25 Ağustos 2011 Perşembe

66- BÜYÜK TAARRUZ'DA KOCATEPE

Ahmet AVCI
26 AĞUSTOS 2011
SEFERİHİSAR

BÜYÜK TAARRUZ’DA KOCATEPE: 26 AĞUSTOS 1922

Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunan Ordusunun Taarruz gücü kırılmış ve sıra Anadolu’nun Yunan Ordusundan temizlenmeye gelmişti.
Kurtuluş Savaşını başlatan Mustafa Kemal ve arkadaşları; 19 Mayıs 1919 tarihinde başladıkları yürüyüşte; hedeflerinin bir aşamasına daha ulaşmışlardı. Hatta üç yüz yıldır gerçekleştirilemeyen TAARRUZ harekâtına başlayacaklardı…
Bu aşamaya ulaşmak kolay olmamıştı. Osmanlı Yönetimine rağmen, Güçlü düşmanlara rağmen, hatta başarıya inanmayan kimi komutanlara, Meclis üyelerine rağmen, yoksul ve yorgun Halk’a rağmen bu HAREKÂT’A başlanacaktı…
Emperyalistlerce, özellikle de İngiltere tarafından desteklenen, sayısı ve donanımı daha iyi olan Yunanistan Ordusuna, beklemediği yerde, beklemediği zamanda ve beklemediği kuvvetle vurulacaktı.
Ordu eğitilmiş, donatılmış ve taarruza hazır hale getirilmiş, Halk da Meclis te bu son vuruşa hazırlanmaya çalışılmıştı.
Tüm hazırlıklar sonunda 26 AĞUSTOS 1922 günü Büyük TEARUZ’UN başlatılması kararı verilmişti…
Başkomutan ve diğer komutanlar 25/26 Ağustos gecesi KOCATEPE’DE toplanmışlardır…
Tan ağarması beklenmektedir:


Şimdi biz de KOCATEPE’DE olalım ve izninizle o geceyi; TURGUT ÖZAKMAN’IN “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” kitabından aktaralım:

“Tümenler önceden belirlenmiş hazırlık hatlarına ulaşmışlardı. Ağır ve hafif toplar, önceden seçilmiş yerlere yerleştirildiler…
Cephane kolları, topların yanına mermi taşıyor, muharebeciler telefon ağını kuruyorlardı. Sıhhiyeciler sargı yerlerini açmışlardı. İstihkâm birliği, hücum edecek birliklere tel örgülerde gedik açacak tahrip müfrezeleri yollamıştı.
Bütün bunlar sessizlik içinde yapılıyordu.
Taarruz edecek birlikler, topların tanzim ve tahrip ateşleri sırasında düşman mevzilerine hücum mesafesine kadar yanaşacaklar, Topçu; ateşi ileri kaydırınca, süngü hücumuna kalkacaklardı. Bölük ve takım subayları ile çavuşlar, askerlerin arasında yerlerini almışlardı. Birlikte hücum edeceklerdi. Sis yüzünden, hücum edecekleri tepeleri hala göremiyorlardı.
Askerler, subayların tavsiyelerine uyarak, bir-iki saat uyumak için başlarını tüfeklerine ya da birbirlerinin omuzlarına yasladılar…
Başkomutan, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve karargâhlarının savaş kademeleri, saat 03.30’da atlarına bindiler.
SİSLİ, SERİN, KARANLIK BİR GECEYDİ.
Fenerli iki süvari yol göstermek için öne geçti. Yol açtılar. Mustafa Kemal PAŞA önde gidiyordu, yalnızdı. Arkasından Fevzi, İsmet Paşalar geliyordu. Daha arkada kurmaylar, yaverler, görevliler, hizmet erleri, seyisler vardı.
Çevre yedekler ve geri hizmet birlikleriyle doluydu.
Ağır ağır KOCATE’YE çıktılar.
Birinci ORDU KOMUTANI Nurettin PAŞA ve Ordu karargâhı savaş kademesi KOCATEPE’DE gecelemişti. Telefon ve telgraf bağlantıları yapılmış, gözetleme çukurları açılmış, güçlü topçu dürbünleri yerleştirilmişti.
Nurettin Paşa, PAŞALARI karşıladı. Sis dolayısıyla, topların ateşe biraz geç başlayacaklarını bildirdi. Mustafa Kemal PAŞA; KOCATEPE doruğunun kıyısına geldi. Aşağıya baktı.
Ufka kadar her yan sis içindeydi. Nurettin PAŞA’NIN yaveri PAŞALARA çay verdi. Biraz soğuktan daha çok da heyecandan hepsinin içi titriyordu.
Saat 05.00’e doğru gün ışımaya, sis dağılmaya, Afyon kalesi ve dev tepeler belirmeye başladılar.
Herkesin Ankara’da sandığı BAŞKOMUTAN KOCATEPE’DE, Ordusunun başındaydı.
Başıyla İsmet PAŞA’YA işaret etti, İsmet PAŞA, Nurettin PAŞA’YI uyardı. Birinci ORDU K. Nurettin PAŞA, telefonla Kolordulara gerekli emirleri verdi.
Önce tek top sesi duyuldu, mermisi koca TINAZTEPE’YE düştü. Sonra bütün toplar, düzenleme (tanzim) ateşi için gürlediler.
05.30’da batarya komutanları, zevk narası atar gibi emir verdiler:
“ATEŞ!”
“ATEŞ!”
“ATEŞ!”
Tahrip ateşi başladı. Bu kesimde 200 kadar top vardı. Hazırlanmış ateş planına göre, yunan mevzilerini, direnek merkezlerini, makineli tüfek yuvalarını ateş altına aldılar.
Ne yunanlılar böyle yoğum, dehşet verici ateş görmüştü, ne de Türkler.
Tepeler yanıyordu sanki. Cephanelikler ateş alıyor, kamyonlar uçuyor, toplar parçalanıyordu. KOCATEPE bile zangırdıyordu.
Piyadeler hücum mevzilerine, tel örgülere doğru ilerlemeye başladılar.
Bu cehennemlik ateş 20 dakika sürdü. Bataryalar bu kez 10 dakika sürecek imha (yok etme) ateşine geçtiler. Siperleri ve gözetleme yerlerini dövmeye başladılar.
Başkomutan, ateş planını, topların ustaca kullanımını çok beğenmişti. İsmet PAŞA’YA birçok kez teşekkür edecekti.
Bazı tel örgüler, topçu ateşiyle yıkılmıştı. Bazılarını da İstihkâmcılar ya da sabırsız askerler yıktılar. İmha ateşi sona erer ermez, subaylar ve askerler, açılan gediklerden mevzilere, direnek merkezlerine daldılar.
Fırtına gibi esiyorlardı:
“Allah Allah… Allah Allah…”
Topçular, ateşleri ilerilere kaydırdılar. Top, makineli tüfek, el bombası, boru sesleri ve savaş naraları içinde, 06.45’te 5. Tümen Kalecik Sivrisi’ni ele geçirdi. On dakika sonra da 15. Tümen’in 38. Alayı’nın da TINAZ TEPE’Yİ aldığı haberi geldi…
TEĞMEN ŞEVKET EFENDİ’NİN GÜNLÜĞPÜNDEN:
“Tınaz TEPE’Yİ zaptetik. Çok yazık ki Alay Komutanımız İlyas Bey, taarruzun başladığı ilk dakikalarda yaralandı. Yaralı olmasına rağmen geri gitmedi. Kaldı tepe zaptedilince atını sürüp Tınaz Tepe’nin doruğuna çıktı. Düşman geride iki top bırakmıştı bir erimiz toplardan birinin üzerine çıkıp ezan okudu:
“Allah-u Ekber!””

25/26 AĞUSTOS 2009 gecesini ben de KOCATEPE’DE geçirip törenlere katılmış ve gözlemlerimi “Kocatepe’de Düşündüklerim” başlığı ile kaleme almıştım.
İzninizle o yazımı aşağıya alıyorum…
Saygılarımla…

KOCATEPE’DE DÜŞÜNDÜKLERİM!

26 Ağustos 2009 günü saat 04.00’dan itibaren KOCATEPE’DE idim. BALCOVA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ÜYELERİ İLE BİRLİKTE GİTMİŞTİM.
Amacım, ruhumda büyüttüğüm ve yücelttiğim Tarihi ve Kutsal bir görevi yerine getirmekti. Çünkü benim için; KOCATEPE DE, SAKARYA gibi ÇANAKKALE gibi Milletimin Kutsal Mekânlarından birisi idi.
Bu Kutsal Görevi, Milli Mücadele’nin; İzmir Kuvay-ı Milliye Temsilcisi sıfatıyla yerine getirmenin hazzını duymalı idim.
Türk Yurdunun uğradığı; haksız, ahlaksız, anlamsız ve acımasız bir İşgal eylemine karşı Türk Milletinin birleşerek, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı’nda, Emperyalistlere karşı vurduğu en güçlü yumruğun atıldığı yerde olacaktım.
Biliyordum ki; Büyük Taarruzla kazanılan ZAFER, Türk’ün Emperyalizme karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin, yılmaz ve sarsılmaz iradesinin, işgale ve paylaşılma, parçalanma girişimine başkaldırısının, en çetin direnişi en güçlü yumruğudur.
Bu Zafer, Türk Milletinin yüceliğinin, haksızlığa ve dayatmalara boyun eğmeyen kişiliğinin ve Yurtseverliğinin bir yansımasıdır.
Türk Kurtuluş Savaşında; Paşalar, Subaylar, Erler hatta Kadınlarımız ve Milisler, özetle tüm Halkımız, Bağımsızlık için seve seve canlarını vermişlerdir.
Ve Zaferi kazanmışlardır. Türklüğü kurtarmışlardır, Türk Devletinin de KURULUŞ yolunu açmışlardır.
Ve yine biliyordum ki: Gerçek Zafer, Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya koyduğu HEDEFTİR.
Bu hedef; Çağdaş Uygarlık düzeyini yakalamak hatta üstüne çıkmaktır.
Bizim görevimiz ise; Bize bırakılan Onurlu -Hedefe- Miras’a sahip çıkmaktır.
Kocatepe’de soğuk ve kısmen yağışlı bir hava bizleri karşıladı. Hiç bilmediğim bir yolda ve arazide ilerler halde idim ve aklımda hep değişik düşünceler vardı.
Önce yerimi ve yönümü bulmaya çalıştım.
Ben tüm benliğimle: Büyük Taarruz’un başlangıç anını yaşamak istiyordum.
26 Ağustos 1922 şafağını düşündüm. Mustafa Kemal Paşa’yı ve CEPHE’Yİ algılamaya çalışır ve çevreme bakınırken, bir anda Nazım Hikmet’in sesi ile irkildim.
“Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
Ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın,
Daha küçük kaldığı için
Ve bu vakitlerde topraktan
Ve yürekten evimize, aşkımıza
Ve kendimize dair sesler geldiği için.
Kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını,
Seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar Şehrinin ışıkları gözükecektir.
Kuzeydoğuda Güzelim dağlar,
Ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde.
Ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
Şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle pırıltılı, öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam, nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu.
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «Üç» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar, ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.”

Törene katılanların coşkulu canlılığı ile de kendime geldim.
Arabalardan sonra gece karanlığında yarım saat kadar yürümek zorunda idik.
Gecenin ayazında yürümek bile bana kutsal bir ibadetin parçası gibi geldi.
İlerlediğimiz yolda dönenler vardı. Onlara törenin bitip bitmediğini sordum. “Biter mi Beyim” dediler.
Tören alanına gidenlerin de dönenlerin de çoğunluğu GENÇ idi. Ve inanın çoğu KADINDI. Gençlerde de bizim gibi yaşlılarda da çoğunluk bayanlarda idi.
Tören alanını uzaktan görüyor ve sesleri de duyuyorduk. Yaklaştıkça, Mehter Marşlarının sesi beni ve yanımdakileri bir ölçüde şaşırttı.
“O da bizim marşımız ama şimdi zamanı mı idi?”
Alana girince, Kocatepe Üniversitesi’nin organizasyonu ile karşılaştık. Mehter Marşı da sahneye konulan; tarihi sürecin bir parçası imiş.
Bir yandan sahneyi öte yandan da katılanları izlemeye çalıştım. Bir ara sahnede seslendirilen HARBİYE Marşı’na izleyenlerin katılımı Kocatepe’deki düşüncelerimden uyandırdı…
Ama inanın ben, aklımın bir yarısı ile 26 Ağustos 1922’i algılamaya çalışırken, öteki yarısı ile de 26 Ağustos 2009’daki siyasal, sosyal, ekonomik ve tarihi gelişmeleri anlamaya çalışıyordum.
O soğuk ve karanlık havada, tepedeki Anıtı ve kitabeyi incelemeye ve yönümü bulmaya koyuldum, tabi ki kafamdaki düşüncelerle birlikte…
Sahneye İzmir Devlet Senfoni Orkestrasının elemanlarının çıkışı yeni bir hareketlendirme başlattı.
Artık müzik eşliğinde Kocatepe’de Güneşin Doğuşu’nu izleyebilirdik.
Ve birden Onuncu yıl Marşı başlamasın mı? Ama sanki sahnede kimse yok ve izleyiciler kendiliğinden büyük coşkuyla ve birilerine MESAJ verircesine bu Marşı seslendiriyordu.
Ben ise; Güzel Müzik eşliğine ve harikulade bir ortamda; düşüncelere dalmıştım:
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülkeye ve bu halka kazandırdıklarını yitirmenin acısını ve utancını ta iliklerimde hissediyorum.
“Hani;
Esaretten kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız, sınıfsız bir kitle idik.
Kadınımız cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse, kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli, bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.
Milletimizin efendisi, gerçek üretici olan KÖYLÜ olacaktı.
Basın hürdü.
Hukuk; üstündü. Yargı adil, bağımsız ve tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel ilkelerimizdi.
Atatürkçülük; rehberimizdi.
Çağdaş Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi alacaktık.
Neredeyiz şimdi…
Siyasi iktidarın ideolojisi devletin kuruluş ideolojisi ile çatışıyor…
Rejimin temel özellikleri olan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti kavramlarıyla bugünkü iktidar sorunlar yaşıyor…
Anayasa Mahkemesi; bu günkü iktidarı oluşturan siyasi partinin; “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” hükmüne varmış, -kapatmamıştır- ama cezalandırmıştır.
Geçmiş döneminde; İslamiyet, terörle birlikte anılmaya başlamışken, şimdi hırsızlıkla, yolsuzlukla, hayali ihracatla, soygunculukla, din-iman sömürücülüğü ile ve Allah’la aldatmak ile birlikte anılır oldu.
Benim hırsızım iyidir pişkinliğinden; benim adamım, çalsın-çırpsın zenginleşsin. Kredi de, ihale de, gemiler de, imar değişiklikleri de, kuryelik de, rafineri de, yumurta ticareti de, mısır ticareti de, bizimkilerin olsun yüzsüzlüğüne gelindi.
“Devletin malı deniz, yemeyen keriz” noktasından; “devletin malını çalalım, peşkeş çekelim, kalanı da satalım” noktasına gelindi.
Cumhuriyetin; 86 yıllık kazanımları, tükenmek üzere.
Böylece, rövanş mı alınıyor?
Atatürkçülere, yurtseverlere, görevini yapan basına, hakkını arayan çiftçiye gösterilen tepki, ne yazı ki bölücü teröre karşı gösterilememektedir.
Bir kurtuluş Savaşı verilerek, kurulan bu Ülke bu Cumhuriyet, bizlere emanet edilen Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti, nasıl bu hale getirildi?
Ülkemizde;
Ekonomi; IMF ve Dünya Bankasına teslim edilmiş,
İç ve Dış Siyaset; ABD ve AB’ye havale edilmiş,
Dış güvenlik; ABD’ne bırakılmış,
İç ve dış borç; 500 milyar doları aşmış,
Cari açık kapatılamaz boyutlara ulaşmış,
Toplum; Dinci, Laik, Atatürkçü, Ergenekoncu, Bölücü olarak ayrıştırılmış,
Halk, üretici, çalışan, emekli, perişan edilmiş,
500 kg. kömür, bir gıda paketi ve iftar yemeği ile uyutulan halk, neden bu bunlara muhtaç kılındığını anlamadan, şükrederek oyunu aynı doğrultuda kullanabilmekte.
Acaba; ABD ve AB, bugünkü iktidarı neden bu ölçüde destekliyor? Avrupa Birliği Kriterleri nerede kaldı?
Batı’nın ETNİK AYIRIMCILIK tuzağına mı düştük?
Bütünleşmeyi gerektiren tüm öğeleri, bir yana bıraktık, etnik ayrımcılığı Demokrasi diye mi algıladık?
Türkiye’nin başında; Türkiye’yi savunan bir yönetim yok. Varlığını ABD’nin varlığı ile bütünleştirmiş bir yönetim mi var?
Devletsizleşen Türkiye’de; Milletini ve Toprağını savunan güçler ve kişiler, Emperyalizmin işbirlikçileri eli ile sindirilmiş. İşgal altındaki Osmanlı Aydınları ve Halkı gibi…
Osmanlının idam fermanı olan “Sevr Antlaşması” da Malta Sürgünlerinin ardından imzalanmıştı.
Bir dönemde; PKK’ya karşı TARAFIZ diyen Mili Güçler bile ABD, AKP, PKK ve (ABD ve İktidar güdümündeki) TARİKATLARIN ittifakı karşısında çaresiz durumda.
Kürt Açılımı ile ortaya konulan tablo, Ülkenin Bölünmesi için isyan eden Canilere pirim vermekten öte bir anlam taşımamakta.
Hak arayan vatandaşına “Provokatör” diyerek, tartaklanmasına göz yuman bir yönetim, öte yandan ülkeyi bölme amacı ile “can alanlarla, Ülkemizi kan gölüne çevirenlerle" aynı masaya oturmakta.
Kürtlere yeni olanaklar düşünülürken, ezilen Türkler unutulmakta.
Devlete karşı bir hareket düşündüler, plan yaptılar diye; ‘ERGENEKON’ adı altında iki yılı aşkın süredir pek çok Yurtsever Aydın, Asker, Bilim Adamı, Devlet Adamı yaka paça içeri atılırken, 25 yılda 40 bin kişinin canına kıymış, ülkenin 300 milyar lirasını heba etmiş, silahlı ayaklanmayla devlete hala meydan okuyanlara ‘af’ düşünülmekte.
Kürt Açılımı olarak ortaya konulan PLAN: ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olan, Türkiye’yi bölme planı değil mi?
Kürt Açılımı’nı kendisine görev edinen BOP Eşbaşkanı Yetkilimiz de Açılım yolunda her türlü ‘BEDEL’İ ödeyeceğini neden ilan etmiştir?
Evet, bir bedel tabii ki var… Ancak bu BEDEL, TÜRK ULUSU’NUN keseceği bir bedel midir? Yoksa bu görevi verenlerin keseceği ‘BEDEL’ midir? Bunu zaman gösterecek, ya da yapılan işlem belirleyecektir. Asıl merak ettiğimi ise; bu Yetkilimizi korkutan bedel hangisidir?
Türkiye’ye Yugoslavya Modeli mi dayatılmaktadır?”
Yeniden Nazım Ustanın gür sesi çınlıyor kulaklarımda:
“Dörtnala gelip uzak Asya’dan,
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan,
Bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak.
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
Bu cehennem,
Bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın.
Yok, edin, insanın insana kulluğunu,
Bu davet bizim”
Birden irkiliyorum, alanda bir ses dalgalanıyor; “Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye”
İçimden şöyle geçiriyorum:
“Vatan tehlikededir…
Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez…
Ya istiklal, ya ölüm…
Hiçbir güç, Türkiye’nin Birlik ve Bütünlüğü ile oynayamaz…
Türk Ordusu var ve güçlü oldukça Türk Milleti sonsuza dek yaşayacaktır.

Güçlü Ordusunu arkasına alan “Devlet Adamları”, “Diğer Devletler” tarafından; “Deliğe Süpürülme” korkusundan da, “KULLANILMA” zilletinden de kurtulmuş olurlar…”

Evet, güneş artık doğuyor ben de Kocatepe’deki Atatürk Anıtı’nın yanına gidiyorum ve Aziz Atatürk’ün baktığı YÖN’E bakıyorum.
Türk Ulusu buralara nereden gelmişse; bizler de Türklük dünyasının dört bir yanından; Alaşehir, Balıkesir, Edirne; Erzurum ve Sivas kongrelerinden ve Amasya genelgesinin ruhundan gelmedik mi?
Bizler de; karanlıklar, ihanetler ve satılmışlıklar içersinden; karanlığı yırtarak, KOCATEPE’YE GELMEDİK mi?
Vurguncular; ”DÂHİLİ VE HARİCİ BEDHAHLAR”; GAFLET; DALALET VE İHANET uykusunda uyurlarken; TÜRK ULUSUNUN temsilcileri olarak; bir “Ulusal Kongreye” gelir gibi KOCATEPE’YE gelmedik mi?
O uçurumun başında; aklımdan ve ruhumun derinliklerinden bu sorular geçti.
Evet; bizler, TEK ULUS; TEK BAYRAK; TEK DİL; Çağdaşlık ve ULUSAL EGEMENLİK andımızı dünya’ya ve AYMAZLARA anlatmak için buraya; “TÜRK ULUSUNUN ONUR TEPESİNE geldik” dedim.
İçimde coşan bu duygularla dünyayı seyreyledim. Ve aklıma gelen bir duygumu, GAFLET; DALALET VE HATTA İHANET içerside bulunanlara da aktarmak istedim:
Sizler; her beşeri ve doğa olaylarını Yüce Tanrımızın iradesine bağlayanlar; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in ve binlerce Şehit ve Gazimizin kanları ve canları pahasına kazandıkları ve bizi bugünkü onurlu durumumuza getiren zaferleri neden ve niçin hor görüyorsunuz?
EY! GAFLET; DALALET ve İHANET içinde olanlar! 26 Ağustos gecesi KOCATEPE’YE yağan yağmur, bir doğa olayı.
Bu doğa olayı sizlere bir şey anlatmıyor mu? Bizlere bugünleri yaşatmak ve bu onurlu Cumhuriyeti kurmak için canlarını ve kanlarını seve, seve verenlerin; ulusumuzun ve ülkemizin içine düşürüldüğü durumlara karşı döktükleri gözyaşlarıdır bu yağan yağmurlar!

Ey! “Dâhili ve Harici Bedhahlar!”
















Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar