdi. Tanıklık hallerinde de iki kadının tanıklığı bir erkeğinkine denk idi. Kadın ekonomik yaşama da katılamazdı.
Ticaret hukuk alanında, sigorta-faiz-ipotek gibi bugün için yaşamsal önem taşıyan bazı kurumlar henüz düzenlenmemişti.
Ceza hukuku alanında da pek çok suç ve cezanın belirlenmeyişi, bugün geçerli olan; ”Kanunsuz suç olmaz” anlayışına aykırı idi.
Hukuk ve ceza yargılama usulleri de çok ilkeldi. Mahkemelerde tek yetkili kişi kadı idi. Kadılar genellikle denetlenmiyorlardı. Davalarda en önemli delilin “tanık”lar olması, rüşvetin adalet örgütünde yaygınlaşmasına yol açmıştı.
Müslüman olmayanların, Müslümanlara karşı tanıklık edemeyecekleri kuralı da uzun süre geçerli olmuştu.
Mahkemelerde Medrese mezunu KADI Efendi tek yargıçtı. Ve tek yargıç dilediği gibi karar verirdi. Başlarında kadıların bulunduğu bu mahkemelere, ŞER’İYE mahkemeleri deniyordu. Evlatlık-babalık-akrabalık-evlenme-boşanma-miras ve aile hukukuna ilişkin konular bu mahkemelerde; yüz yıllarca önce yaşamış hukukçuların ortaya koyduğu hükümlere göre yürütülürdü.
Bu hükümler, bugünkü kanun esasları gibi toplu bir metin olarak, bir arada değildi ve kanun karakteri de taşımıyordu.
İslam hukuku kuralları, dört ayrı mezhebin kurallarının aynı anda geçerli olması yüzünden, bir araya getirilemiyor, dağınık ve sistemsiz bir biçimde dağınık olarak kitap ya da dergilerde bulunuyordu.
Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarına, bağlı oldukları cemaatleri için de dini hukuk kuralları uygulanıyordu. Evlenme-boşanma-miras ve nafaka gibi, özel hukuk ilişkileri açısından Osmanlı Hukukunun tamamen dışında; yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Ceza hukuku açısından, Osmanlı hukukuna tabi olsalar bile, yargılanmaları ve cezalarının infazları büyük sorunlara yol açmakta idi.
Osmanlı topraklarında yaşayan yabancılar ise; kapitülasyonlarla kendilerine her alanda sağlanan ayrıcalıkları hukuk alanında da sürdürüyor, kendi konsolosluk mahkemelerini işletiyorlardı.
Osmanlı Ülkesinde yaşayanlar, farklı hukuk sistemine tabiydiler.
 Osmanlı’da; tüm uygar ülkelerin en doğal özelliği olan           ”HUKUK BİRLİĞİ” yoktu. Oysa hukuk birliği; Milli Birliğin temel koşuludur.
Osmanlı’da Müslümanların din özgürlüğü de yoktu. Herkes ibadet etmek zorunda idi. İslam dininden çıkana ölüm cezası uygulanırdı.
Osmanlı hukukundaki bu temel aksaklıklar, yönetim ve hukuk düzenini sarsmış, hukuk ve adalet birliğinin bozulmasını ve devletin parçalanmasını hazırlamış ve kolaylaştırmıştır.

TÜRK HUKUK REFORMU:
Her devletin temel görevi ve var oluş nedeni; toplum düzenini kurup işletmek, yani ilişkilerini kurallara bağlamaktır.
Omsalı Devleti yıkılıp; Ulusal Egemenliğe dayanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulunca, ilerlemek ve çağdaşlaşmak için, dondurucu kalıplar içine alınmış düzenlemelerden sıyrılmak kaçınılmazdı.
Devletin koşullara uygun hukuk kuralları koyması için, dini doğmalardan arındırılması gerekti. Yoksa ulusal egemenliğe dayalı devlet eskisinin devamı olurdu.
Bu gerçeği en tarafsız biçimde uygulayacak rejim, Laik ve olumlu anlayışa dayanan bir Demokrasidir ve bunun ana ilkeleri, Atatürk’ün savunup yerleştirmeye çalıştığı çağdaş uygarlık ülküsüdür.
İşte Mustafa Kemal’in yaptığı da budur. Laik hukuk düzenini getirmiştir.
Mustafa Kemal’in hukuk reformunun en önemli yanı ve temeli “laik hukuk” kurallarının kabul edilmiş olmasıdır.
Laik hukuk sisteminde:
1.    Türk Hukuk sistemi artık dinsel nitelik taşımayacaktır.
2.    Hukuk statik yapılı değildir.
3.    Türk Halkı, Hukuk tarihinde, laik hukuk düzenini gerçekleştirebilen tek Müslüman toplumdur. Ve bunu da Atatürk’e borçludur.
4.    Laik hukukla; insan hakları ve özgürlük gerçekleşirken, din sömürüsü ve dinin çıkarlara alet edilmesi de önlenmiştir.
5.    Laik hukuk, Din ve vicdan özgürlüğünün kaynağı olduğu gibi, güvencesidir de.
6.    Laik hukukla, dünya işlerini bilim ve akılla yürütme yolu açılmıştır.
7.    Laik hukuk sistemi ile Türk vatandaşları siyasi haklarına kavuşabilmiş ve demokratik katılım gerçekleşebilmiştir.
8.    Hukuk reformu sayesinde; ülkede, CİNS-IRK-İNANÇ ve SINIF ayırımı olmaksızın herkes yasa önünde eşittir.
9.    Hukuk reformu; ”Hukuk Devletini” de gerçekleştirmiştir. Teokratik devletten farklı olarak, hukuk devletinde, Devlet de vatandaş ta hukuka bağlı ve saygılıdır.
10.         Devlet yönetiminde, keyfilik değil hukuka uygunluk vardır.
11.         İdarenin faaliyetlerinin hukuka uygunluğu denetlenir.
12.         Vatandaşın idare karşısındaki hakları korunur.
13.         Laik Hukuk reformuyla; hem “Hukuk Birliği” hem de “yargı bağımsızlığı” sağlanmaya çalışılmıştır…

Mustafa Kemal, İslam dinini inkâr etmemiş, toplumun hemen tümünün Müslüman olduğunu unutmamış, ama kurulan devleti; dine bağlı kurallardan sıyırmıştır.
Başka bir deyişle, hukuku dinden ayırmış, dini egemen olması gereken yerde bırakmış ve oraya hiç el sürmemiştir. Yani dini vicdanlara bırakmıştır.
Hukukta; eşitliğe ve akılcılığa dayanan yasalar yapılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, “fikri hür, vicdanı hür”, özgür bireyler yaratmayı hedeflemiştir.
Bunun için de bireyin her şeyden önce; “dinsel” ve “etnik” kimliğinden arınması gereklidir.
Özgür birey, kimseye ne dinini ne de etnik kimliğini sormamalı, kendisine de sorulmasına izin vermemelidir.
Bu da laik olmayı ve vatandaşı olduğu ülkenin pasaportundan başka, kimliğe ihtiyaç duymamayı gerektirir.
Bugün bu ilerici ve insancıl proje acaba ne durumdadır?
Türkiye Cumhuriyeti; birlik ve bütünlüğünü, “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemine dayandırmak ve bu ülkede yaşayan herkesi TÜRK saymak zorundadır…
“Hepimiz Müslüman’ız” söylemiyle ülke yönetmeye kalmak ve “şeriat düzeni” kurmaya kalkışmak, bölünmeyi de beraberinde getirir.

Kaynaklar:
Osman TÜRKOĞUZ- KUBİLAY OLAYI VE GERİCİ AYAKLANMALARIN GERÇEK NEDENLERİ
Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK- Yazıları
İlhan ARSEL- Arap Milliyetçiliği ve Türkler
Cemil Sena- Hz. Muhammed’in Felsefesi

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar