10 Temmuz 2015 Cuma

253- MÜTAREKE’NİN KARA GÜNLERİ İSTANBUL’DA TÜRKLÜĞÜN ÇÖZÜLÜŞÜ VE İLK DİRENCİ ORTAYA KOYAN KADIKÖYLÜ KADINLAR…

MÜTAREKE’NİN KARA GÜNLERİ

İSTANBUL’DA TÜRKLÜĞÜN ÇÖZÜLÜŞÜ

VE İLK DİRENCİ ORTAYA KOYAN KADIKÖYLÜ KADINLAR…

İstanbul ‘da İşgal başlamıştır…
General Franchet d’Esperey (FRANSIZ İşgal gücü K.), KÖPRÜBAŞINDAN atı üzerinde ilerleyerek ve atı ürktüğü için kendisini selamlamayan mızıkayı kırbacıyla susturarak, Galata nümayişçileri arasından Beyoğlu'na çıktı.
Bu beyaz at, fetih resimlerinde İkinci Mehmedin suya at süren 465 yıllık hayaletini çiğnedi geçti…
Öğle üzeri Padişahı kovarak Dolmabahçe Sarayına kendi yerleşmek havadisini duyduk… 
Acaba Fransız Generalini Dolmabahçe sarayı üzerinde kendi bayrağını dalgalandırma fikrinden caydırma mümkün olacak mıydı?
Bütün kaygımız bu…
Rahmetli Süleyman Nazif, gazetelerden birinde, bu giriş gününe “kara gün” adını vermiştir ve birkaç satırlık fıkra yazmıştır.
General Franchet d’Esperey bunu haber alınca:
- Hemen yakalayınız, kurşuna diziniz, emrini verir…
Kim bilir kimlerin ricaları üzerine Dolmabahçe sarayına yerleşmek ve Süleyman Nazif’i kurşuna dizmekten vazgeçer.

Bu çözülüş, gittikçe ağırlaşarak, Yunanlılar İzmir’e ve Mustafa Kemal Samsun’a çıkıncaya kadar sürüp gidecektir…

İstanbul’da hayat denebilecek ne varsa, birkaç gün içinde Türklüğün havasından çıktı.
1911 den hele Rumeli’yi kaybettikten beri durmadan düşen İstanbul’un, Birinci Dünya Harbi’nde çekmedik çilesi kalmayan Müslüman semtleri bir göçüş hali gösterir. Hemen bütün mülkler, mücevhere benzer şeyler Emniyet Sandığına tefecilere rehin verilmiştir…
Atina Bankası, Türk malı satın alacak olanlara hesapsız kredi açar.
Gazetelerde ikide bir, “ satmayınız” göçmeyiniz” konulu yazılar okursunuz.

Kendi kendime düşünürüm: eğer o hal devam etseydi ne olurdu? Padişahın sarayından son memurun yuvasına kadar cemiyetin başı hazineye bağlı idi…
Galata kaynaşmakta, Beyoğlu şenlik içinde, biz ise şehrin bu yakasında birbirimizin boğazına sarılmış, sövüşüp duruyorduk…
Sevmediklerinden öç almak için işgal casuslarına yanaşanlar çoktu.

Bir sabah gazetesinde Asqut’in şu sözlerini okumuştuk: “ASIRLARIN GÖRDÜĞÜ EN AŞAĞILIK İDAREYİ TAHRİP EDEREK İLERİYE DOĞRU BİR ADIM ATTIK. BÜYÜK HASTA; ÖLÜM DÖŞEĞİNDE. BİRÇOK DEFALAR PİŞMANLIK GETİRMİŞTİR. Bu hastanın milletler ailesi ortasında, bir şer kuvveti olarak son günlerini yaşadığını umut edelim… Mezarı üstüne yazılacak kitabenin ne olduğunu bilmiyorum, fakat Osmanlı Devleti bir daha ‘bas-u badel mavt’e nail olamayacaktır (öldükten sonra bir daha dirilemeyecektir)…
Hemen o gün Maarif Nazırı:
- Elbet… Elbette”, diyor, “mağlup değil miyiz? İstediklerini yapacaklar…”

(VE KADIKÖYLÜ KADINLAR…)

Ertesi gün halkın yılgınlığı içinden bir ses çıkıyor. 
Bu ses KADIKÖYLÜ kadınlarındır…
Kimdi bu hanımlar bilmiyorum…
Gazetelerin koymaya cesaret ettikleri telgraf şuydu: “ÇANAKKALE MÜDAFAASINI YAPAN ŞEHİTLERİN MUAZZEZ RUHLARI ÖNÜNDE TÜRK KADINLIĞINA VE MEDENİYET ÂLEMİNE HİTAPEDİYORUZ. LİMANIMIZA GİRDİĞİNİ GÖRDÜĞÜMÜZ AHENİN KALELERİN KARAYA ÇIKARTTIKLARI YARIM MİLYON ASKERİ DENİZE DÖKEN MİLLETİMİZİ MAĞLUP ADDETMİYORUZ… PEÇELERİMİZİ YIRTAN, SONRA DA CİHAN HÜRRİYETİ NAMINA HARP İLAN ETTİKLERİNİ İLAN EDENLERE TEESSÜF EDİYORUZ. MİLLİ HUKUKUMUZU VE İSMETİMİZİ MUHAFAZA EDECEK HÜKÜMET VE ERKEK YOKSA BİZ VARIZ.”
Böyle seslerle ara sıra yanmış yüreğimizin serinliğini duyardık…
BU SESLER, ANADOLU İHTİLALİN İLK MÜJDELERİYDİ…


Kaynak:
ÇANKAYA- FALİH RIFKI ATAY





Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar