İZMİR
10 KASIM 2009
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü ANLAMAK
“Milletler, maddi ve manevi güçlerini yitirmekle yıkılmazlar. Milletleri yok eden illet; HAFIZALARINI YİTİRMİŞ OLMALARIDIR. Prof. Dr. Güstav le Bon.
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk: ”Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir, benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” demişti.
Bir ülkenin onurunu, saygınlığını koruyarak, nasıl değiştirileceğini, dönüştürüleceğini, nasıl çağdaş ve örnek cumhuriyet haline getirilebileceğini; hem tarih yazarak hem de tarihe not düşerek gösteren Atatürk’ü özlemle anıyor ve arıyoruz.
O’nu hissediyor, seviyor ve sayıyoruz. O’nsuz geçen 71 yılda acaba O’nu yeterince anlayabildik mi? Atatürk’ü önce tanımalı, sonra anlamalı ve tamamlamalıyız.
“Gerçek sevgi bilgiden doğar, Atatürk’ü sevmek bilgiden doğmuyorsa değeri yoktur.”
Bir his yumağı olan sevgi çabuk eskir ve unutulur. Sevgiyi, köklü olgularla beslediğimiz, kendimize ve yaşam biçimimize uydurduğumuzda ve bir genetik algı haline dönüştürdüğümüzde Atatürk’ün özlemiş olduğu düzeye çıkmış oluruz.
Kişiliğimizi, bireysel ve toplumsal onurumuzu, uygar yurttaşlardan oluşan çağdaş bir devlet oluşumuzu ve tüm evrensel değerlerimizi borçlu olduğumuz Mustafa Kemal Atatürk’ü, anlatmak çok kolay, anlamak çok zordur. Özellikle de, çağdaş ve evrensel değerlere erişmemiş toplumlarda çok daha zordur.
Her ölümlünün sürecini o da yaşadı. Ama 57 yıl süren bu kısa ömür içerisinde yaptıklarının büyüklüğü tartışılamaz. Selanik’te orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mustafa, Askeri okulda Kemal, Sakarya Meydan Muharebesinde Gazi, Cumhuriyet’ten ve DEVRİMDEN SONRA DA Atatürk oldu.
Devrimci savaşlarla yücelerek, çağdaş bir devletin kuruculuğuna yükselen Mustafa Kemal’in yaşamında destansı bir öz vardır. İşte bu destansı gerçek, Atatürk’ün yaşamından söz ederken duygularımızın ağır basmasına yol açar. Ne var ki, duygular; toplumsal devinim sürdükçe ve yeni kuşaklar yetiştikçe yıpranır durulur. Kocatepe’de Mustafa Kemal’le birlikte savaşmış, ya da Cumhuriyet Devrimlerini Atatürk’le algılamış bir yurttaşın coşkusunu; bu olayları yaşamamış, kuşakların duymasına olanak var mı?
İzmir’in işgali ya da Mütarekenin kara günleri bizlere tarihin derinliklerinde kalmış bir sisli öykü gibi gelmekte. Kurtuluşun kıvancını; o günleri yaşamış ama birer birer tükenerek toprak olmuş insanların, bugün artık atmayan yürekleri gibi algılamak mümkün mü?
İşte bu gerçeğin ışığında Atatürk’ten söz edeceğim: Atatürk, yaşamımızın bir parçasıdır. Okullarda, derslerde öğreniyoruz. Siyasetçilerimiz kavgalarını onun üzerinden yapıyorlar. Evlerimizdeki sohbetlerimizde, yaptıklarını ve başarılarını, övgüyle ve destansı bir anlatımla anıyoruz. Ancak ne yazı ki; hep dışımızda tutuyoruz. Bir bohçaya sarıp, evimizin duvarına astığımız kutsal kitap gibi saklıyoruz, kişiliğimizde yaşatmak istemiyoruz.
Her birimizin zihninde bir Atatürk olgusu var. Ama bu durağan bir imaj olmamalı.
Çin okullarında Atatürk tanıtıldığı için başarılarına hayran oluyoruz.
Günlük yaşamımızın içinde sürekli olarak kaldığı, sohbetlerimizin içine sık sık girdiği için de; O’nu her gün yeniden keşfediyoruz. O nedenle de sürekli ve aynı tonda bir öykü kahramanı olarak canlı kaldı.
Bugün, her Türk’ün bilincinde; Atatürk unu, yağı, şekeri mevcut, ancak ne yazık ki bu bilinçlerde Atatürk helvasını oluşturabilmiş değiliz.
Düşünelim; bir genç olarak, bir yurttaş olarak, bir aydın olarak Atatürk’ü ne kadar tanıyoruz? Ne kadar biliyoruz? Atatürk kimdir? Neler yapmıştır? Neler yaptığı için Atatürk olmuştur? Devrimi nedir? Düzeni nedir? İlkeleri nelerdir? Atatürkçülük nedir?
Eğitim, kültür ve ekonomik yaşamlarımızda emirlerine uymaya çalıştık mı?
Çağdaşlaşma ilkesine uyduk mu?
Uyduk mu çağın gidişine?
Olayları Atatürkçü görüşle yorumladık mı?
Atatürk’ün söylevini en azından bir kez okuyabildik mi?
Ya; “Şu çılgın Türkleri? “Dirilişi”?
Ayrıca aşağıdaki sorulara herhangi bir yanıtımız var mı?
- Parçalanan bir İmparatorluk, Atatürk gibi bir kişiyi nasıl yetiştirebilmiştir?
- Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı kararını nasıl verebilmiştir?
- Kurtuluş Savaşını kazanacağını nasıl ummuştur?
- Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Özellikle Ege Bölgesinde Mustafa Kemal Paşa’nın hareketinden bağımsız olarak ve daha önce bir direniş örgütlenmiş olmasına karşın, Kurtuluş Savaşının önderliği neden Mustafa Kemal’in elinde kalmıştır?
Dini bilmeyenlerin kendilerine göre nasıl bir dini varsa, Atatürk’ü, çağdaş dünyayı ve çağdaş dünyanın ortak değerlerini kavrayamayanların da kendilerine göre bir Atatürk’ü vardır.
1938 yılında; her insan gibi bu dünyadan göçen ve halkının kalbine gömülen; Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yurttaşı, Türk Ulusu’nu iç ve dış tutsaklıktan kurtaran Mustafa Kemal; bugün Atatürk olarak bilinçlerde ve gönüllerde yaşamaktadır.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN en büyük eserim dediği Cumhuriyet’e sahip çıkamazsak ve elden giderse; bilelim ki Atamız o zaman gerçekten ölmüş olur…
Atatürk’ü anlamak, O’nu masal gibi anlatmak değildir.
Atatürk bir gece, Söğütözü Köyüne iner, yanında İsmet Paşa da vardır. Köylülere, Atatürk’ü tanıyıp, tanımadıklarını sorar. Köylüler hep bir ağızdan: “Göbeğine kadar inen, sütbeyaz sakallı, nur yüzlü birisi,” deyince; İsmet Paşa’ya dönerek: “Kalk ismet, gidelim, buralarda bize yer yok” der.
Atatürk’ü anlamak; O’nun yaptıklarını bilerek, O’nun çağdaş aydınlık yolundan gitmektir.
Atatürk’ü anlamak; tüm yaşantımızı, O’nun yarattıkları doğrultusunda düzenlemektir.
Atatürk’ü anlamak; O’nun aydınlık yoluna baş koymaktır. Atatürk’ü anlamak; rozetlerini, yakamıza takarak dolaşmak değildir.
Ama Atatürk’ün amaçlarından uzaklaştırılması da acıklı ve utanç verici bir gerçektir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ulusu’nu yalnızca geçmişte kurtarmamış; Türk Ulusu’nun, bu gününü ve geleceğini de kurmuştur hatta kurtarmıştır.
16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan Samsuna gitmek üzere Bandırma Vapuru ile yola çıkan M. Kemal Paşa, İtilaf askerlerinin yolda gemiyi durdurup silah ve cephane arayıp, bulamadıkları için Boğaz’dan çıkış izni vermeleri üzerine; yanındakilere: ”Biz Anadolu’ya silah ve cephane götürmüyoruz. İnanç götürüyoruz.” diyerek, UMUT; İNANÇ ve ZAFER azmini ifade ediyordu. “Zafer, zafer benimdir diyenlerindir.” diyen bu genç subayın kişiliği, devrimci düşünceleri, dünya görüşü, vatan ve ulus hakkındaki planları, dünya ulusları ile ilgili düşünceleri; devrime başladığı 40 yaşına kadar, Tüm yaşamını geçirdiği askerlik mesleği içinde olmuştur.
Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında; “ Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşında yenilmiş, Ordusu dağıtılmış ve elinden silahları alınmış, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış, Ulus yorgun ve yoksul düşmüş, savaşın sorumluları ülkeden kaçmış, Padişah, Kabine ve Sadrazam kendi çıkarlarını düşünmekte ve çaresizlik içindedirler. İtilaf Devletleri ülkeyi işgale başlamıştır. Azınlıklar, Ülkenin ve Devletin parçalanmasına çalışmaktadır.
Yunanlılar İtilaf Devletlerinin tam desteği ile İzmir’e çıkmıştı.
Türk Halkı, 19.yy. sonlarında başlayan ve 20.yy. başlarında da süren savaşlardan ve adını söyleyemediği, yerini de bilmediği, cephelere evlatlarını göndermekten perişan olmuştu. ( Galiçya…)
Özetle; Türk ulusu Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkesini, Ülkülerini yitirmiş, korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. Milyonlarca insanını, vatanlarca toprağını yitirmiş, Türkler öz vatanlarında vatansız kalmıştı. İşte bu koşullarda, yeni bir savaşa kalkışmak ve bu savaş için gerekli örgütlenmeyi yapmak, çetin bir iştir.
Özgürlük ve Bağımsızlık benim karakterimdir diyen, özgürlük ve bağımsızlığımızın, sembolü, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın eşsiz Komutanı, laik demokratik ve çağdaş Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk; Dünya tarihine yön vermiş pek çok liderden farklı ve özel bir niteliğe sahiptir.
Atatürk, büyük bir asker olmasının yanı sıra, aynı zamanda, büyük bir devlet adamıdır. Ulusal Kurtuluş mücadelesinde, bir yandan askeri stratejiler diğer yandan siyasi stratejiler geliştirip diplomatik taktikler uygulamıştır.
Amasya Genelgesinden başlayarak, Milli Benlik ve Egemenlik duygu ve uygulamalarını geliştirmeye çalışmıştır.
TBMM’nin açılışı ile birlikte, ”Kayıtsız Şartsız Millet Egemenliği’ni” hâkim kılarak, Cumhuriyete giden yolu açmış, yeni bir devletin temellerini atmıştır.
Kısacası, en çetin savaşlardan daha zor olan diplomasi savaşlarını başarıyla tamamlamış, onurlu bir Barış Antlaşmasını imzalamış ve Modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş bir devlet adamıdır.
Atatürk büyük bir reformcudur. Gerek kendi düşüncelerini, gerek diğer düşün adamlarının düşüncelerini, belli bir program çerçevesinde uygulamıştır. “Ben Manevi Miras olarak, hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, BİLİM ve AKILDIR. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişmesini inkâr etmek olur… Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçım olurlar…” diyen Büyük Atatürk, toplum ve devlet yaşamının her alanında, her uygulamasında akıl ve bilimi ölçü olarak ortaya koymuştur.
Türk Kurtuluş Savaşı tüm olumsuzluklara karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde, özveri ile KADIN- KIZ –ERKEK; ULUSAL BİLİNÇ VE ULUSAL DAYANIŞMA İÇERİSİNDE, YILMAZ ÇABALARLA VE KAHRAMANLIKLARLA KAZANILMIŞTIR. Kurtuluş Savaşı ile İşgalciler, Yurttan kovulmuş ve yeni Türk Devleti kurulmuştur. Osmanlı Devletinin tüm direnişine, hatta düşmanla işbirliği yapmasına karşın, Ankara’da Ulusa dayanan, egemenliğin kaynağını doğrudan halktan alan bir devlet doğmuştur.
Ancak sorun, düşmanı yenip, yalnızca istiladan kurtulmak değildi; asıl hedef: Çağdaş ölçülerde Modern bir Türkiye’yi yaratmaktı.
Mustafa Kemal daha işin başında, amacını belirlemişti. Her şey planlı, programlıdır. O’nun Samsunda netleştirdiği AMAÇ; daha gençlik yıllarından beri düşüncesinde yer alan,” ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ, KOŞULSUZ TAM BAĞIMSIZ BİR TÜRK DEVLETİ KURMAKTI.”
Askeri zaferler O’nun için amaç değil araçtı.
O’na ordu yok dediler, ”Kurulur” dedi. ”Para yok” dediler, ”Bulunur” dedi. ”Düşman çok” dediler, ”Yenilir” dedi. Ve tüm dedikleri oldu…
Tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurma fikri ve eylemi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması ile başlamıştır. Amasya genelgesi bu düşüncenin ortaya konuşu, yeni bir Türk Devletinin Siyasi, İdari ve Askeri teşkilatlanmasının da başlangıcıdır.
Amasya genelgesi ile ortaya konulan, Erzurum ve Sivas kongreleri ile işlenen fikirler ve hareket, yeni bir devletin kuruluşundan başka bir şey değildir.
Milli Mücadelenin önderi Mustafa Kemal’e göre; Türkiye’nin kurtuluşu ve yeni Türk Devletinin kuruluşu için gerçekleştirilmesi gereken üç ana hedef vardır.
1. Osmanlı Devletini “Hasta Adam” olarak gören ve yurdumuzu işgal eden, İtilaf Devletlerini (İngiltere, Fransa, İtalya) ve yandaşlarını (Yunanistan ve Ermeniler) yenerek Ülkeyi işgalden kurtarmak.
2. Ömrünü tamamlamış ve Çöküntünün asıl nedeni olan yozlaşmış Osmanlı Kurumlarını ortadan kaldırmak. (Saltanat, Hilafet vb. ve Osmanlı Devletini yıkmak)
3. Ortadan kaldırılan kurumların yerine, Çağdaş Dünyadaki benzerlerini koymak. (Yeni Türk Devletini kurmak) İşte bu, Türk Devrimidir, Atatürk Devrimidir.
Mustafa Kemal, asıl sorunun bir Uygarlık sorunu olduğu bilincine çoktan varmıştı.
Mustafa Kemal; giyimiyle, davranışlarıyla, düşünce yapısıyla, tüm yaşam biçimiyle değer ölçüleriyle çağdaş Dünya’nın kurumlarını ve kültürünü özümsemiş birisiydi. Bu yüzden, Türk Toplumu’nu, Ortaçağ karanlıklarından, Çağdaş Uygarlığın aydınlığına çıkarma hedefini gütmüş olan Mustafa Kemal’in, Türkiye’nin erişmesini istediği düzeyi ve bunun gösterdiği hedefleri tam olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Mustafa Kemal, kendi yaşamında; Yurdumuzu; Emperyalistlerin, beyinlerimizi ve vicdanımızı; Arap’ın işgalinden kurtararak, Türkiye’ye çağ atlatmış ve Çağdaş uygarlığın temellerini atmıştır.
Bu nedenle Atatürkçülük, Statik (Durağan) değil, dinamik (ilerlemecidir).
Nehru’nun 1938’de, cezaevinden, kızı İndra Gandi’ye yazdığı bir mektup var; şöyle diyor: “ Atatürk’ün gerçek başarısı, etrafı düşmanlarla çevrili batık bir imparatorluktan, etrafı dost ülkelerle çevrili modern, çağdaş bir CUMHURİYET çıkarmasıdır.”
UNESCO; Doğumunun 100’üncü yılı olan 1981 yılını “ATATÜRK YILI” ilan ederken gerekçesini de karara eklemişti. Kararı 156 ülke oy birliği ile almıştı. Kararda Atatürk şöyle tanımlanmıştır; “Uluslar arası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış, üstün bir kişi, olağanüstü devrimci, sömürgecilik ve emperyalizmle savaşan bir önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, ırk, din ayırımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu.”
Yunanistan Başbakanı Elefterios K. Venizelos: 12 Ocak 1934 tarihli başvurusu ile Atatürk’ü “Nobel Barış Ödülüne” aday gösterirken; şöyle demektedir: “Yaklaşık 700 yıl boyunca, Ortadoğu, Orta Avrupa kanlı savaşlara sahne olmuş, fakat Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla, bölgedeki istikrarsız durum sona ermiştir. Barış davasına bu değerli katkı, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa sayesinde yapılabilmiştir. Bu nedenle Yunanistan Hükümeti Başbakanı sıfatıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülüne adaylığını sunmaktan onur duyarım.”
Zaman ve tarih en yetkili sınayıcıdır. Yirminci yüzyılın başında Atatürk’le birlikte tarih sahnesine çıkmış olan siyasi önderler tarih içinde bir bir kaybolurken Atatürk hala tarih sahnesindedir. Atatürk, çağın ruhunu ortaya koyan; doğru, gerçekçi ve bilimsel yaklaşımları, evrensel fikirleri, meşruiyetçi çizgisi, insani değerlere ve özgürlüğe olan bağlılığıyla dönemin diğer liderlerinden ayrılmıştır. 20 Yüzyılın tüm büyük devrimcilerinden kimisinin heykelleri yerlerde sürüklendi, kimisinin adları yollardan, meydanlardan silindi. Atatürk günümüzdeki tüm olumsuzluklara karşın; hala halkının büyük çoğunluğunun sevgisine ve saygısına sahiptir.
Sovyetler Birliği İmparatorluğu, 75.inci yaş gününü görmeden yıkıldı. İtalya’nın Faşizmi; Mussolini’nin Milano’daki bir elektrik direğine bacağından asıldığında 22 yaşında idi. Almanya’da; Nazizm, iktidarının 12 içi yaşında öldü. İspanya’da Franko Faşizmi, ancak 40 yıl ayakta kalabildi. İran'da ki Sahlık rejimi; 56 yıl yaşayabildi.
Bunların hepsi, 20’nci yüzyılda doğan ve 21’inci yüzyılı görmeyen rejimlerdir.
Bir tek istisnası vardır. Türkiye Cumhuriyeti.
Sovyetler Birliği, Demokrasiyi önemsemediği ve ertelediği için yıkıldı.
İran’da Şah rejimi, laik ve demokratik bir devrim yapamadığı için yıkıldı.
Tito’nun Yugoslavya’sı, etnik farklılıkları kurumlaştırmanın ve birliğin devamını farklılıklarda aramanın bedelini ödedi ve yıkıldı.
Yakın tarih Atatürk’ün gerçekçiliğini kanıtladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün; Laik ve demokratik bir çağdaşlaşma hareketi; bin yıllık kültür ortaklığına ve yurttaşlık bağlarına dayalı bir ulus yaratmayı hedeflediği için, hala güncel ve ayakta. Hem de son yarım yüzyıldaki tüm sapmalara, yanılgılara, aymazlıklara ve hatta hıyanetlere karşın…
Batı gizli belgelerine göre; 1920 lerde Batının tercihi Mustafa Kemal değil, Vahdettin’di.
Mustafa kemal, Batının isteği ile değil, Batıya karşın çağdaşlaşma yolunu açtı. Ve Batı sonunda bükemediği eli öpmek zorunda kaldı.
Atatürkçülük, Demokratik bir düşünce sistemi olarak, hala canlı, saygın ve güçlü, çünkü akla ve bilime dayanmakta, aynı zamanda; demokrasi, çağdaşlaşma ve insan hakları ülküsüne yönelmiş, evrensel değerlerle ulusal değerleri kaynaştırmış, “Ulusal Birliği” farklılıkların değil, benzerliklerin kurumlaştırılmasında aramıştır.
ATATÜRK’ÜN OLUŞTURDUĞU “Türkiye modeli”nin temel direği; LAİKLİKTİR.
Atatürk, Türkiye modelini kurarken üç yanında üç karabasan yükseliyordu: Bir yanda İngiliz ve Fransızların biçimlendirdiği; “ARAP ŞERİATÇILIĞI”, Öbür yanda, BATI AVRUPA FAŞİZMİ, Diğer yanda SOVYET KOMÜNİZMİ.
Avrupa, Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan coğrafyada demokratik denebilecek ülkeler parmakla sayılacak kadar azdı. Üstelik onlar da faşizmin ve komünizmin gölgesi altında baskı yasalarını birer birer yürürlüğe koyuyorlardı.
Atatürk’ün bu üç karabasandan birine kapılıp gitmesi işten bile değildi. Ama o yüzyıllarca geri ve cahil bırakılmış, hemen tamamı Müslüman olan bir halkı çağdaş uygarlığa yönelten “TÜRKİYE CUMHURİYETİ MODELİ”Nİ yarattı. Hem de kimsenin dinine imanına dokunmadan.
O sırada Faşizmin ve Komünizmin pençeleri altında çırpınan BATI REJİMLERİNİ değil, EVRENSEL DEĞERLERİNİ BENİMSEYEREK, BUNU BAŞARDI.
Peki, bizler ne yaptık? Ne yazık ki, Atatürk şöyle yapmış, böyle yapmış demekten ileri gidemedik.
Birçok değerimiz gibi, ULUS olma bilinci de bize Mustafa Kemal Paşa’nın armağanıdır.
Mustafa Kemal Paşa bizim Milli Kimliğimizdir. Sel baskınından kaçan, bir yurttaşımızın, kurtarmayı düşündüğü ilk şey, Atatürk’ün fotoğrafı ise, bu; hissetmeyenin asla anlayamayacağı bir sevdadır. Türk halkının sevdasıdır, Gazi Mustafa Kemal.
1988 yılından bu yana Atamızı, yas tutmadan anıyor olsak da, Atatürk’ü anlayabilecek zekâ ve bilincine sahip olanlar, 10 Kasımlarda, gözlerinden süzülen o birkaç damla yaşa engel olamazlar.
Öyle ise; kalbimizde, yaşadığını bildiğimiz, sevgili önderimizin, yalnızca fiziksel varlığının bu dünyadan ayrıldığı günün yıldönümlerinde, duyduğumuz hüznün farklı bir nedeni olmalı. Üstelik bu nedenin oluşmasında, bizim de payımız var ki, gözyaşlarımız biraz da bilinçaltında ki suçluluk duygularımızı yıkmak ümidiyle akıyor.
Acaba, 10 Kasım 1938 de yitirdiğimiz ve 71 yıldır da geri getiremediğimiz nedir?
En öz anlatımla “ulus olma” bilincidir.
10 Kasımlarda tuttuğumuz gizli yas, dile getirme cesaretini asla bulamadığımız, işte bu acı kaybımız yüzündendir.
10 Kasımlarda, Atatürk sayesinde, farkına vardığımız, “ulusal özgüvenimizi” yitirdiğimiz için hüzünleniriz.
Bu günlerde yaşananlar hepimizin yüreklerini sızlatmıyor mu? Atatürkçülüğün bile içinin boşaltıldığını görmüyor muyuz? Yazar Nadir Nadi’nin dediği gibi; “Çağdaş uygarlığa sırt çevirmek Atatürkçülükse, Hayatta en hakiki mürşit ilim değilse, Vicdan ve Fikir özgürlüğü; doğruyu aramak, doğruya inanmak, inandığını savunmak hakkını bize vermiyorsa, Ulusal bağımsızlık; başkalarının Uydusu halinde yaşamak anlamına geliyor ve Halkçılık İlkesi; halkın bir mutlu azınlık elinde CENNET vaatleri ile ömrü billâh sömürülmesi sayılıyorsa, biz Atatürkçü değiliz.”
Atatürk’ün amacının ülkemizi ve ulusumuzu; Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak olduğunu biliyoruz.
Mustafa Kemal’in bu hedefe ulaşmak için; 1920 lerde kullandığı araçlarla 1930 larda kullandığı araçların aynı olmadığını da biliyoruz.
Bugün de bu amaca ulaşmak için farklı araçlar kullanmak gerektiğinin de bilincinde olmalıyız.
1920 lerde ki hatta 1930 larda ki; çağdaş uygarlık düzeyi ile bugünkü çağdaş uygarlık düzeyinin aynı olduğunu söyleyebilir miyiz?
İnsanlık tarihi boyunca, toplumsal gelişimin en önemli araçları olagelmiş, devrimsel nitelikteki kavram ve düşüncelerden esinlenerek, ortaya konulmuş Kemalist İlkeler, hiçbir kalıplaşmış düşüncenin esiri olmadan, Atatürk’ün ‘Manevi Mirasım” dediği, aklın ve bilimin öncülüğünde İYİYİ, GÜZELİ VE DOĞRUYU buluşun bir ifadesi, tez ve antitezin iyi yanlarının harmanlanması anlamında birleşimidir.
Bunun pratikteki anlamı ise;
• Siyasal, hukuksal, ekonomik, askeri ve kültürel anlamda TAM BAĞIMSIZLIK.
• Planlı Karma ekonomi.
• Tüm farklı inançlara güvence olan LAİKLİKTİR.
1920’lerde yapılanların bekçiliğini yapmaktan daha ileri giderek, çağı yakalamaya çalışmalı, çözümler üreterek, geleceğin öncülüğünü yapmalıyız.
Hortumculuk ta, yağmacılık ta, işsizlik de, Ulusal Kaynaklarımızın verimli kullanılmaması da hatta ülke güvenliğimiz de bizim sorunumuz olmalıdır.
O’nun yarattığı düzene egemen olan ölçülere ivedilikle dönmeliyiz.
Tüm anlam ve kavramıyla Atatürkçü olmalıyız. Atatürk’e, Atatürkçülüğe, Atatürk ilkelerine Atatürk Devrimine sahip çıkmalıyız.
Atatürkçülüğü yeniden günlük yaşama sokmalıyız. Atatürkçülüğün amacının; Ulusumuzu ve Devletimizi, Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak olduğunu unutmamalıyız.
Hedefimiz, Türkiye’yi özgürlükçü bir ortamda, tam bağımsız olarak ve kendi kimliği ile dünyadaki saygın yerine oturtmak olmalıdır.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti, devrim-karşı devrim sürecinde, karşı devrimin ve özellikle irticanın doruk noktasında olduğu bir dönemi yaşamaktadır.
Atatürk’ün “Türk Gençliği“ne hitabını çok dikkatle ve ibretle defalarca okumalıyız.
Türk Ulusu, 1919 Türkiye’sinin içinde bulunduğu güçlükleri nasıl ki Atatürk’ün önderliğinde aştıysa; bugün de Atatürk İlkeleri’nin inanç ve azmiyle bu güçlükler de yenecektir.
Hiç kimsenin, hiçbir kurumun, devletin bağımsızlığının, ülkenin bütünlüğünün tehdit altında olduğu bir sırada, kayıtsız kalma hakkı yoktur.
Vatanımıza ve ulusumuza, Atatürkçülük yolunda karşılık beklemeden, hizmet etmek, namus ve şeref borcumuzdur.
Cumhuriyetin; 86 yıllık kazanımları, tükenmek üzere. Bir Kurtuluş Savaşı verilerek, kurulan bu Ülke bu Cumhuriyet, bizlere emanet edilen Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti, nasıl bu hale getirildi?
Hiç düşündünüz mü?
Ülkemizde; Ekonomi; IMF ve Dünya Bankasına teslim edilmiş, İç ve Dış Siyaset; ABD ve AB’ye havale edilmiş, Dış güvenlik; ABD’ne bırakılmış, İç ve dış borç; 500 milyar doları aşmış, Cari açık kapatılamaz boyutlara ulaşmış, Toplum; Dinci, Laik, Atatürkçü, Ergenekoncu olarak ayrıştırılmış, Halk, üretici, çalışan, emekli, perişan edilmiş.
Atatürkçü düşüncede olmak suç…
Cumhuriyeti savunmak suç…
Tarikatlar, Türkiye’nin en tepelerine oturmuş, ülkeyi yönetiyorlar, ama Atatürkçü düşünce sahipleri izleniyorlar. Atatürk’ü küçük düşürmek, unutturmak için belgeseller bile yapılıyor.
İkinci Cumhuriyetçiler, Din simsarları, ordu karşıtları, Soroz çocukları, elbirliği ile “Türkiye’nin Kemalizm’den kurtulması gerekir, her yerde heykelleri, tüm resmi dairelerde, resimleri var, bunları kaldırmak gerekir“ kampanyasını yürütmekteler. Tarikatlar, darbe yapıyorlar.
Mağdur ordu.
Generaller içeride.
Türk Silahlı kuvvetleri, tarihinin en büyük psikolojik saldırısıyla karşı karşıyadır.
Mütareke basını bile Ankara’daki ulusal güçlere bu ölçüde saldırmamıştı.
Bunların amaçları belli: “renkli devrimlerle” rejim değişikliği yaparak, Türk silahlı kuvvetlerini siyaseten etkisiz kılmak ve Mehmetçiği ABD’nin maşası olarak, Ortadoğu’ya sokmak.
500 kg. kömür, bir gıda paketi ve iftar yemeği ile uyutulan halk, neden bu bunlara muhtaç kılındığını anlamadan, şükrederek iradesini aynı yönde kullanmakta.
Yolsuzluklar, yoksulluk ve yasaklar diz boyu…
Bölücü terör almış başını gitmekte…
Ülkeyi bölmeyi amaç edinmiş.
Açılım adı altında; Bölücülük hedefine ulaşmak üzere…
Ülke ve Devletimiz büyük tehdit ve tehlike altında…
İrtica kontrol edilemez boyutlara ulaşmıştır.
En acısı da; ülkemiz, “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu, Anayasa Mahkemesince Hükme bağlanarak cezalandırılan, bir partinin kurduğu iktidar” tarafından yönetilmektedir.
Bugünler, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesindeki; “Bir gün Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan…”dediği o “bir gündür”.
Atatürk’ün “ zorla ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün orduları dağıtılmış, yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir” dediği işte bu zaman… “İhanet”,” Dalalet” ve “Gafletin” el ele verdiği yer…
Gözbebeğimiz Laik Cumhuriyetimizin “iç ve dış düşmanlar” tarafından yıkılmakta olduğu süreç...
Atatürk’ün; “Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin şahsi emelleriyle tevhit edebilirler” dediği durumdur...
Karşı devrim günleri…
Türk Devrimi’nin rövanşı mı alınmaktadır?
Ne dersiniz?
Rejime ve Atatürk’e düşman olanların varlığını hiçbir zaman unutmayalım.
Bilelim ki; Tam Bağımsız Ulus devlet anlayışına karşı olan emperyalist güçler ve Emperyalizmin maşası durumunda ki, etnik bölücüler Atatürk’e düşmandırlar.
Kişisel çıkarları doğrultusunda bir takım zırvaları din diye yutturmaya kalkan ve sorgulanmadan inanılmasını isteyenler, bilimin rehberliğine karşı olan inanç sömürücüsü yobazlar Atatürk’e düşmandırlar.
Kapitalizm gibi sosyalizmin de Aydınlanma ve Sanayi devrimi sonucunda ortaya çıktığından habersiz, sanayi devrimini yaşamamış toplumlarda neo-emperyalizmin küresel sömürü güçlerine karşı mücadelenin ancak ve ancak “Tam Tağımsız Milli / Ulus devlet anlayışı” ile mümkün olduğunu göremeyen, dogmatik kafalılar da Atatürk’e düşmandırlar.
Ve…
Atatürkçülüğün Marksizm kadar Kapitalizme de karşı olduğunu ve mazlum devletler için çok özgün ve uygun bir “model” oluşturduğunu bilen, çirkin yüzlerini insan hakları ve özgürlük gibi kavramlarla maskeleyen günümüzün egemenleri vahşi kapitalistler de Atatürk’e düşmandırlar.
Yeni bir Türkiye’yi, Mustafa Kemal Paşa’nın aydınlığıyla yıkanmış, bir yeni yüzyılı mutlaka kucaklamalıyız.
Emperyalizmi yenmeliyiz.
Anadolu Devrimini tamamlamalıyız.
Atatürk’ün bıraktığı yerden devam etmeliyiz.
Ülkemizin dışarıdan ve içeriden emperyalizmle kuşatılmasına son vermeliyiz.
Emperyalizmin, yobaz, faşist ittifakını parçalayıp atmalıyız. Cehaletin cüretini, yobazların zulmünü, kırmalıyız.
Bu nasıl olur?
Atatürk’ü anlamak ve tamamlamakla olur.
Bu eğitim sistemimizle bu yanlış yollarla Atatürk’ü anlamak ve anlatmak olası değildir.
Öyle ise:
1. Kafa yapılarımızı ve dünya’ya bakış açılarımızı AKLIN ERDEMLİ EMRİNE VE ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCE SİSTEMLERİNE UYDURMAMIZ GEREKİR,
2. Batıyı, Batı yapan değerleri açık, açık anlatıp, anlamamız gerekir,
3. Dini motiflerle ve dogmalarla kafalarımızın örümceklenmesine izin vermememiz gerekir,
4. “Dünya’da yapılmış büyük işlerin arkasında bulunan kadınlarımızın, Atatürk’ten önceki durumlarını iyi bellememiz gerekir,
5. Türk insanın, dünya’ya, KÖLE, CARİYE VE TEBAA olmak için gelmediğini iyice öğrenmemiz gerekir.
6. Devletin kuruluş nedeninin İNSANI mutlu etmek için olduğunu anlamamız gerekir,
7. “Halk bir sürüdür, ben de onun çobanıyım “, diyen padişah mantığının dayandığı anlayışı bilmemiz gerekir.
Kısacası; Mustafa kemal’in idealini öğrenmemiz gerekir.
O zaman, Atatürk’ü anlamış oluruz, anladıklarımızı yaşama geçirir ve günümüz ihtiyaç ve koşullarına cevap verecek düzenlemeleri de yaparsak tamamlamış oluruz.
Atatürk’ü anlamak, çağdaş yaşamı anlamaktan geçer. Atatürk’ü anlamak, inançta, bilimde ve yaşamın her alanında, onun aydınlık yolunu izlemekten ve yaşamaktan geçmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder