4 Ocak 2011 Salı

44- OSMANLI DEVLETİ


AHMET AVCI
2 OCAK 2011

OSMANLI DEVLETİ
Orta Asya’da yaşayan Türkler, İsa’nın doğumundan bin yıl kadar önce güçlü devletler kurmuşlardır.
Buyruklarındaki çeşitli ve çoğu akraba kavimlerden oluşan kabileleri birleştiren Türkler, oluşturdukları devletlerin başına “Hakan” ya da “Kağan” adını verdikleri birini geçiriyorlardı.
Eski Türk dinsel inanışına göre Kağan ailesine, “Gök Tanrı” egemenlik, yani devleti yönetme, buyurma yetkisini vermişti.
         Gök Tanrı’nın Kağan ailesine egemenlik gücü vermesi bir inançtı. Aslında Kağan ailesi Mevcut Türk Boylarının en güçlüsünün yöneticisi konumunda olan bir öğeydi.
İşte Türkler,- o çağın tüm devletlerinde olduğu gibi- Kağanın yönetim gücünü kamu vicdanında geçerli kılabilmek için bu yola başvurmuşlardı.
         Gök Tanrı, egemenlik hakkını Kağan ailesine verdiği için, o aile içindeki bütün erkeklerin devleti yönetme hakkı vardı.
Bu bakımdan aile içinden kimin Kağan seçileceğini boyların şefleri saptardı. Kağan seçilen Prens, ülkenin yönetimini, kendisi gibi egemenlik hakkına sahip diğer kardeşleri ve yeğenleri birlikte yürütürdü.
Bundan ötürü Türklerin kurdukları devletler kısa sürede parçalanabilirdi.
         Ortaasya’da yarı göçebe kabileler birliği, biçiminde gelişen Türk Devletleri, dinamik yapılı idiler. Toplum çok hareketli idi. Bu hareketlilik içinde, kadınlar da pek çok işi erkeklerle birlikte görüyorlardı. Ve hatta Kağan ailesinin kadınları da iktidar mücadelesine girebilirlerdi.
Gerçi Kağan olamazdı kadınlar; ama kabile şeflerini temsil ederek, Kağan seçimine katılabilirlerdi.
Kağan, yanında hep “Hatun” denilen eşini tutar, elçiler bile birlikte karşılanırdı. Hatun kağanın sağ tarafında otururdu. Hakan ile hatun bir çadırdaysalar, çadırın gönderine çift başlı kartal arması çekilirdi. Kararnameleri birlikte imzalarlardı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin eşi, Arap Halifesinin 15 yaşındaki kızını  kocası Tuğrul beye gelin olarak götürürken, oğlu-başkasından olma-Tuğrul beye isyan ettiğinden yakalayarak, ellerini bağlayarak gelin ile birlikte belh şehrine götürmüştü.
         Osmanlı Devletini kuran Türkler; Batı Türkistan’ın Cengiz Han tarafından işgalinden sonra; Güney-Batı yönünde göç edip Anadolu’ya gelen Türkmen Soyundan bir kabiledir. (Türklerin ilk Anayurdu; orta Asya idi. Türkler çok çetin arazi ve iklim koşullarında göçebe ve hayvancılıkla geçinmekteydiler. Türklerin bundan sonraki Anayurdu; Hazar Denizinin doğusundaki, Maveraunnehir ve Horasan “Batı Türkistan” Bölgeleri de büyük ölçüde çöldü.)
         Bu kabile Anadolu’ya geldiğinde, Anadolu, Selçuklu Devletinin egemenliğinde idi. Selçuklu Sultanları, bu Türk Kabilesinin savaşçılığından yararlanmak için, onları; Batı sınırına (Bizans sınırı) bu günkü; Söğüt ve çevresine yerleştirdi.
         Selçukluların egemenliği yitirmesiyle Anadolu’da irili ufaklı bir takım Beylikler kuruldu. İşte o günlerde Oğuz Boyu; Osman Bey’in öncülüğünde, örgütlenmiştir. Ve bu örgütlenmeyi gerçekleştiren Osman Bey’den ötürü, bu devlete (1299) Osmanlı Devleti denilecektir.
         Selçuklu Devletinin 1277’ye dek resmi dili Farsça olmasına karşın Osmanlının resmi dili Türkçe olmuştur.
Selçuklu Devletleri göçebeliğe daha yatkın olduğu halde Osmanlı yerleşikliği ön plana çıkarmaya çalışmıştır.
Osmanlı; göçerlerin gem tanımayan dinamizmini, düzenli fetihler, akın ve savaşlarla, dışa yöneltmiştir. Sürekli fetih ve istila hareketleri göçerleri, dizginlemiştir.
         1299 yılında Anadolu Selçuklu Devletinin bir uç beyliği olmaktan çıkıp, bağımsızlık kazanan Osmanlı Devleti; doğuşundan başlayarak, devletçe uygulanan;
·         Bilinçli bir politikaya,
·         Disiplinli, güçlü daimi orduya dayanan askeri kuruluşa,
·         İdari politikada incelik ve adalete,
·         Taassuptan uzak hoşgörülü bir anlayış, Müslüman olmayanların dini ve kendi vicdani özgürlüklerine ve cemaat haklarına saygılı bir yönetime sahipti.
Çağının en ileri düzenine sahip olan Osmanlı; önce Türk Birliğini sağladı. Ve bu güce dayanarak, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılıp rakipsiz bir güce erişti. Karadeniz, Ege ve Kızıldeniz birer Türk Gölü haline gelirken, Akdeniz’in üçte ikisi da Osmanlıya aitti.
         Avrupa’ya yayılırken, Avrupa’yı “HAÇLI” birliği içinde karşısında bulan Osmanlı İmparatorluğu, güçlü yapısı sayesinde, üstün geldi. Osmanlı Macaristan dâhil, Doğu Avrupa’nın büyük bölümünü ele geçirdi.
         Bu güçlü yayılma, yalnız askeri güce dayanmıyordu. Yönetimdeki adalet ve dini hoşgörü sayesinde, fetih edilen yerlerde, yüzyıllarca başarıyla kalındı.
         Ancak bu gelişme ve yayılma 16.yüzyılın sonunda durdu.
         Osmanlı Devletinin neredeyse tüm tarihi boyunca, resmi ideolojisi dine dayalı idi. Verdiği mesaj çok açıktı: Peygamberi ve O’nun kanunu izlersen her şey yolunda gider. Gerçi devletin yönetilmesi daha dünyevi idi ama resmi din ideolojisi, ülkenin Müslüman yöneticilerini etkiliyordu.
         İmparatorluğun gelişmesi sırasında; Gayrimüslimlerin, bildikleri gerçeklerin ne denli değerli olduğu anlaşıldığından, bunlara ancak, teknik konularda bilgi almak için başvuruluyordu. Üstelik bunu yaparken de amaçları gizleniyordu.
         Sonuçta devletin resmi ideolojisi yeniliklerin karşısına dikilen bir engeldi.
         Tutuculuk yalnızca hükümet etme kuramlarıyla sınırlı değildi. Bilimsel ve teknik alanda da kendini göstermekte idi. Fatih Sultan Mehmed’in Astronom Ali Kuşçuya yaptırtmış olduğu Gözlemevini oğlu Veli! Beyazıt donanmaya topa tutturarak yıktırtmıştı.
         Zamanla; Osmanlı İmparatorluğunun iç bünyesi ve düzeni bozulmaya başlayacak ve bunun sonunda da Tüm İmparatorlukların kaderinde gördüğümüz gibi çöküntü gelecektir.
         Osmanlı Düzeni kendini yenileyemedi. Oysa Avrupa aynı tarihlerde, RÖNESANS ve REFORM’UN, etkisinde yaşıyor ve dünyayı keşfediyordu. Avrupa gelişirken Osmanlı’da çöküyordu.
         Kuruluşundan itibaren, İslami olan Osmanlıda, yönetimin başında bulunan Padişah; Osmanlı Ailesinden olup, genellikle ailenin en yaşlı erkeğidir. Ve ölünce de, yerine  (istisnalar dışında) oğlu geçerdi.
         Padişahın yetkileri, Hanedan haklarına dayanır. Padişahlar, aynı zamanda Müslüman halkın imamları olmaları nedeni ile bu haklar dini bir biçim de almıştı. 1517’den ve 1774 tarihinden sonra.
         İktidar, Padişah tarafından temsil edilmekle birlikte, yönetimde Sadrazam ve Şeyhülislam kendisine yardımcıdırlar. Ancak bu görevlileri dilediği zaman görevlerinden almak yetkisine sahip bulunan padişah, her türlü yetkinin en yüksek temsilcisidir.
         Osmanlı düzeni, üç kıtadaki çeşitli etnik ve dini toplumların bir uyum içinde yaşamasıdır.
         Buna bugünkü deyimle yabancı yazarlar; “Pax Otomana” (Osmanlı Barışı) demişlerdir. Bundan önceki kullanımı, ”Pax Romana” biçiminde ve Roma İmparatorluğu içindir.
         Roma İmparatorluğu, “Bir Dünya Barışı” demekti. Çünkü şehirler, kalelerin içinden çıkmış, ovalara doğru yayılmış, surlara ihtiyaç kalmamıştır. Şehirlerin şehirlerle irtibatı artmış ve bir refah dönemine adım atılmıştır.
         “Osmanlı Barışı” sözü, bu imparatorluğun ortaya çıkışından önceki Orta Doğu ve Balkan dünyasının kötü durumuna bakılarak ortaya konulmuştur. Çünkü 13. ve 14.yüzyıllar boyunca Balkanlar’da uygarlık ve ekonomi bakımından kayda değer bir gelişme yoktur.
         Tarihe bakanlar, Türkler gelmeden önce Yunanistan’ın bir harabe olduğunu görürler. Keza aynı şey Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya topraklarındaki prenslikler için de söz konusudur.
         Bizans çökmüştür. Ancak Osmanlı fetihleri sayesindedir ki ülkeler birbirlerine bağlanabilmişlerdir.
         Bizde; “Osmanlı hep Rumeli’ye yatırım yapmış, Anadolu’yu ihmal etmiş” diye yanlış bir kanı vardır.
         Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu da Anadolu’dan önce bir Rumeli İmparatorluğu idi.
         15. asrın ortalarında Tuna havzasını içine almakta idi. Dahası, Bosna Hersek’i ve Tuna’nın Kuzeyindeki bölgeleri de himaye altına almışız.
         Oysa Anadolu’daki sınırlarımız, henüz Karaman Sancağını içermektedir. Sivas için kavga ediyoruz. Erzurum hala bizim değil.
         Osmanlı’da evrensel değerlere sahip bir imparatorluk kurma düşüncesi var.
         Model ne olacaktır?
         İki model var; birisi İran, diğeri Roma’dır.
         İran’la ilişkiler belli. Diğer taraftan da, yoğun bir Roma merakı ve kesin evrensel statü sembolleri vardır. Örneğin, Ayasofya bir evrensel sembol olarak algılanıyor. Mabedin alınması çok önemli bir gelişme olarak algılanıyor.
         Yeni Türkiye onu himayemiz ve idaremiz altındaki bir müze haline getirmekle maziye yakışır, soylu bir atılım yapmıştır.
         Osmanlı İmparatorluğu, tüm evrensel karakterine rağmen Türklerin İmparatorluğudur.
         Sistemin esası Türklüktür.
         Böyle bir imparatorlukta en önemli öğe ordudur, ordusu da Türk’tür.
         Anadolu’daki ve Rumeli’deki köy uşaklarının devşirilmesi, bunların çok küçük yaşta alınıp bilinçli olarak Türkleştirilmesi esasına dayanır.
         Bu çocukların şir-har (süt çocuğu) ya da bekçe (küçük çocuk) olmaması yani gulam ve gulamçe (8 yaş üstü çocuk) olması gerekir. Zaten 16–17 yaşını geçenler de “sakallı” tabir edilirler ve istenmezdi.
         Alınan bu çocuklar, ilk önce İstanbul civarında, Edirne ve Bursa’daki bazı köylülerin yanına verilirler. Buna “Türk’e verilmek” denir ki, bu “Türk’ün yanında Türkçe ve din öğrenecek” demektir.
         Çok iyi bir uygulamadır. Köylünün yanında din öğrenmek en temiz, en sade din öğrenmektir. İnsanı ne yobazlığa ne medrese ulemalığına ne de dinsizliğe götürür.
         Daha seçkin, daha zeki, daha güzel görünen çocuklar ise Edirne Sarayı ya da Topkapı Saray’ındaki Enderun’a alınırlardı.
         Ordunun dili Türkçe idi. Ordunun içinde- daha önce de olduğu gibi- komuta dili olarak Türkçe’nin dışında bir dil yoktur. Türk unsurların egemen olmasına özellikle dikkat edilirdi.
         Bürokraside de Türklük egemendir: Türk ile birlikte Arnavut, Boşnak v.s. Rumeli halkları var ama Arap yok.
         Çünkü onlar Arapça bildiği, Kur’an-ı Kerim Arapça olduğu ve Peygamberimizin kendilerinden gelmesinden ötürü kendilerini İslam uzmanı saymaktaydılar. İslam uzmanı oldukları için de kendilerini otomatik olarak dini komiser sayıyorlardı.
         Devleti yöneten kâtip sınıfı da Türklerden idi. Kısaca tüm kozmopolit ve milletlerarası karakterine rağmen bu imparatorlukta temelde işi götürenler, yükü çeken asıl öğe Türklerdi.
         Osmanlı İmparatorluğu; idare edilen her milletin (halkın, toplumun) kendi kompartımanına ayrıldığı bir topluluktur.
         Rum, Ermeni ya da Türk doğmak, kimsenin elinde olan bir şey değil. Bu toplumlarda insanlar, doğdukları toplumun içinde yükseliyorlardı.
         Bu imparatorluk; dini toleransın son derece yaygın olduğu ama kesinlikle laisizmin söz konusu olmadığı bir toplumsal yapıyı içermektedir. Devlet, dinleri serbest bırakmıştır. Bu bir toleranstır ama laisizm değil.
         Osmanlı İmparatorluğu, 17.yy. sonuna dek kesin olarak bir askeri üstünlüğe sahiptir. Bu hiç tartışılmaz. Lojistik sistem de ona göre kurulmuştur.
         ikmal sistemi, 30–300 kilometrelerdeki depolar vasıtası ile yürütülürdü.
         Osmanlı İmparatorluğu; tabii bilimler ve özellikle toplum bilimi, felsefe konusunda geri bir toplumdur. Yani hukukçu yetiştirmiştir ama iyi bir filozof ya da ya da toplum bilimci yetiştirmemiştir.
         Dünyayı, fizyolojik ve coğrafi bakımdan özellikleriyle tanıma merakı ve kurumlaşması Türklere, Cumhuriyetle nasip olmuştur.
         İlk kez, Cumhuriyet döneminde, Edebiyat Fakültesi ve Dil Tarih Fakültesi gibi, tüm dünyanın dillerini,  Asurluları, Hititleri, arkeolojiyi öğreten bir fakülte kurulmuş ve tahılla geçinen, çulsuz Türkiye, dışarıdan kimi profesörleri getirttiği gibi, “Latince öğrensin, klasik filoloji öğrensin gelsin” diye dışarıya burslu öğrenci de göndermiştir.
         Bu başarıları; idari ve askeri reformlarla değişen dünyanın koşullarına ayak uydurmakta da görürüz.
         Bunun içindir ki; Birinci Dünya Savaşına giren ordu; yeni teknikleri, yeni gelişmeleri ve yeni eğitim düzenini kavrayabilmiştir.
         Daha 1912–1913 kışında “Geri Çekilme”sini bilmediği, bu teknikleri uygulayamadığı için perişan olan ordu, yedi yıl sonra (1921) o dönemin ızdırabını çeken genç komutanların ve Başkomutanın direktifiyle SAKARYA’DA (Hattı Müdafaa Yoktur Sathı Müdafaa Vardır) tarihte görülmeyen bir geri çekilme ve vatan savunması tekniğini geliştirmiş ve uygulamıştır.
         Ne yazık ki; bu imparatorluk, yeryüzünden çekilirken, ekonomik başarılara imza atmamıştır ama hiçbir şey de yapmamış değildir. Mühendisini, ekonomistini yetiştirebilmiştir. Demir yollarını kısmen de olsa gerçekleştirebilmiştir.
         Telgraf hatlarını kurabilmiş ve telgraf, posta haberleşme şebekesiyle Kurtuluş Savaşını yürütmüştür.
         Yenidünyaya uyum sağlayabilecek kadroları yetiştirmiştir. Eğer bunların büyük bölümü savaşlarda yok olmasalardı, yeni Türkiye’nin yarışa çok daha başka noktadan devam edebileceği kesindi.
         Asıl önemlisi de; bu toplum artık bir tebaa değil, bir vatandaş olduğunu, bir imparatorluğun değil, bir vatanın sahibi olduğunu da Cumhuriyetle anlamıştır.
         Bu imparatorlukta aristokrasi yoktur. Onun için de zaten Cumhuriyet kurulmuştur.
         Gelişen koşullar ve değişen dünya düzeni nedeniyle de artık bir imparatorluk yönetimine, bir Hanedana gerek de yoktur. O çağda gereken ne ise Cumhuriyete intikal edebilmiştir.
         Bu imparatorluk, Türklük bilincini çok kolay benimsemiştir. Çünkü içinde vardır.
         Çok kozmopolit biçimde her şeyi içine almıştır.
         Hiçbir millette Türk olmak bu kadar kolay değildir.
         Bu arada her zaman verilen örnek: Arnavut’la Boşnak'ın çocuğunun Türk, Çerkez'le Kürt'ün çocuğunun Türk olduğudur.
         Bu tür örnekler şu anda Güney Doğu bölgemizde de görülmektedir. (Bugünlerde, bu anlayış yıkılmaya çalışılsa da, iki dilli yaşam ileri sürülerek, bölücülük yapılsa da başarı şansı yoktur.  Bin yıllık kardeşliği bölmeye güçleri yetmeyecektir.)
         Örneğin Mardin’de Arapça konuşanla Kürt evleniyor. Çocuklar iki dili de reddediyor ve Türk olarak ortaya çıkıyorlar.
         Onun için ülkemizde dile dayanan, ırka dayanan bir etnik milliyetçilik yürütmek bunu diretmek cinayettir.
         “Mardin'de ben bilmem nece eğitim yapan okullar açacağım” demenin anlamı yok. Kim talep ediyor ki bunu?
         Babası öyle diye bu çocuğu o okula yollarsanız hiçbir şey ifade etmez, çünkü önce çocuklar reddediyorlar. Orada ilginç bir olay var.
         İki dil konuşulan evde çocuk ikisini de reddedip sokaktaki dili yani Türkçe’yi benimsiyor.
         Bu imparatorluk, Türklüğün belirli mekânlarda izinin kalmasını sağlamıştır.
         Bu izlerin üzerinde birbirlerini yiyen Cevdet Paşa, Mithat Paşa ve yerine göre Abdülhamit bile vardır. Bu izlerin üzerinde tarihimizin büyük komutanları, büyük hükümdarları vardır ve bunların arasında hemen hemen hiçbir büyük çatışma olmadan görevi devretmişlerdir.
         Cumhuriyetimizi kuran büyük insanlar vardır. Çünkü iktidar kavgası ön planda içeride değil, dışarıya düşmana karşı olmuştur.
         İktidar, işgal kaldırılarak düşman temizlenerek ele geçirilmiştir, askeri darbe ile değil. Bu çok önemli bir şeydir.
         Yeryüzünde birçok ülkenin tarihinde İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş akşamdan sabaha askeri darbe ile olmakta. Burada böyle bir şey yok.
         Akşamdan sabaha değil, 4 yıl canla, kanla yapılan bir vatan savunması sonunda iktidar ele geçiriliyor.
         Zaten mücadelenin ta başında, işin sonu bellidir. TBMM üyeleri saltanat ve hilafeti kurtarmak için yeni hükümet merkezi kurmak için Ankara’da toplanıyorlar.
         Araştırmalar gösteriyor ki, 1920 Nisanında Ankara’da toplananlar, artık işin nereye varacağını,  yani saltanatın bittiğini anlıyorlar.
         Çünkü saltanatın bitişi, en meşru ve en fiili yolla gerçekleştiriliyor.
         Bu vatan, vatanın asıl sahiplerinin oluyor. O vatanın asıl sahipleri de Batı Avrupa tarzında ırk ve dil milliyetçiliğinde değil ama kültürel milliyetçilik ile ortak bir tarh yaşamaya kararlıdırlar.
1. Osmanlı Merkezi Yönetiminde; En üstün varlık PADİŞAHTIR. En üstün kurum da SARAY’ dır.
         Padişah Kutsaldır ve sorumsuzdur. Ülkenin de toplumun da tek sahibidir.
         Saray demek devlet demektir.
         Osmanlı Devletinin kuruluş ilkelerinde; Müslümanlık, Hanedanlık ve Ortaçağ toplum yapısı vardı.
         Devlet, “şeriat” denilen İslam Hukuku, “Kanun” adı verilen hükümdar buyrukları ve Örf denilen “geleneklerle” yönetiliyor ve bazen günlük gereksinimleri karşılamak için bunlar mantık dışına kadar genişletiliyordu.
         Bu yasalar gereğince, Müslüman olmayanlar, İslam kanunlarını kabul ettikleri takdirde, korunuyorlar ve topluluk yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.
         Gayrimüslim Milletler, karmaşık bir devlet yapısının yalnızca bir parçasıydı.
         Herkesin bir sahibi vardı. Ve bu kişi emri altındakilerin davranışlarından sorumlu idi. Küçük piramitler, bir araya gelip en tepesinde Sultanın bulunduğu, büyük Osmanlı Devleti piramidini oluşturuyordu.
         Sultanın “hâkimiyeti mutlaktı”; ama görevi; hiç değişmeyen dini kanunlar altında kusursuz bir denge olarak tanımlanan,          ”iyilikleri buyurmak ve kötülükleri yasaklamak” ve adaleti sağlamaktı.
         Tutuculuk yalnızca hükümet etme kuramlarıyla sınırlı değildi. Hipokrat Tıbbı, Batlamyus’un Astronomi ve Coğrafya bilgileri ve diğer Ortaçağ Bilimleri, Batı Avrupa’da rafa kaldırılmış olduğu halde Osmanlıda çok uzun süre varlığını sürdürdü.
         Hükümdarlık:
         Osmanlı Devletinin başında, Osmanlı soyundan gelen bir Padişah otururdu.
         Osmanlı Hükümdarları, kuruluş döneminin başlarında, yalnızca birer uç beyi idiler. Bu dönemde egemenlikleri altındaki topraklarda sınırlı bir otoriteye sahip olan Osmanlı Beyleri, Uç Beyliğinden, önce bir devlet, sonra da İmparatorluğa dönüşmesi ile mutlak bir otoriteye sahip “SULTANLAR” haline gelmişlerdir.
         Osmanlıda; tüm yöneticilerin, devletin yapısı gereği; biri, ALLAH’A diğeri padişaha karşı iki tür sorumluluğu varken, Padişahın yalnızca Allah’a karşı sorumluluğu vardı.
         Padişahın, yetkilerinin ve yönetiminin hukuki bir denetiminin olmayışı, Hukuki olmayan bir denetim biçimini doğurmuştur. Bu denetim, Ulema ve Yeniçeri Ocağının baskıları ile çoğu kez, kanlı biten denetimlerdi. İstemezük-Kazan kaldırma, hesap sorma yöntemlerinden bazıları idi...
         Eski Türk geleneklerine göre, ülke Hanedan mensuplarının ortak malı idi. Kuruluş döneminde geçerli olan bu yöntem, 1. Murat tarafından ülke; hükümdar ve oğullarının malıdır biçiminde değiştirilmiştir.
         Böylece merkezi yönetim güçlendirilmiş ve hükümdarlığın babadan oğula geçme esası kayda bağlanmıştır. Bu usul; Osmanlı Devletinin diğer Türk Devletlerinden daha uzun yaşamasına yol açmıştır.
         2. DİVAN-I HÜMAYUN:
         Devlet sorunlarının görüşülüp karara bağlandığı merkez örgütünün adıdır.
         Orhan Beyin kurduğu Divan-ı Hümayun Fatih Mehmet’in son zamanlarına dek her gün toplanmaktaydı.
          Sistem özetle şöyledir: “DİVAN” denilen bir kurul haftada bir kez Topkapı Sarayında kubbe altı denen yerde toplanır, devlet işlerini görüşür ve karara bağlardı. Divan’a Padişah başkanlık ederdi.
         Fatih, devletin merkezileşmesine paralel olarak, DİVAN’A bazı temel değişiklikler getirdi. Padişahın divana başkanlık etmesi yöntemi kaldırıldı. Padişah isterse, divan toplantılarını “kasr-ı adil” denilen kafes arkasından izleyebilir, ancak müdahale etmezdi. Bu durum divana başkanlık eden Sadrazam’ın etkisini de arttırmıştır.
         Divanın aldığı karar Padişahın onayı ile yürürlüğe girerdi.
          Divanı oluşturanlar: Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, Nişancı, Defterdar, Yeniçeri Ağası, Kaptan başı.
         Bununla birlikte; Yavuz Selim ve Kanuni zaman zaman divana başkanlık yapmışlardır.
         Bir vatandaşın, Makbul İbrahim’i padişah sanması, padişahların divanı kafes arkasından seyretmesine neden olmuştur.
         16.yy.dan itibaren divan her gün toplanmamaya başlamıştır.
         18.yy.dan itibaren divan iyice etkinliğini yitirmiş ve yönetimde ağırlık Sadrazamın eline geçmiştir.
         1768’de altı haftada bir toplanmaya başlayan Divan-ı Hümayun, 2. Mahmut döneminde, 1837’de Meclisi Vükela’nın (Bakanlar Kurulu) oluşmasıyla ortadan kalkmıştır.
         Divan aynı zamanda en yüksek yargı kurumuydu. Alınan kararlar Padişah onaylayınca yerine getirilirdi.
         Osmanlı Devletinde ilk vezir, Orhan Bey döneninde bu görevi yapan, Alaattin Paşa’dır. Daha sonra devlet işleri artınca, vezir sayısı da arttı. Bunların en kıdemlilerine Vezir-i Azam denilirdi.
         Osmanlının ilk Sadrazamı, 1. Murat döneminde bu göreve getirilen Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’dır. Sadrazam, Padişahın mutlak vekili olarak onun MÜHRÜNÜ taşırdı.
         Tüm vezirlerin başı olarak devlet işlerinin işleyişinden sorumlu idi. Padişah olmadığı zaman divana başkanlık eder, ordunun başında sefere çıkardı. Vezirler ise, Sadrazamın yardımcılarıydılar (Devlet Bakanları)
         Kazaskerler:
         Kuruluş döneminde bir tane olan KAZASKER sayısı, Anadolu Beylerbeyliği kurulunca, Rumeli Kazaskeriyle birlikte ikiye çıkmıştır.
         Adalet, Eğitim, Kültür ve din işlerine bakar, Kadıları tayin ederdi.
         Divan’da Şeyhülislamı temsil eden kazaskerler, Türk kökenli ve Medrese eğitimi almış olanlardan seçilirdi. Diğer tüm divan üyeliklerinde olduğu gibi, Rumeli Beylerbeyliğinde görevli olanlar daha üstündür.
         Müftünün divan üyesi olmasıyla birlikte, Kazaskerler, din işleriyle ilgili sorumluluklarını Müftüye devretmişlerdir.
         Defterdar:
         Devletin gelir gider ve bütçe işlerinden sorumlu görevlilerdir. Fatih döneminde sayıları ikiye çıkartılmıştır. (Anadolu ve Rumeli) Defterdarlar Kapıkulu kökenlidir. Kanuni döneminde sayıları üçe çıkartılmıştır. (Kıyı bölgeleri Defterdarı)
         Nişancı:
         Devletlerarası yazışmaları sağlar. Fethedilen toprakları tapu defterine yazarak, hak sahiplerine dağıtır. (Has, Zeamet, Tımar), resmi yazışmaların başına Padişahın tuğrasını çekerdi. Devşirme ve kapıkulu kökenlilerden seçilen NİŞANCI her dönemde bir tane idi.
         Reis’ül Küttap Divan üyesi olduktan sonra, “Nişancı” devletler arsı yazışmalarla ilgili sorumluluklarını “Reis’ül Küttap’a” devretmiştir.
         Müftü:
         Medrese kökenlidir. Padişahın danışmanı konumundadır. Divanın ve Padişahın kararlarının Şeriata uygun olup olmadığını denetler ve fetva verirdi. Kanuni döneminde divan üyesi olmuş, 1. Mahmut döneminde, Şeyh-ül İslam adını almıştır.
         Reis-ül Küttap:
         17.yy.dan itibaren divan üyesi olmuştur. Önceleri Nişancıya bağlı olarak, Divanı Hümayun kâtiplerinin şefi iken, 17.yy.dan itibaren dış işlerinden sorumlu üye olmuştur.
         Kaptan-ı Derya:
         Deniz Kuvvetleri Komutanıdır. Kanuni döneminde divan üyesi olmuştur.
         Yeniçeri Ağası.
         Yeniçerilerin en yüksek komutanıdır. Gerekli gördüğü zaman, Divan-ı Hümayun oturumlarında, Yeniçeri ocağıyla ilgili görüş bildirip oy kullanırdı.
         İstanbul’un güvenliğinden de sorumluydu.

         Şeriat düzenine dayalı, fetih üzerine kurulu, dinci bir tarım devletiydi...
         Osmanlı Devlet Yönetiminde Doğu İstibdadı-Şark despotizmi, UYGULANMIŞTIR. Bu MUTLAKİYET sistemini yürütebilmek için Osmanlı, kendi içinde bazı düzenlemeler yapmıştır. Bunlar:
1. Kul Sistemi:
Sarayın Olağanüstü gücünü ve mutlakıyetini sağlayan organlardan biri de kul sistemidir.
Osmanlının Ulemadan olmayan tüm yöneticileri KUL statüsünde idiler. Kul demek; Kamu kölesi, devlet kölesi demektir. Bunların boyunları kıldan ince idi. Yani padişah, bunları mahkemeye vermeden idam edebilirdi.
“Ya devlet başa ya kuzgun leşe”…Eceli ile ölen ya da katledilen kulun malı ve mülkü, olduğu gibi devlete yani saraya kalırdı. Böylelikle Saray dışında servet birikiminin oluşması büyük ölçüde önlenmiştir.
                2. Servet birikimine olumsuz tavır:
Yöneticilerin büyük servet edinmesi: Ya devletten kaynaklanır ya da Devlet yönetiminin kötüye kullanılmasıyla oluşur düşüncesi Osmanlıda yerleşmiş olduğundan, Ulema aileleri ve tüccarlar dışında sermaye birikimine izin verilmezdi.
          3. Hanedanla ilgili önlemler:
          a. Kardeş Katli: Osmanlı İstibdadının zirvesidir. Amaç Padişahı ülkenin tek adamı haline getirmektir. Kardeş katli Fatih Kanunnamesi ile hukuki hale getirilmiştir. Böylece; Osmanlı Hanedanı kendi kendini yediği için, (Kanuni, iki kez,  3. Mehmet bir kez evlat katili olmuşlardı) neslinin tükenmesini önlemek için bol kadınlı harem kurmuşlardır.
  b. Haremi yalnızca Cariyelerden (kadın köleler) oluşturmak:
 Başlangıçta Padişahlar kısmen de olsa; Prensesler, bey kızları ve aile kızları ile evlenirken, II. Beyazıt’tan başlayarak, yalnızca Cariyelerle evlenmişlerdir.
Kimi yazarlar bu değişimin nedenini; Osmanlı Padişahlarının kendilerini başka hanedanlardan üstün görmelerine ve çok evlilik yaptıkları için düğün masraflarından kaçınmak olarak değerlendirseler de, aslında; Padişahların kölelerle evlenmesini bizzat istibdat sisteminin mantığı emretmiştir. Çünkü Padişahın bilinen, mevki sahibi bir kimsenin damadı olması, ya da Padişahın bir kayın Pederinin bulunması bile Padişahın mutlakıyetine gölge düşürebilirdi.
Evlenme diyoruz ama aslında Padişahlar cariyelerle nikâhlanmıyorlardı. Cariyeler; yalnızca, kadın, haseki, ikbal gibi Şeri hukuk dışı bir takım sıfatlar ve statüler kazanıyorlardı.
Kanuni ile İbrahim’in, biri Hurrem öbürü Humaşahla nikâhlanmaları istisna idi. Özellikle II. Osman’ın Şeyhülislam Esat Efendinin kızı Akile Hanımı nikâhla alması ortalığı biri birine katmış ve haremi kendisine düşman etmiştir. Sonunda da sistem tarafından tasfiye edilmiştir.
Padişahın kadınları, Cariye, yani; köle, yani köken olarak birer “HİÇ” idiler. Kardeş katli kurumu kardeşleri ”HİÇLEŞTİRİYORDU” Amcaları ise, daha önceki Padişah, kardeş katli kurumu ile zaten yok etmiş oluyordu.
(Osmanlı Devletinde; Hükümdar eşlerinin siyasal bir rolleri yoktu. Osmanlı Devleti Hükümdarlarını- ilk Padişahlar ile 2. Osman dışında- yasal eşleri de yoktu. Haremdeki Cariyeler (kadın Köleler) içinde padişaha çocuk, özellikle de erkek çocuk doğuranlar, bir çeşit eş kabul edilirlerdi; ama hiçbir siyasal yetkileri bulunmazdı. Halkın içine de giremezlerdi. Ama, bazen; Veziriazamlarla bir olurlar ve devleti fiilen yönetirlerdi.)
c. Şehzadeleri Kafese Koymak: Padişahları çocukları yani Şehzadelerin Sancaklara; Sancak Beyi olarak gönderilmesi geleneği, II: Selimden itibaren yalnız en büyük Şehzadeye uygulandı. 3. Mehmet zamanında Büyük Şehzade de gönderilmez oldu.
  Yavuz Selim’in, babası II. Beyazıt’ı tahttan indirmiş olması, evlatların da ne denli tehlikeli olabileceğini göstermiştir. Bu yüzden; Şehzadeler, haremde; Kafes denen yaldızlı bir hapishanede yaşatılıyorlardı. Şehzadelerin her birinin ayrı birer dairesi, emirlerinde 10–12 cariyesi vardı. Dışarıdan kimse ile görüşemez ve haberleşemezlerdi. Girişimde bulunanlar ise idam edilirlerdi. Gebe kalan cariyenin çocuğu düşürülür ya da doğunca öldürülürdü. Kafesin bir adı da ŞİMŞİRLİK idi.
   ç. Padişah Kızları ve kız kardeşleri: Padişah kadınlarının Taht üzerinde bir hak iddiaları olmadığından bunlar bir ölçüde, serbest olsalar da, yine de kısıtlıdırlar.
   Bunların evlenme yoluyla, mutlak iktidara bir tehdit oluşturabilecekleri düşüncesinden ötürü, daima kul yöneticilerle evlendirilmişlerdir. Evlenme işi bütünüyle Padişahın izni ile olmaktadır.
Kız; bebek, damat da yaşlı biri olabilirdi. Nişan ve nikâhtan sonra; Kızın Buluğa ermesi beklenecektir.
Damat fermanı alınca; mevcut karı ya da karılarını boşamak zorundadır. Sultanı boşaması da mümkün değildir. Sultanın her türlü nazını çekmek zorundadır.
Sultanın güçlü bir sülale kurması da önlenirdi.
Ölen Sultanların servetine saray el koyardı.
       Sultanların oğulları; Fatih Kanunnamesine göre, en çok sancak beyi olabilirlerdi. Sarayda en güçlü kadın Padişah annesi, Valide Sultandı. Padişah Kadınları birer erkek çocuk doğurmadıkça birer hiçtiler. 
d.    Padişahın Diğer yöneticilerle arasına mesafe koyması:
Padişah Mutlakıyeti pekiştirmek için, diğer insanlarla arasına mesafe koymuştur. Padişah yalnız yemek yer, divana gelmez, diğer görevlilerle yüz-göz olmaz.
e.    Padişahın Kutsallaştırılması:
Mutlakıyeti pekiştiren mekanizmalardan biri de Padişahın âdete kutsallaştırılması idi.
 Hazinedar başı; Cuma günleri Padişahın namaz kılacağı camiye gider, seccadesini yayarak, yüzünü seccadeye sürer ve Padişaha zarar verecek bir şey var mı diye araştırırdı.
II: Abdülhamit’in Çamaşırları, çamaşır ustasının gözetiminde, kalfalar tarafından yedi gümüş leğenden geçirilerek yıkanırdı. Muayyen günlerde tıraş olan Padişahın sakalları, gümüş leğende yıkanıp, dualarla saç sandığına konur ve mühürlenirken de dualar okunurdu. Sonra süre alayları ile Medine’ye götürülüp Peygamber mezarı civarına gömülürdü. Kesilen tırnaklarına da aynı işlem uygulanırdı.
Törenlerde; Padişahın eli eteği ve ayağı öpülürdü.
Fatih; kendisi için; ”Cenab-ı Şerifim” diyebilmekte.
II. Abdülhamit; ”Allah’ın Gölgesi” olabilmektedir.
Kanuni Esasi Padişahı; ”Mukaddes ve gayri mesul” saymaktadır.
A.      Osmanlıda sarayın merkez olduğu ALANLAR:
1.    Askeri Merkez:
Osmanlı Ordusu; İki ana bölümden oluşmaktadır:
         A. Eyalet Ordusu; Tımarlı Sipahi; Tımar sistemine dayalı Eyalet Ordusu: Tımarlı sipahi ve zaimlerin başlıca geçim kaynağı dirliklerinden topladığı ayni vergilerdi. Dirlik sahipler, köylüden aldığı kiralarla hem kendi gereksinimlerini karşılar, hem de savaş zamanında orduya vereceği “Sefere Çıkaracağı” belli sayıdaki askeri toplar, eğitir, besler, donatır ve savaş için hazır bulundururdu. Ordunun en kalabalık bölümünü bu eyalet ordusu oluşturuyordu.
         b. Kapıkulu Ordusu: Hıristiyan kökenli savaş esirleri ve devşirmelerden derleniyordu. Bunlar kul statüsünde idiler. Devletten maaş alıyorlardı. Çoğunluğu ya da önemli bölümü İstanbul’da otururdu. Kapıkullarının bir bölümü; Süvari, bir bölümü de yaya idi.
     Süvariler: 6 bölükten oluşan kapıkulu sipahileri idi. Süvari olmayanlar ise, acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, humbaracı, lağımcı ocakları biçiminde örgütlenmişlerdi.
     Eyalet ordusu sayı bakımından kalabalık, hepsi atlı ama silahları; Ok, yay, kılıç gibi geleneksel silahlardı. Oysa kapıkulu ocaklarının elinde ateşli silahlar vardı bunlar uzun süre onların tekelinde idi. Bu durum sarayın durumunu dışarıya karşı nasıl güçlendirdiği açıkça ortadadır.
     Çünkü kapı kulları, ulufelerini her üç ayda bir saraydan törenle alan, padişaha kişisel bağlılık içinde olan kuvvetlerdi. Ulufe alırken bunların yediği çorba, pilav, zerde kişisel bağlılığı simgeliyordu.
2.    Mali Merkez:
         Padişahın kendi hazinesinin, (iç hazine, Enderun hazinesi) Sarayda bulunması doğaldı. Ama Devlet hazinesinin (Dış hazine, birun hazinesi, maliye hazinesi) de burada bulunduğunu, şayet yılsonunda fazlalık varsa,  bu fazlalığın iç hazineye aktarıldığını, buna karşın dış hazinede para kalmayıp da iç hazineden para çekilmiş ise, bunun dış hazinenin iç hazineye borçlanması olarak kabul edildiğini görüyoruz. Anlaşılıyor ki iç hazine esastır.
3.    Devlet Yöneticilerinin Eğitim Merkezi:
         Saray bir eğitim merkezi idi ve bu iş yalnız Topkapı sarayında değil, birkaç saraydan biden yürütülürdü. Edirne, Galatasaray, İbrahim ve İskender Paşa saraylarında da eğitim işleri görülüyordu. Bunlara hazırlık sarayları diyebiliriz. En önemli okul ise Topkapı sarayında ki Enderun mektebi idi. Yüzlerce iç oğlanı, sözü edilen saraylarda ve Topkapı sarayının Enderun mektebi odalarında, Osmanlı yöneticiliği için, hazırlanıyorlardı.
         Burada iç oğlanlarına;
                A.Türkçe (Okuması, yazması ve bununla ilişkili olarak Arapça ve Farsça),
                B. İslamiyet,
               C. Askerlik (Kişisel savaş ve komutanlık),
               C. Yönetim usulleri ve hukuku,
               D. Bir Osmanlı efendisinde bulunması gereken, Musiki, şiir gibi sanatı icra etmek ya da en azından bundan anlamak.
             E. Süfli yönleri dahil Padişaha ve sarayına hizmet öğretilirdi.
            Saray çok önemli bir eğitim merkezi olmakla birlikte, tek değildi, çünkü bir de tüm ülkeye yayılmış olan ve bir anlamda mahalle mekteplerine kadar uzanan, Medrese sistemi vardı. Ancak, yine de Saray; eğitimin niteliği bakımından önde bulunuyordu.
              Çünkü Medresenin eğitsel yararı, oldukça sınırlıydı.
              Her şeyden önce, öğretim dili Arapça idi. Ancak Arapçayı da doğru dürüst öğretemiyorlardı.
              Öğretim dilinin Arapça olmasının yanında, Doğal ve müspet ilimler, zaman-zaman, kısmen bazı medreselerde okutulurken, 16.yy. sonlarından itibaren, bunlar dine aykırıdır diye tümden kaldırıldı.
              Medrese eğitimi; din bilimleri ve dine dayalı hukuktan (Fıkıh) ibaret kaldı. Ayrıca; eğitim sistemi Skolâstikti. Yani eleştiriye ve tartışmaya kapalı, basmakalıp bilgi ve bunun ezberciliğe dayalı öğretimi.
              Medreselerin bu yetersizliği Beşik uleması sistemini doğurmuştur. Bunlar; İlmiye mensubu ailelerin çocuklarının; çevrelerinde gördükleri, aile büyüklerinden aldıkları dersler, evlerinde bulunan kitaplıklar sayesinde, âlim olarak yetişmeleri sistemidir.
              Medreseler, Anadili Arapça olan Araplarca da fazla bir şey verememiştir. Çünkü Medreselerin çoğunluğu Arap ülkelerinin dışında idi.
              15–16. yüzyıllarda, Osmanlı’da bulunan 324 Medresede 12’si Arap kentlerinde idi. Ayrıca Medrese mezunlarının Kamu görevi yapabilmeleri için Devlet dili olan Türkçe’yi bilmesi gerekiyordu. Medrese de Türkçe okutulmadığı için, Arapların kamu görevi alma ihtimali zayıftı.
              İkinci Meşrutiyetten sonra; Türkçe’yi ve bilimleri Medreseye girişimde bulunulmuş, Ancak 1914’le Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile bu hedefe ulaşılabilmiştir.
              Enderun; Enderun’da da Arapça öğretiliyordu. Ama amaç, burada devlet yöneticisi yetiştirmek gibi, pratik ve hayati bir anlam taşıdığı için Öğretim Türkçe olarak yürütülüyordu. Arapça’dan başka, Farsça, Tarih, Matematik, musiki ve edebiyat dersleri de vardı.
      4.  Kutsallık Merkezi:
Topkapı Sarayı her alanda olduğu gibi, kutsallık alanında da tek olmaya özen göstermiştir. Padişahın kutsallık kazanma süreci doğal olarak Sarayı da kutsallık merkezi haline getirmiştir.
Mısır'dan getirilen Kutsal Emanetlerin Topkapı Sarayında saklanması da anlamlıdır.
         5. Sanat ve Düşünce merkezi: Topkapı Sarayı, Minyatür, hat, ciltçilik, musiki, şiir, mimarlık, tarih gibi önemli dallarda bir sanat ve düşünce merkezi idi. Saray birçok divan şairlerini, musikişinasları, nakkaşları koruması altına almışlardı.
         Osmanlı sarayının her yönü ile MUTLAKIYET olguları taşıdığı ortada. Ve bu onun açıkça,”Klasik bir doğu istibdadı” örneği olduğunu da gösteriyor. Haremi, Cariyeleri ve Kullarıyla.
         Ancak; Sarayı ve siyasetini inceleyince; güçlü bir Avrupa-Rumeli eğilimi yani batı eğilimi seziliyor.
         Sancak ve tımar sistemi; Mısır dâhil Afrika’ya, Irak’a, Hicaz ve daha güneylere uygulanmıyordu. Filistin ve Suriye'de de enderdi. Fakat Eflak, Buğdan, Erdel imtiyazlı beylikler olmakla birlikte, Orta Avrupa demek olan Macaristan Tımar ve Sancak sisteminin içinde idi.
         Rumeli Beylerbeyi, Rumeli Kazaskeri, Anadolu Beylerbeyi ve kazaskerlerinden daha kıdemli idiler. 2. Abdülhamit dönemine kadar, Rumeli Valileri daha kıdemli idiler ve daha çok maaş alırlardı.
         Osmanlı Devletinin, İran’a, Orta Asya’ya, ya da Rusya’ya doğru, yayılma konusunda fazla heves gösterdiği söylenemez. Arap ülkelerinin fethinin ise,  fetih arzusundan çok, Ortadoğu’dan geçen, Uluslar arsı ticaret yollarına yönelik Hint Okyanusundaki Portekiz tehdidini, karşılamak ihtiyacından kaynaklandığı anlaşılıyor.
         Memluklar, denizcilikte geri oldukları için, Kızıldeniz’de Osmanlı donanmasının yardımını istemek zorunda kalmışlardı. Ticaret yollarının ve Kızıldeniz’in güvenliği Doğu Arapları için hayati önemde olduğu için, bunlar Osmanlı egemenliğini nerede ise davet eder durumda idiler.
         Osmanlının Araplara mesafeli durduğunu gösteren tipik iki örnek vardır:
1.    131 Osmanlı Şeyhülislamından ancak bir tanesi Arap'tı, o da Vahdettin döneminde o makama gelmişti.
2. Hiçbir Osmanlı Padişahı, Hacca gitmemiştir. (Şeyhülislam kızı ile evlenen ve rivayete göre Hacca gitmek ve başkenti Anadolu’ya taşımak isteyen II. Osman “Genç Osman’ı” sistem tasfiye etmiştir.) Buna karşılık, İtalya’ya, Viyana’ya kadar gözü hep Batı’ya diken Osmanlı’nın bereketli Balkan ve Orta Avrupa topraklarını “arzu” ile fethettikleri söylenebilir.
Devletin iskân siyaseti böyle olunca, Türklerin de Anadolu dışında yurt edinmek söz konusu olduğunda Rumeli’yi seçtikleri anlaşılıyor.
         Sarayın yaşamında da Batı’ya yönelişi görebiliyoruz. Orhan Beyin kadınlarından Nilüfer Hatun Tekfur kızı, Asporça Hatun ile Teodora Bizans imparatorunun kızlarıydılar.
         I. Murat’ın kadınlarından Gül çiçek Hatun Rum’du, Tamara Bulgar Kralının kız kardeşi ya da kızı idi.
         Beyazıt’ın kadınlarından Marya Sırp kralının kızı idi.
         II. Murat’ın Kadınlarından biri olan Hüma hatun yabancıydı ve Fatih’in annesi idi. Bir diğer kadını Mara, Sırp kralının kızı idi.
         Fatih’in de köken olarak Türk ve Müslüman olmayan kadınları vardı. II. Beyazıt’ın cariye olan kadınları muhtemelen köken olarak Müslüman değillerdi.
         Ondan sonra da padişah kadını olan cariyelerin pek çoğunun Avrupalı ya da Rumelili, sonradan Müslüman olmuş, kimseler oldukları anlaşılıyor.
         En ünlüleri ise Avrupalıydılar. Hurrem Sultan (Kanuni) Rus’tu. Safiye Sultan (3. Murat) Venedikliydi. Turhan Sultan (İbrahim) Rus'tu. Kösem Sultan (I. Ahmet) ise Rum ya da Boşnak’tı. Bu genel tablo da bir çeşit batıya yönelişi göstermektedir.
         Yukarıda Osmanlının, Kurduğu İstibdat düzeni anlatılmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz bu durum işlevseldi. Yani Doğu İstibdadı zevk için ya da şu ya da bu kavim demokrasiye yatkın bir kavim değil diye ortaya çıkmamıştır.
         Göçebeliğin egemen olduğu toplumlarda, ”medeniyetin” yani yerleşikliğin , ”göçebe azgınlığına” karşı barınabilmesi çok zordur. Özellikle de Devletin, hükmü altındaki göçebeleri, yerleşikliğe geçirebilmesi, zorlu ve ceberut bir düzeni gerektirir.
         Yukarıda belirtildiği gibi, Osmanlı iktidarı, elindeki gelişmiş istibdat araçları ile göçebe saldırganlığını dışarıya, yani fetih ve akınlara kanalize edebilmiş, zaman-zaman da o araçlarla göçebenin kafasına vura vura onu yerleşikliğe zorlamıştır.
         1865 tarihinde bile devlet Fırka-yı İslâhiye adı altında silahlı bir tümen asker göndererek Çukurova bölgesindeki “Avşarları” ve diğer aşiretleri zorla iskân etmeye çalışmaktaydı.
         D. ÜLKE YÖNETİMİ:
1.    Payitahtın (Başkent) Yönetimi:
         Bütün merkez yönetimi burada olduğu için, özel bir yönetimi vardır. Şehrin güvenliğini Yeniçeri Ağası sağlardı. Taht Kadısı denilen İstanbul Kadısı, adalet işlerine, Şehir Emini de belediye işlerine bakardı.
2.    Eyaletlerin Yönetimi:
         İmparatorluk; Eyalet (BEYLERBEYİ) denilen, çok geniş yönetim birimlerine ayrılmıştı. Eyalet yalnız bir sivil yönetim alanı değildi. Askeri bölge anlamına da geliyordu. Bunların başında bulunan Beylerbeyiler; hem sivil hem de askeri yetkilere sahip idiler.
    Eyalet Osmanlı Devletinde temel yönetim birimidir. Eyaletleri (Beylerbeyliği) başında Beylerbeyi bulunurdu. Eyaletler Sancaklara, Sancaklar Kazalara, Kazalar Nahiyelere, Nahiyeler ise, köylere ayrılmıştı.
         Sancaklar, Sancak Beyleri, Kazalar kadılar, Köyler de Tımarlı Sipahilerce yönetilirdi. Adalet işleri yanında idari ve mali işlerle de uğraşan Kadı, kazalarda en yüksek yöneticiydi. Kadı olmadığı zaman ona “NAİB” vekillik ederdi. Subaşı adı verilen görevliler, sancak, kaza ve köylerde güvenliği sağlardı.
         Osmanlı Devletinde, ilk olarak,1. Murat döneminde, Rumeli Beylerbeyliği kurulmuştur. Rumeli Beylerbeyliğinin ilk merkezi, Filibe iken sonradan Manastır olmuştur. Yıldım Bayezit döneminde kurulan Anadolu Beylerbeyliği’ne, Kütahya ve Ankara merkez olmuşlardır.
         Rumeli Eyaleti değer ve protokol açısından daha önemlidir.
         Eyaletlerin yönetimi kendi içinde ikiye ayrılırdı.
         a)Merkeze Bağlı Eyaletler (Yıllıksız Eyaletler)
         Dirlik sisteminin uygulandığı eyaletlerdir. Başlarında Beylerbeyi bulunurdu. Bu eyaletlerin gelirleri, dirliklere ayrılır ve maaş karşılığı devlet görevlilerine verilirdi. Rumeli, Anadolu, Kefe, Diyarbakır, Erzurum, Kars, Van, Girit, Ege Adaları, Bosna, Temaşvar, Budin, Eğri, Trabzon, Şam, Halep başlıca merkeze bağlı Eyaletlerdir.
         b) Özel Yönetimli (Saliyaneli) Eyaletler:
         Yavuz ve Kanuni dönemlerinde oluşan bu Eyaletlerin toprakları, dirliklere bölünmez, Vali ve Askerlerine “Saliyane “ denilen maaş verilirdi. Saliyaneli eyaletlerin, eyalet gelirleri İLTİZAM’A verilirdi.
         Bu tür eyaletlerden alınacak verginin devlet hazinesine yatırılmasına İLTİZAM, eyaletlerden vergi toplama işini devlet adına açık arttırmayla üzerine alan kişiye de MÜTELZİM denilirdi. Mütelzim, bir yer için devlete ödediği peşin vergileri, Saliyaneli eyaletlerden kendileri toplardı.
         Devletin nakit para gereksinimi olduğu dönemlerde sıkça başvurulan bu sistem, TIMAR sisteminin bozulma nedenlerinden biridir. Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Mısır, Basra, Bağdat, Yemen ve Habeş gibi merkeze uzak eyaletlerde uygulanan bu sistem zamanla tüm ülkeyi sarmıştır.
         c) Osmanlı Devletine Bağlı Hükümetler:
         İç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Osmanlı Devletine bağlıdırlar. Yöneticileri, o ülkenin yerlileri arasından Osmanlı Padişahları tarafından seçilerek atanırdı. Yıllık vergi öder ve savaş zamanı askeri destekte bulunurlardı.
         Kırım Hanlığı, Eflak, Boğdan, Erdel ve Hicaz bu statüye bağlıydılar. Hicaz bölgesi kutsal topraklar olarak tanımlandığı için bu bölgeden vergi toplanmadığı gibi asker de alınmamıştır.
         C. TOPRAK DÜZENİ:
         İslam inanışına göre, yeryüzünün sahibi Tanrıdır. Toprak da tanrınındır. Yeryüzünde tanrının elçisinin vekili Halife olduğuna göre, toprağı yönetmek, topraklara düzen koymak, işlettirmek, kişilerin kullanımına vermek hakkı, Halifenin yani padişahındır.
         Halife-Padişah, imparatorluk sınırları içindeki toprağı, devletin ordu örgütüne göre; orduyu her bakımdan besleyen, oluşturan, ”Merkezi güç”ün ülkedeki sivil asker uzantısı olan “paşa”, ”Beylerbeyi”, ”sipahiler” arasında paylaştırılmıştır.
         Toprak; Has, Zeamet, Tımar denilen DİRLİKLERE ayrılmış, devletin sivil-asker örgütünde yer alanların yönetimine verilmiştir.
         Fakat bu topraklar, kişilerin malı değildir. Dirlikleri elinde bulunduranlar, toprağı doğrudan işleyemezler. Dirlikleri küçük bir kira karşılığında, Reaya’ya köylüye vermek zorundadırlar.
         Köylü toprağı işleme karşılığında, dirlik sahibine kira, Devlete de vergi vermekle yükümlüdür.
         Dirlik sahipleri köylüden aldığı kiralarla, hem kendi gereksinimlerini karşılar, hem de savaş zamanında orduya vereceği “sefer”e çıkartacağı, belli sayıdaki askeri toparlar, besler eğitir. Ordu için hazır bulundururdu.
         Bu toprak düzeni; Osmanlı Devletinin güçlü dönemlerinde, hiç aksatılmadan yürütülmüş, bozulmamış ve ekonominin de asıl yapısını oluşturmuştur.
         D. EKONOMİK YAPI:
         Toplumda sanayileşme yoktur. Kentlerde, el sanatları işlikleri ve savaş için ordunun silah, araç ve gereçlerinin yapıldığı küçük işletmeler vardır.
         Ordunun silah, araç ve işletmeleri doğrudan ordunun elindedir. Ülkedeki üretim tümüyle tarıma dayalıdır.
         Ekonomik alanda, 1365’te ilk kez verilen ve sonraları çoğalan Kapitülasyonlarla, yeni ticaret ilişkileri gelişmiş; yabancı girişimci tüccarların İmparatorluğun kıyı kentlerinde alım satım merkezleri ortaya çıkmıştır.
         Bu gelişme, hem ekonominin giderek yabancıların eline, denetimine geçmesine neden olmuş, hem de onlarla işbirliği yapan yerli ticaret kesiminin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.
         Devletin, vergilerden, dirliklerin başındaki sipahilerden sağladığı gelirlerin yanında bir büyük parasal kaynağı da, savaşlardan ve savaşlarda ele geçirdiği ülkelerden aldığı “ganimetler”, vergiler, korumasına aldığı tüccar devletçiklerden aldığı altınlardır.
         F. TOPLUMSAL YAPI:
         Osman Bey’in Söğüt dolaylarında kurduğu beylik giderek, tüm Anadolu’yu ele geçirmiş, Anadolu’nun dışına da yayılarak; Arap Yarım adasının tümüne, Kuzey Afrika’ya, Balkanlar’a, İtalya’ya, Avrupa içlerine, Kırım’a, Avusturya’ya, Macaristan’a, İran’a kadar yayılmıştır.
         Genişleyen imparatorluk sınırları içinde, her dinden, her mezhepten, ayrı soydan, ayrı dille konuşan toplumlar vardır.
         Devletin ordu gücü; disiplini altında, bu ayrı soydan, ayrı dilden, ayrı kültürden, insanların bir arada yaşamaları sağlanmıştır. Üstelik devlet, uzandığı yayıldığı, ülkelerde, olağanın, doğalın dışında bir Türkleştirme, İslamlaştırma siyaseti de gütmemiştir.
         Onları sadece gelir sağlayan, ürün veren, vergi ödeyen, ülkeler, topluluklar olarak görmektedir. Ele geçirilen ülke insanları, din, dil ve kültür bakımından özgürdürler.
         Osmanlı toplumu iki gruptur:
1.      Müslümanlar.
2.      Müslüman olmayanlar (Gayri Müslimler).
         En önemli üç Gayrimüslim cemaat ise;
·         Rum ya da Doğu Ortodoks Hıristiyanları,
·         Ermeni Gregoryen (Monophysite-Hz. İsa’nın hem tanrı hem insan olarak, tek bir tabiatı olduğuna inanan) Hıristiyanlar,
·         Yahudiler.
Osmanlı Devleti var olduğu sürece, çoklu-etnik karakter yapısını sürdürdü. Osmanlı uygarlığı, farklı dilleri konuşan, farklı dinlere mensup, toplulukların “kendi kimliklerini koruyarak” bir arada yaşamasıyla oluşmuştu. Gayrimüslim topluluklar ikinci derecedeki statülerinden her zaman memnun değildiler.
İki gruba da topluca REAYA denirdi. Müslüman olmayanlar (1856 Islahat Fermanına kadar) “CİZYE”,”HARAÇ” adında vergi öderlerdi. Ayrıca:
·         Müslümanlar gibi giyinemezler.
·         Askerlik yapamazlar.(Bir döneme kadar)
·         Müslümanlar önünde ayağa kalkarlar.
·         Mahkemede tanıklıkları kabul edilmez.
·         Çocukları Müslüman okulunda okuyamaz.
·         Devlet memuru olamazlar.
Gibi, yurttaşlık haklarından yoksundular. Ancak, Ticari ve ekonomik alanda serbestçe etkinlik gösterebildiklerinden bu alanda çok zenginleşmişlerdi. Okuyarak (Batıyı izleyerek), kafalarını; ticaretle de keselerini doldurmuşlardır. Ve Türklerle fazla kaynaşmamışlardır.
         Müslüman toplum ise, çobanlık, çiftçilik ve askerlik yapıyordu.
Yönetilenler içinde bir diğer sınıf ise; ”sanatkârlar” idi. Sanatkârlar “lonca” örgütüne bağlı idiler.
 Bir önemli sınıf ta “Ulema”dır. Ulema ne yöneten ne yönetilen ilginç bir sınıftır. Yöneten ve yönetilene “akıl” verir. Devletin İslam kurallarına göre yönetilmesini sağlar.
         Bu sınıfın en yüksek makamı; Şeyhülislam, en küçüğü ise; Kadıdır. Adalet kurumu bu sınıfın elinde olup, akıllarının üç kaynağı vardır. KURAN-HADİS-İCMA.

KAYNAKLAR:
Sina AKŞİN: Türkiye Tarihi - Osmanlı Devleti
Metin KUNT: Türkiye Tarihi- Osmanlı Devleti
Lord KİNROS: Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Çöküşü
Doğan AVCIOĞLU: Türklerin Tarihi

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar