Ahmet AVCI
ahmetavci3@gmail.com
TÜRKÇE'MİZE SAHİP ÇIKALIM
“Unutmuşum ana demesini bile,
Öykünmüşüm türküsünü ellerin,
Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni,
Seslenir bana ovam, bağım.
Türkçem, benim ses bayrağım.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Dil sözdür. Söz özdür. Bizim özümüz; Türk dilidir. TÜRKÇEMİZDİR. Özümüze yani Türkçe'mizle sahip çıkalım.
İranlı Ozan Firdevsi, ünlü yapıtı Şehname’yi yazıp bitirdiğinde; “Artık Pers ırkına ölüm yoktur; çünkü o, diline kavuşmuştur” demiştir. (Şehname, Türk Hakanı Gazneli Mahmud’a sunulmuştur.)
Günümüzde bile Şehnamesi ile Gülistan, Bostan ve Mesnevisi ile Pers dili ve Pers kültürü kültürümüzü ve dilimizi etkilemektedir.
Türk düşünürü Celalettin Mevlana; ne yazık ki, ölümsüz Mesnevisini ve Rubailerini Farsça yazarak; İran kültürüne armağan etmiştir. Kuru kuru Mevlana ile övünmemiz neye yarar?
Aydınının ve yöneticilerinin sapkınlığına kurban edilen Türk Ulusu; Farsçanın, Arapçanın ve bu dillerin uyduruğu olan Osmanlıcanın, öldürücü pençesinde asırlarca parçalanmış ve dağıtılmıştır.
Oğuzların Afşar soyundan olan Karamanoğlu Mehmet Bey; 1273 yılında bir buyruk ile Türkçe'mizi hem devlet dili hem de konuşulan dil yapmış, bu ulusçu tutumu nedeni ile de Moğollarca oklanarak öldürülmüştür.
Dil, insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmış ve süregelmiş bir olgudur.
Bu süreçte insan ve iletişim birbirine koşut olarak gelişim göstermiştir.
Dil, kültürün en temel öğesi olarak insanlar arası iletişimde en etkin araç olarak kabul edilmektedir.
Dilin düşünceyi etkilemesi, kültürel değerleri nesilden nesile aktarması ve millete yön vermesi yaşamsal önemdedir. Bu nedenle de dilimizi bilinçli olarak öğrenmek, kullanmak, sevmek ve korumak zorundayız.
Dilin düşünce ile bağlantısı göz önüne alındığında, dilde oluşabilecek kirlenme zaman içinde milli kültür yapısını da bozabilecektir.
Dilde meydana gelen kirlenmeye; yabancı dillerden dilimize giren çok sayıda sözcük ve dilimizin yanlış kullanımı neden olmaktadır.
Ölmüş bir dil olduğu halde; bilimsel çevrelerde hala yaşatılan; canlıların her türüne, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, böceklere ve balıklara ad vermede kullanılan LATİNCE, birçok dilin de yaratılmasında temel olarak kullanılmıştır. Fransızca, İngilizce ve Almancanın temeli Latincedir.
“Sarhoş kafayla Almanca konuşursanız, İngilizce konuşmuş olursunuz” sözü çok düşündürücüdür!
Roma İmparatorluğunun en görkemli dönemlerinde; yoksul Romalı askerlerle Galyalı kadınların evlenmeleri Fransızcayı meydana getirmiştir. Galyalı Kavimlere egemen olarak gelişen Fransızca da, Fransız ulusunu yaratmıştır. Fransız ulusunun eti ve kanı, Romalı ve Galyalılardan oluşmuş; manevi dokusu da, Fransızcadan oluşmuştur. Ünlü bir Fransız: “Fransızca benim onur bayrağımdır” demiştir.
19’uncu ve 20’nci yüzyıl Fransız yazarları da bu dili nakış gibi işlemişlerdir. İtalyan asıllı Emile Zola, 40 cilt eseri ile Fransızcaya ayrı bir renk katmıştır.
İngilizlerin de aynı doğrultuda çalışmaları, İngilizceyi evrensel ve diplomat dili haline getirmiştir. V. Shakspeare, 500 yıldır tüm dünyanın övünç kaynağı olmuştur. Cervantes ve Don Kişot, İspanya ile özdeşleşmiştir.
Baht, Mozart, Vağner ve Bethaufen, yarattıkları müzikle Alman toplumunu sımsıkı kenetlemiştir.
19’uncu asrın ortalarında; Viyana’da yaratılan Vals müziği, Alman ulusu için coşkuda birleşme çağını tamamlamıştır.
Konfüçyüs’e “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, ilk işiniz ne olurdu?” diye sormuşlar. Büyük Filozof cevap olarak: “Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.
Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz.
Düşünce iyi anlatılmazsa; yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz.
Ödevler gereği gibi yapılamazsa; töre ve kültür bozulur.
Töre ve kültür bozulursa; adalet yanlış yola sapar.
Adalet yoldan çıkarsa; şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez.
İşte bunun içindir ki; hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Dil ekmek gibi, su gibi günlük yaşamımızın içindedir ve soluduğumuz hava gibi bizi sarar; bundan dolayı onun varlığını hemen hemen hissetmeyiz.
Gerçekten dil, üzerinde yaşadığımız toprak gibi ürünlerini sessizce bize sunar ve bizler bu sonsuz bahçenin meyvelerini sadece toplarız.
Aslında dile, insanlığın en büyük buluşu olduğu için daha fazla ilgi göstermemiz gerektiği kanısındayız. Çünkü insanlarla, düşüncelerle, nesnelerle aramızdaki en önemli iletken dildir. İnsanları, düşünceleri, nesneleri, dilin aracılığıyla kavrarız. Dil aracılığıyla kendimizi ifade ederiz.
İşte dilin önemi burada ortaya çıkmaktadır.
Türkçemizi niçin doğru kullanmalıyız, sorusunun cevabı da buradadır.
Dili doğru kullandığımızda o iyi bir iletkendir; yanlış kullandığımızda ise kötü bir iletkendir.
Koca YUNUS ne güzel söylemiş:
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz.
Kişi; bile sözün demini, demeye sözün kemini.
Bir cihan cehennemini, sekiz uçmağ ede bir söz.”
Dil bizi başkalarına, başkalarını ve başka nesneleri bize yansıtan bir aynadır. Dili doğru kullanmak, doğru anlamak bu aynayı mükemmelleştirmek demektir.
Kullandığımız çağdaş araçlardaki göstergelerin, ekranların, ibrelerin bir an için bozuk olduğunu düşünün, bu bir felakettir. Fakat bir toplum için ondan daha büyük bir felaket vardır ki o da insanlar arasında, bir iş bölümü içinde görev alan kişiler arasında, fikir ve görüş alışverişinde bulunanlar arasında dil aynasının görevini tam yapamamasıdır.
Dil düşüncenin evidir; binlerce yıllık insan zekâsı sözcüklerde, deyimlerde, ifade kalıplarında gizlidir.
İnsanlık tarafından bilgilerimizi depolamak için kullanılan ilk araç dil olmuştur.
Bugün aynı işi daha sistemli yapması için bilgisayar yaratılmıştır. Buna rağmen günümüz için şunu söyleyebiliriz: Dile yüklenmiş bilgi, bilgisayarlarımıza yüklenmiş bilgiden fazladır. Dil, bilgisayarlardan fazla olarak bilgilerin sadece yüklendiği yer değildir, aynı zamanda bilginin üretim yeridir.
Bilmeliyiz ki; dil, düşüncelerimizi yansıtan bir araç olduğu gibi düşüncelerimizi geliştiren bir olgudur.
Basit bir örnek verelim: Bir insanın bildiği sözcük sayısıyla, düşünce zenginliği doğru orantılıdır.
Bildiğimiz sözcük sayısı ne kadar fazlaysa düşünce alanımız da o kadar geniştir.
Rönesans dönemi bilgin ve ressamları bakış açısı (perspektif) kavramını ortaya koymasalardı, gözümüzle görmemize rağmen önümüzde uzayan ağaçlı yolun bir bakış açısı yarattığını göremeyecek ve ilk çağların insanları gibi ağaçları resmimizde aynı boyda çizecektik.
Rönesans bilgin ve ressamlarının gözlemini bize ulaştıran şey “bakış açısı” sözüdür.
İnsanlar, nesneler vasıtasıyla değil sözcükler aracılığıyla düşünür. Bundan dolayı düşüncenin iki aracının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi dil, öteki mantıktır.
Bilimlerin sunduğu bütün bilgiler bize yalnızca iki kaynaktan gelir. Dil üzerinde düşünmek ve doğayı incelemekten.
İşin ilgi çekici yanı doğadan gelen bilgilerin de dil kalıbına döküldükten sonra bize ulaşıyor olmasıdır.
Anlaşılmak, mesleğimizde başarı elde etmek, yaratıcı olmak, yaradılışımızdan gelen ve yalnızca kendimize ait olan yeteneklerimizi yurdumuzun ve insanlığın hizmetine sunmak istiyorsak işe dilimize ilgi göstermekle başlayabiliriz.
Türk dilinin tarihi gelişimi:
Türkçe; güzel, zengin, tarihi kimliği olan, yaşayan diller arasında yer alan bir dildir. En sınırlı değerlendirmelerde bile Türkçe, bugün 250 milyon insanın günlük yaşamında iletişim dili olarak kullanılmaktadır.
Türk yazı dilinin ortaya çıkışıyla birlikte kullanılan alfabeleri şöyle sıralayabiliriz.
Türklerin yazı dilinde kullandıkları ilk alfabe, 38 harfli Göktürk alfabesidir. Orhun Kitabeleri de bu alfabe ile kaleme alınmıştır.
Daha sonra 14 harfli Uygur alfabesini kullanan atalarımız, bununla ilk temel eserlerimizi yazmışlardır.
Türklerin geniş kitleler halinde İslam’ı yaşamaya başlamalarından itibaren de Arap alfabesi ile Türkçe eserler verilmeye başlanmıştır. 31 temel harf kullanılan bu alfabe ise, 1 Kasım 1928 tarihine kadar devam etmiştir.
Burada bir gerçeği vurgulamakta yarar var; kimileri, Latin esasına dayalı Türk harflerinin kabulü ile yaşanan değişimi, her nasılsa dil değişimi olarak algılayıp, bu anlayışla, temelsiz ve kasıtlı bir takım değerlendirmeler yapmaktadırlar.
Türklerin yazı dilinde kullandıkları alfabelerin hepsinde bulunan harflerle yazılan dil Türkçedir. Zaman içerisinde doğal olarak dilimiz Türkçe, bazı değişimlere uğramıştır. Bu her dil için farklı düzeylerle de olsa böyledir.
Göktürk Alfabesinden Uygur alfabesine geçiş nasıl sorgulanmıyorsa, diğer alfabe değişimleri de aynı anlayışla karşılanmalıdır.
TÜRK ULUSU, OĞUZ’UN 24 boyu esasına göre şekillendiğinden, merkezi bir otorite de oluşmamıştır. Bu nedenle, her boyun ayrı bölgelerde ayrı ayrı devlet kurmaları, Türkçeyi iki büyük lehçe ve 23 ağızda biçimlendirmiştir.
Kaşgarlı Mahmut’un 1072’de yazıp Abbasi (Bağdat) Halifesine sunduğu DİVAN-Ü LÜGATİ’T TÜRK adlı ünlü eseri UYGURCA’DA kalmıştır.
Yusuf Has Hacip’in KUTATGU-BİLİK (Saadet Veren Bilgi) adlı ünlü yapıtı da, 12. yüzyılda Türk şairi Edip Ahmet İbni Mahmut Yuğnaki’nin Yazdığı ATABEKÜL- HAKAYIK da, Ahmet Yesevi’nin kaleme aldığı DİVAN-I HİKMET de tüm Türk boylarının birleşme ve kaynaşma kaynağı olamamıştır.
Türkler, onuncu yüzyıldan sonra, İslam uygarlığına büyük, köklü Asya kültürü katkısını beraberinde getirerek girmişlerdir.
Türk ulusunun İslamlaşma adı altında Bedevi Arap kültürüne esir edilmesi sonucu; okumuş yazmış üst tabakanın diline yüz yıllar boyu çokça, Arapça, Farsça sözcük girmiştir.
Zamanla Türk dili tanınmayacak hale gelmiş, Arap ve Fars diline ait söz ve dilbilgisi kurallarıyla boğulmuştur.
Özellikle Arap dilinin kutsal, tanrısal bir dil olduğu teması bağnaz din bilginlerince işlenmiş, bu bağlamda birçok uydurma hadislerle, bu kültürel cinayete İslam’ın Peygamberi Muhammed de ortak edilmek istenmiştir.
Peygambere mal edilen hadislerle cennet dilinin Arapça olduğu, Allah’ın son kutsal kitabını Arap dilinde indirerek, Arap diline kutsiyet verdiği düşüncesi Türkler arasında yayılmaya çalışılmıştır. Başarılı da olunmuştur.
Dolayısıyla, İslamlaşma adı altında tam bir Arap ırkçılığı ve milliyetçiliği yapılmış ve bunun tabii bir yansıması olarak da Arap kültür emperyalizmi yaşanmıştır.
Bu süreçte Gazneliler Devleti, Selçuklu İmparatorluğu, Anadolu Selçuklu Devleti vb. Kimi devletlerin resmi dil ve eğitim dili olarak Arapça ve Farsçayı kullandıkları bilinmektedir.
Böylece; Türk dilinin devlet erkinden dışlandığı, aşağılandığı hazin bir dönem Türklerin kaderi haline gelmiştir.
Egemen Sünni İslam anlayışını benimseyen Türk seçkinlerinin bu dönemde halklarına iyice yabancılaştıkları; Türk İsmini bırakıp Arap ve Fars isimleri aldıkları, Türklüğü ve Türkçeyi hakir gördükleri bilinmektedir.
Ancak bu ağır zulüm karşısında ayağa kalkıp, Türk dilini ve Türklüğün öz benliğini korumaya çalışan Türk Bilginleri, Türk Ozanları da tarih sahnesine çıkmaya başlamışlardır.
Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmud, Edip Ahmet Yuğnaki, Yusuf Has Hacip, Ali Şir Nevai, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu vb. Türk Ozan, Bilgin ve Uluları yarattıkları yapıtlarla Türk Dilinin Arap ve Fars dili karşısında yok olup gitmesine ve Türklerin İslamlaşmayla birlikte asimle olup Araplaşmasına ve Farslaşmasına engel olmaya çalışmışlardır.
Nitekim Anadolu Alevi / Bektaşilerinin pirlerinden ve ilk Türk Mutasavvıflarından Hoca Ahmet Yesevi / Pir-i Türkistan şöyle demiştir:
“Sevmiyorlar bilginler sizin Türk dilini
Erenlerden işitsen açar gönül dilini
Ayet, hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar
Anlamına erenler başlarını eğip uyarlar...”
İşte tarihin bu evresinde büyük göçebe Türkmen kitleleri kendilerine önderlik eden Alevi / Şamanî Türkmen Derviş ve Ozanlarıyla Araplaşma ve Farslaşmaya karşı doğal direniş kalesi oluşturmuşlardır.
Bu direniş doğal olarak gelişen, karşı bir hareket biçiminde yayılan ve sosyo ekonomik taleplerle de güçlenen ihtilalcı / devrimci bir karakter kazanmıştır.
Bu bağlamda Emevi / Abbasi / Arap İslam anlayışını benimseyen ve Türklüğe yabancılaşan egemenlere karşı yüzlerce ayaklanma gerçekleşmiştir.
Bu ihtilalcı / devrimci ayaklanmaların en ünlüsü ve en etkileyici olanı Karamanoğlu Mehmet Bey öncülüğünde yapılan ve onbinlerce kişiden oluşan Alevi / Şamanî göçebe Türkmen kitleleri tarafından büyük bir katılımla desteklenen görkemli ihtilaldır.
13 MAYIS 1277’de gerçekleşen bu ihtilalın Türk tarihine geçen en büyük sonucu; Anadolu topraklarında Türk Dilinin ilk kez resmi devlet dili olarak ilan edilmesidir.
Karamanoğlu Mehmet Bey, İhtilal sonrası, duyurduğu fermanla; Arap ve Fars dilinin kullanılmasını yasaklayıp Türk dilinin kullanımını zorunlu kılmıştır.
Anadolu Türk / Türkmen tarihinin en aydınlık sayfası olan o görkemli Ferman’da şöyle denilmektedir:
“Bugünden sonra; hiç kimse, sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya!”
İhtilal sonrası; halka zulmeden, yabancılaşan, Arap ve Fars hayranı yönetici kesiminden çok kişi idam edilmiştir. Bu cezalandırma bir bakıma büyük Türkmen kitlesinin milli bir intikamıdır.
Ne yazık ki seçkinlerin yabancılaşma sürecini bu ihtilal de bitirmemiştir.
İhtilalcı Türkmenler, yaklaşık bir ay kadar başta kalabilmişlerdir. Bir ay sonunda ihtilal bastırılmış ve Farslaşmış Selçuklu egemenleri yeniden yönetime gelmişlerdir.
Bu ayaklanmaya katılanlar; “…Türkmen topluluğu ile dinsiz isyancılar…” olarak tanımlanmışlardır.
Anadolu Selçuklularından sonra yaşanan ‘Beylikler’ döneminin ardından sivrilen Osmanlı Beyliği başlangıçta Türkmen dervişlerinin desteği ile kurulmuş ve güçlenmişken, giderek kendi kurucu unsuruna yabancılaşmış, bu yabancılaşma Yavuz Sultan Selim zamanında doruğa ulaşmıştır.
Siyasal yabancılaşmadan öte yabancılaşmanın en ağır biçimde yaşandığı alan yine dil olmuştur.
Türk dili birçok Arapça ve Farsça sözcüklerle doldurulmuş, dahası pek çok Arap ve Fars dilbilgisi / gramer kuralı Türk diline katılmış, Türk dili tanınmaz hale gelmiştir.
Bunu;14. yüzyıl ozanlarından Âşık Paşa şöyle anlatmaktadır:
“Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu, ol ulu menzilleri…”
İşte Türk dili bu çeşit bunalımlara, dışlanmalara, horlanmalara karşın; Türk/ Türkmen ozanları, söyledikleri deyişlerle, yazdıkları şiirlerle, yaktığı türkülerle manilerle yalnızca Türk halkının tercümanı olmakla kalmamış, Türk dilini de yok olmaktan kurtarmışlardır.
Bilindiği gibi, Sünni ve Şii Müslümanlar, ibadetlerini Arap dilinde yapmaktadırlar. Oysa Anadolu Alevi / Bektaşileri ibadet dili olarak, Türkçeyi kullanmakta, bütün cemlerini Türkçe yapmakta, deyişlerini Türkçe okumaktadırlar.
Cemlerde okunan Kur’an ayetlerinin de Türkçeleri okunmaktadır. Bu nedenledir ki, Alevilik ile Türk dili arasında sarsılmaz bir bağ vardır.
Dünyanın hızla küreselleştiği çağımızda, pek çok dilin unutulup gideceğine ilişkin kimi öngörülerin yapıldığı bilinmektedir.
Fütürologların / gelecek bilimcilerin öngörülerine göre İngilizce ve birkaç dil dışında diğer tüm diller unutulacaktır. Türkçe de bu kapsamda değerlendirilmektedir.
Kurtulacak dillerin başında din dili / ibadet dili olmuş diller gelmektedir. Din dili / ibadet dili olabilen diller, o din ya da inanç, yaşadığı sürece yaşayacaktır.
Türk dili de Alevilik / Bektaşilik sayesinde din dili / ibadet dili olabilmiştir.
İslam dünyasında, Müslümanların, Arapça dışında din dili / ibadet dili olarak kullandıkları yegâne dil, Türk dilidir. Alevi / Bektaşi inancı var oldukça Türk dili de varlığını sürdürecektir.
Ne yazık ki Alevilerin dışındaki diğer Türk Toplulukları, ibadet dili olarak Türkçeyi kullanmamaktadırlar.
Osmanlı İmparatorluğunda; hangi etnik kökten ve dinden olursa olsun, itaat altına alınan “tebaa”ya, kendi dinine göre ibadet ve kendi dili ile eğitim hakkı verilmiştir.
Türkçe dışındaki dillere saygı gösterilirken; Arapça ve Farsçanın üstün tutulması, bu dillerin Türkçeyi baskı altına almasını kolaylaştırmıştır.
Arapça, ibadet ve Bilim dili olarak etkinliğini sürdürürken Halifeliğin siyasal güç sağlayan bir san olarak kullanılması, Arapların üstün sayılmasına yol açmıştır.
İslam kültürüne sarılma, o kültürde sanat dili sayılan Farsçaya da yeniden etkinlik kazandırmıştır.
İşte Türklüğün en büyük yüzyılı sayılan 16. yüzyıla bu anlayışla girilmiştir.
Safevi Türkmen Devleti tahtında oturan Şah İsmail, HATAİ takma adıyla Türkçe şiir yazarken, onunla savaşan Osmanlı Sultanı Yavuz SELİM, DİVANI’NI Farsça şiirlerle doldurmuştur. Bu tutum doğal olarak dönemin yazarlarında ve ozanlarında da görülür.
Yavuz Sultan selim’in, Şah İsmail’e yazdığı mektup çok ilginçtir!
“Ben Fatih Sultan Mehmet oğlu, Bayezıt Han oğlu, Yavuz Sultan selim Han’ım.
Sen ki eşek Türk!”
Osmanlı, Eğitim ve öğretim konusunu – DİNİ- hayır işlerinden saymıştır. Eğitim dili olarak Arapçayı benimsemiş, eğitimin de dini esaslara oturtulmasına karışmamıştır.
Osmanlı, kuruluşundan, 1913 yılına kadar, ne bir okul açmış ne de bir öğretmenin maaşını ödemiştir. Eğitimi devlet işi olarak görmediği gibi, eğitimin gelişmesine katkı sağlayacak MATBA’NIN, ülkeye getirilmesindeki gecikmeye de seyirci kalmıştır.
Matbaanın Osmanlıya gelişinin öyküsü de ilginçtir.
Avrupa’da Matbaa 1440’da kullanılmaya başlanmıştır.
Osmanlıya gelişi ise; dini kitap basılmamak koşulu ile 1727’dir.
Osmanlıdaki Yahudi cemaati; 1493’te, Ermeni Cemaati; 1567’de, Rum Cemaati de 1627’de kendi matbaalarını kurarak kendi cemaatlerinin hizmetine sunmuşlardı.
Osmanlı’da ilk Türkçe kitap,1729’da basılabilmiştir.
1730’daki Patrona Halil isyanında Matbaaya dokunulmamıştır.
17 kitap basıldıktan sonra 1743’de matbaa kendiliğinden kapanmıştır.
1784’te 1.Abdülhamit zamanında tekrar açılmıştır.
16. Yüzyıla girişte Avrupa’da 1000 kitap basılmıştır.
Osmanlı matbaası kurulduğunda; Avrupa’da 1,5 milyon kitap basılmış ve 1,5 milyar nüshaya ulaşmıştır.
Türklerde; Arap’la ve Arapçayla İslamiyet karıştırılmıştır. İlkel Çöl bedevilerinin her davranışı örnek alınmış, uyduruk sözler de Peygamber Hz. Muhammed’e mal edilmiştir. Türk Halkı da çağından habersiz, sosyal bir bataklığın içine itilmiştir. Farsça ve de Arapça şiirler ve düz yazı, baş tacı edilmiştir.
Türk dilinde eserler verilseydi; Mevlana Türkçe yazsaydı; hiç olmazsa, Anadolu Türk halkı Türkçenin şemsiyesi altında, düşüncede, duyguda ve eylemde bir ve beraber olurdu.
Osmanlının dili, devşirme ordusu ve devşirme yöneticileri var iken; dilsizliği, sonunu hazırlamıştır.
Dilsizlik Osmanlıyı bitirdi. Türkü de bitirme yolunda…
İmparatorluk, Birinci dünya savaşına sürüklenirken, aydınlar arasında dil tartışmalarının yoğunlaştığını biliyoruz. Hatta öğrenilmesi ve kullanılması son derece zor olan ve Türkçe ses uyumu ile de bağdaşmayan Arap Alfabesinin değiştirilmesi de çok tartışılmış, Milli savunma bakanı Enver Paşa, askeri yazışmalarda Enveriye adlı bir alfabeyi bile denemiştir.
Mustafa Kemal, Türklüğün her alanda dünya uygarlığının en ileri düzeyine çıkmasını, Büyük Türk Dilini, koca ve köklü geçmişini, Türklük varlığının bir daha haksızca çiğnenmeyecek biçimde ağırlığını ortaya koymasını istiyordu.
Bu da ancak Türklüğün kendi şuuruna, kendi benliğine, kendi diline sarılması ile olabilirdi.
Yakın tarih ve bugünkü dünya gösteriyor ki, ekonomik, siyasi, kültürel, bağımsızlıklarını, dünyadaki onurlu yerlerini, ancak kendi benliklerine sahip uluslar koruyabilmektedirler.
Yeni Türkiye’nin kalkınması;
“Milli kalkınma”,
Eğitimi; “Milli eğitim”,
Dili; “Milli dil” ile olacaktı.
Bilim, teknik tüm dünyaya, insanlığa aittir. Ama bir mühendiste; Türklük sevgisi, şuuru, ateşi olsun ki edindiği tekniği Türklüğü yüceltmede kullansın.
Bu her milletin kendisi için doğrudur.
Ve milliyet şuuru, bugün ileri her millette; her zamankinden daha güçlüdür.
Atatürk, kurtuluş savaşından hemen sonra, Türk dilinin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması ve öz benliğine dönerek tehditlere karşı kendisini koruması önlemlerine eğildi.
Çünkü Türklüğün en temel taşı Türkçedir. Türk, Türküm diyen ve her yönüyle, her şeyden önce Türkçe konuşandır.
Atatürk bunu defalarca ifade etmiştir:
“ Türk demek Türkçe demektir. Milliyetin en bariz vasıflarından biri dildir. Türk her şeyden öce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır.”
2 Eylül 1930’da kendi el yazısı ile: “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçli olarak işlensin. Ülkesini ve istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” diye yazıyordu.
Atatürk, yalnız edebiyat, ya da yalnız resmi dil Türkçesi ile uğraşmamıştır. Özellikle temel, müspet bilimleri, tekniği de ele almıştır. Kılavuz olmak üzere bir geometri kitabı bile yazmıştır.
Her Türk’ün, öncelikle Türkçe düşünüp, Türkçe konuşması ve yazması gereklidir.
Türkçe, her Türk’ün sevgiyle üzerine eğileceği bir konudur.
Türkçe, siyaset konusu, ideoloji konusu değildir.
Tek tük sözcükler üstüne; “sözcük mü, kelime mi?” gibi yıllardır süregelen aşınmış kavgaları aşıp, önce Türkçenin temel alınması üzerinde tüm Türk aydınlarının birleşmesi gerekmektedir.
Anayasaya göre resmi dili Türkçe olan Türkiye Cumhuriyetinin eğitim dili de Türkçedir.
Dil ana kültürün, Atatürk’ün anladığı ‘Tam Bağımsızlık’ duygusunun ve ‘Ulusal Benliğin’ temelidir.
Dilimiz matematik kadar açık seçik, her dala kolayca yetişebilen, üstün türetme gücü ile yabancı dilcileri bile kendine hayran bırakan bir dildir.
Uluslar arası haysiyetimiz, onurumuz da; kendi dilimize verdiğimiz öneme bağlıdır.
Eğitimin amacı; kendi toplumuna uyabilen, önce kendi dilini ve mesleğini de bilen insan yetiştirmektir.
Sokak dili Türkçe, mühendislik dili Almanca, ekonomi ve yönetim bilimciliği dili İngilizce diye bir uygulama olamaz.
Dil bir bütündür. Türk dili ‘Türk Ulusunun’ temelidir. Atatürk onun için ömrünün son on yılını Türk diline vermiştir.
Eğitim dilini yabancı dil yapmak, Türk dilini Türkiye’de ikinci plana atmak demek olur.
Güzel Türkçemizin eski berraklığına kavuşması; aydınların, eğitimcilerin, genelde tüm yurttaşların şaşmaz gayretleriyle olacaktır.
Bugün bile Türk düşmanları: Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yıkmanın tek yolu olarak Türk Alfabesini ve Atatürk’ün getirdiği kurumları ortadan kaldırmakta görmektedirler.
Geçmişte Osmanlıca denen dile dönüş heveslerinin hortladığını görmekteyiz. Hata kimi bakanlıklarda, bu konuda genelgeler yayımlanarak eski sözcüklerin resmi yazışmalarda kullanılması emirleri verilmektedir.
Osmanlıcaya dönmek… Böyle bir dil yok ki. İyi her önüne gelen Türk, kurduğu devleti adı ile andırsın. Bir de adına uydurulan dille sadece Türk soyundan olanları konuştursun.
Osmanlıca nedir? “ Osmanlının aydın ve yönetici kesiminin konuştuğu; söyleneni de ne Türk’ün ne İranlının ve ne de Arap'ın anladığı “ bir kelime salatasıdır.
Bakın, zamanında Kemalpaşa zade Sait Bey ne güzel söylemiş:
“Arapça isteyen Urban’a gitsin,
Acemce isteyen, İran’a gitsin,
Firengiler Firengistan’a gitsin,
Ki biz TÜRK’ÜZ bize TÜRKÇE gerek…”
Mevlit Türkçe olduğu için severiz. Peygamberimizin yaşam öyküsünden öte hiçbir dini önemi olmadığı halde, tüm dini duygularımızı onunla doyuruyoruz.
Ezan ne Tanrı, ne Peygamber buyruğudur. Kuran’ı Kerim’de de bir yerde; davet olundukta camiye gelmeyeceklerin halini anlatmak için kelime olarak geçer. Bir Arap'ın rüyasının eseridir. Ezanın Türkçe okunmasını hiçbir Türk niçin kabullenmez.
Mevlit’i Türkçe okutan Türk, Ezanı da ille Arapça okutur.
Nedeni; Ulusal Bilinci olmayışından.
O kadar ki; 1913 yılında bile Harp Okulu öğrencileri Türk olduklarının bilincinde değillerdir.
Osmanlı, Arap’tan söz ederken, “Kavmi Necibi Arap (soylu Arap kavmi) der. Kendisinden söz ederken de; “Türk ne bilir bayramı lık, lık içer ayranı” der. Neden?
Ulusal bilincin, bu Ulusun kanını içenlerce öldürüldüğünden öyle der.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, dil konusundaki serzenişini şöyle ortaya koymuştur:
“Unutmuşum ana demesini bile,
Öykünmüşüm türküsünü ellerin,
Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni,
Seslenir bana ovam, bağım.
Türkçem, benim ses bayrağım.”
Bakın, Ziya Gökalp; Ülke, inanç, Türkçe kavramlarını nasıl bağdaştırmış, 1918 yılında yayınlamış olduğu 'Yeni Hayat' adlı şiir kitabındaki “Vatan Şiiri” ile
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın,
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın,
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın. “
Küreselleşme masalı, “Türkçe, diğer dillerin boyunduruğundan kurtarılmalıdır” direktifini de sulandırmıştır.
Amacımız; Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN, dilde başlattığı devrimleri sürdürmek ve daha ileriye götürmek olmalıdır.
Güzel ve saygın olan tüm alan ve değerler, giderek hızla kirlenme süreci yaşanmakta, dil bilincinde de uzun zamandır yoğun bir çarpıklık gözlenmektedir. Kendi diline sahip çıkmayan bir ulusun bağımsızlığı uzun ömürlü olamaz…
Mustafa Kemal’in başlattığı; Türkçemize sahip çıkma çabası, Türk Dil Kurumu’nun kurulmasıyla, olumlu bir gelişme göstermiş, Aydın ve yazarlarımızın çabalarıyla, yirmi yılda çok önemli gelişmeler kaydetmiştir.
Ne yazık ki 1950’lerden sonra bu çabalar engellenmeye çalışılmıştır. Böylelikle dilimizde kirlenme yeniden başlamış, son yıllarda ise bu kirlenme da artmıştır.
Günümüzde gelişen teknoloji ile uzaklar yakın olmakta, pek çok eylem iletişim araçlarıyla gerçekleştirilebilmektedir. Bu araçları kullanırken gereksinim duyacağımız en önemli araç dildir.
Dili doğru kullanmak, insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştıracak, aynı zamanda millî kimlik ve kültürümüzün korunmasına katkı sağlayacaktır.
Cumhuriyetle birlikte Türk Aydınları, yeni kavramlar için, gereken terimleri Arapça, Farsça dil kurallarına göre bu dillerdeki köklerden kendileri türetmişlerdir. O kadar ki; o, özellikle bilimsel ve teknik terimlerin, bir kısmı bugün Arapça da Farsça da yoktur, bir kısmını ise Araplar öğrenmiş kullanmaktadırlar.
Her şeye rağmen, Türkçe binlerce yıldır matematiksel yapısını, sözcük türetme yetenek ve kurallarını aynen korumuştur. Türkçenin bu olağanüstü yapısı Osmanlıcadaki Arapça, Farsça alıntılara karşın hâkim yapı olarak kalmış, onun içindir ki yirmi yıl içinde tekrar öz ve halk Türkçesine dönmek mümkün ve kolay olmuştur.
Türkçeye Arapça, Farsça karışması İslam’ı bir bütün olarak görme gereğinden ve Türklerin kendi hevesleriyle olmuştur.
Şimdiki İngilizce etkisi ise kendiliğinden olmamış, 1953’te Türk Milli Eğitimine İngiliz ve Amerikan gizli teşkilatlarının el atması ve Türk Okullarında eğitim dilinin İngilizce yapılması, yani birçok derslerin Türk hoca tarafından Türk öğrencisine İngilizce olarak anlatılmasının zorunlu kılınması hainliği ve garabeti ile meydana gelmiştir.
Bu en büyük, en sinsi ve en tehlikeli sömürgeleştirme oyunu hızla sürmektedir.
Kuşkusuz en az bir başka dili öğrenmenin hem bilim için, hem karşılaştırma sonucu kendi dilini de daha iyi kavramak bakamından yararlıdır. Her düzgün ülkede olduğu gibi yabancı dil, mesleğine yardımcı olacak kadar, ayrıca yabancı dil dersinde öğrenilmelidir.
Dilimize yönelen saldırıların temelinde, yabancı dille eğitim temel silah olarak yatar.
Neler yapmalıyız?
1. Türkiye Cumhuriyetinin tüm okullarında eğitim dili Türkçe olmalıdır.
2. İbadet dilimiz Türkçe olmalıdır. İbadetimizi Türkçe yaparsak, hem dilimizi hem de dinimizi korumuş oluruz. Ayrıca Türklüğün, bin yıllık, Atatürk’ün de yüz yıllık kendi dilinde ibadet etme rüyasını gerçekleştirmiş oluruz.
3. Yabancı dil ek olarak ve iyi biçimde öğretilmeli, ancak kesinlikle Türkçenin yerini almamalıdır. Türk dilinin güzellik, zenginlik ve açıklığından kendi dilinde düşünebilme zevk, onur ve bağımsızlığından hiçbir Türk gencini mahrum bırakılmamalıdır.
4. Dildeki kirliliğin önlenebilmesi için Türkçemiz doğru kullanılmalı, yabancı sözcüklerden arındırılmalı, yazım kurallarına uyulmalı, yazılı anlatımlarda, Türk Dil Kurumunun en son hazırladığı “Türkçe Sözlük” ve “Yazım Kılavuzu” esas alınmalı, bilişim ve iletişim teknolojisi takip edilmelidir.
5. Yabancı sözcükler dilbilimin öngördüğü incelemeden geçirilmeden kullanılmamalıdır.
6. Bu sözcüklerin yerine Türkçe karşılığı olanların kullanılmasına özen gösterilmelidir.
7. Hazırlık sınıfı uygulaması başka ülkelerde yoktur. Ve bu uygulama savurganlıktır. Kamuoyu yabancı dil yalnız böyle öğrenilir diye aldatılmıştır. Bu doğru değildir. Hazırlık sınıfı uygulaması kaldırılmalıdır.
8. Hangi yabancı dillerin hangi mesleklerde yararlı ve gerekli olduğu, ne tarzda öğretilmesi gerektiği belirlenmeli ona göre eğitim verilmelidir.
9. İnsanlar, yalnız yabancı dil bilmeleri ile methedilmemeli, matematik, bilgisayar yazılım dilleri, ekonomi, felsefe, Türk lehçeleri, mühendislik, vb. bilgi ve yetenekleri için övülmelidir.
10. Hukukçularımız, yabancı dille eğitimin Anayasamıza aykırı olduğunu ortaya koymalıdırlar. Orta ve yüksek okulların tümünde yabancı dille eğitim yasaklanmalıdır. Hatta yabancı misyoner okullarında bile eğitim dili tümüyle Türkçe olmalıdır.
11. Belediyeler ve sorumlu kuruluşlar, işyeri ya da dükkânlara Türkçe isimler koyma teşvik etmeli, yarışmalar düzenlemeli, törenlerle ödüller dağıtmalıdır.
12. Basın yayın organlarının da adları Türkçe olmalıdır.
13. Giysilerin üzerindeki yazılar Türkçe olmalı ve milli duyguları yansıtmalıdır.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde, elinden yalnız vatanı alınmamış, tarihi, milli sanatı, varlığı, hakları her şeyi inkâr edilmişti.
ATATÜRK sayesinde baş tacı edilen Türkçe, toparlanmış, kullanılma oranı % 15’ lebden % 85’ lere ulaşmıştı.
Osmanlı artıkları, bu kez de yabancı dillerin sözcüklerini güzel Türkçemizin başına musallat ettirmişlerdir.
Türkçemiz kirlendikçe; Türkiye Cumhuriyeti de her türlü saldırılara açık hale gelmiş, varlığını korumada zorluklara itilmiştir.
Unutmayalım ki;
Türkçemize güle güle dediğimiz gün; demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin bölünmezlik kavramı da, bizlere güle güle diyecektir.
13 Mayıs 1273’te; Türkçeyi baş tacı yapan Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü buyruğunu baş tacı etmezsek, başka dilleri konuşan ulusların paspası olacağımızı da unutmamalıyız…
“Bugünden sonra; hiç kimse, sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya…”
Sonuç olarak;
Dili varsa Ulus ta vardır. Gerisi yalandır, dolandır.
Milliyetçi, kendi ulusal değerlerini her türlü değerlerden üstün tutan kişidir.
GÜNLÜK YAŞAMDA Türkçenin egemenliğinin sağlanması zorunludur.
Bilmeliyiz ki; dildeki kirlenme “Milli Birliğimizi ciddi ölçüde tehdit etmektedir
Düşünce ancak ve ancak “Anadil”in bahçesinde çiçek açar.
Atatürk’ün dediği gibi: TÜRK DEMEK TÜRKÇE DEMEKTİR.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Kaynakça:
1. Dr. Hüseyin Ağca: Türk Dili
2. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı yayımı: Türkçenin doğru kullanımı kılavuzu
3. Oktay SİNANOĞLU: BYE_BYE TÜRKÇE
4. E. Albay Osman Türkoğuz: Türkçemize yöneltilen şerefsizce saldırılar; Manisa İl J. K. lığı 1977- Ağustos- Günlük emir.
5. E. Albay Osman TÜRKOĞUZ: Özgün dili olan toplumlar ulustur; gerisi boştur: Makale
6. Sami N. ÖZERDİM: Yazı devriminin öyküsü
7. Prof. Dr. Bedia AKARSU: Atatürk Devrimi ve Yorumları
8. KKK Eğitim ve Doktrin K.lığının 2020 ve sonrası Dergisi.
9. Mustafa Cemil KILIÇ: Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder