Ahmet AVCI
3 MART 2010
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI: 3 MART 1924
Türk Devrimi’nin önemli aşamalarından olan Halifeliğ’in kaldırılışı 3 MART 1924 tarihinde gerçekleştirilmiştir.
86’ncı yıl önce yaşanan bu gelişme ile:
• Devrimin önündeki en büyük engel kaldırılmış,
• Cumhuriyet yönetimi ve ulusal egemenlik güç kazanmıştır.
• Devletteki iki başlılık görüntüsü ortadan kalkmış,
• 600 Yıllık Hanedanlığın defteri kapatılmıştır.
• Eğitimde, yönetimde, hukukta dini anlayış yerine laik anlayış yerleşmeye başlamıştır.
• Padişah ve Halifeye sadakatin yerini Ulus ve Devlete sadakat anlayışı almıştır.
• Meşruluk anlayışı, dünyevileşmiştir.
3 Mart 1924 yılında çıkartılan; “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile “Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Toprakları dışına çıkartılmasına dair kanun”lar Türkiye’yi Laikleştiren yasalardır.
Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu bunalım bu iki yasa yüzündendir. İktidar mücadelesi Devrim Yasaları bağlamında yapılmaktadır.
İçinde yaşadığımız bu süreçte; tarihi ve o günlerdeki gelişmeleri anımsamanın ve günümüze ilişkin dersler çıkarmanın yararlı olacağı değerlendirilmektedir.
Siyasal Devrim;
Türkiye 1919-1923 yılları arasında siyasal bir devrim yaşamıştır. Ulusal Egemenlik ve Ulusal bağımsızlığı sağlamak (1919-1922) siyasal devrim demektir.
Başlangıçta Devrimin okları dışarıya çevrili idi, Emperyalizm hedef alınmıştı. Kurtuluştan sonra ikinci aşamada, Siyasal Devrimin yönü İÇE çevrildi. Osmanlının geleneksel kurumlarını hedef aldı. İlk aşamada, daha çok milli (Antiemperyalist) görüntü veren Siyasal Devrim, ikinci aşamasında (1922-1924) demokratik karakterini öne çıkarmaktaydı.
Bu oluşumun üç önemli kademesi vardır:
• Saltanatın kaldırılması.
• Cumhuriyetin ilanı.
• Hilafetin kaldırılması.
Halifelik Kurumu Nedir:
“Halife, halef, naip, peygamberin halefi ve kendisinden sonra yerine kaim olmak (Halife Resulullah) itibari ile İslam Camiasının en yüksek reisinin yani imamının unvanıdır. ”İslam Ansiklopedisi cilt 5 s. 148
Yedinci yüzyılda çok büyük evrensel bir din kuran Hazret-i Muhammet, O zamana kadar devlet düzeni içinde yaşamayan Arapları birleştirmişti. Böylelikle bir Arap devleti ortaya çıkmıştı. Özellikle, Medine’ye göçünden sonra (hicret olayı 622) Peygamber’in devlet düzenine ilişkin etkinliği artmıştı. O, bir yandan dini yayarken öte yandan da devleti kurup yönetiyordu. Böylece O’nda, Peygamberlik yanında, bir devlet kurucusu ve devlet başkanı niteliği de vardı.
08. 06. 632 yılında; Hz. Muhammed’in ölümü üzerine; Araplar, bir süre şaşkınlık geçirdiler. Devleti kim yönetecekti?
Hicretin onuncu yılında; Hz. Muhammet, Medine’de hastalanmıştı. Yerine namaz kıldırması için Hz. Ebubekir’i görevlendirmişti.
Hz. Muhammet, kölesi Baraka ile evlendirdiği oğulluğu; Haris oğlu Zeyd’in oğlu Usama’yı da seferi orduya Başkomutan atamıştı. Daha önceleri de; beş kez, sefere çıktığında, Hz. Ali’yi vekil bırakmıştı.
Şimdi; buradan şu gerçek sonuçlara varırız:
Hazreti Muhammed’in peygamberlik vazifesi, Risalet görevi Tanrısaldır.
Bunun dışında;
1. İmamlık,
2. Yargıçlık,
3. Başkomutanlık,
4. Ve yöneticilik vazifesi vardır.
Hz. Muhammet öldüğünde; tüm bu vazifeleri de sona ermiştir.
Peygamberlik görevi Tanrısal olduğundan; seçimle bile bu göreve birisinin getirilmesi düşünülemez.
Yeni kurulan bir devletin işleyebilmesi için, diğer görevleri üstlenecek kişilere ihtiyaç vardır.
Halife diye seçilecek kişi de, bu görevleri yerine getirmek için seçilir.
Hz. Muhammet, daha sağlığında, bu görevleri yapacak kişileri belirlemiştir.
Halifelik Kurumu ile Türklerin Bağlantısı nedir?
Selçuklu Türkleri 1055 yılında Abbasi Halifeliğinin merkezi olan Bağdat’ı aldılar. Oraya gelmelerini Halife istemişti: Çünkü Sünni Abbasi Halifeliği, Şii bir kavim olan Büveyhilerin eline düşmüştü. Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, Bağdat’tan Büveyhileri çıkardı. Böylece Halife’yi kurtarmış oldu. O’nun bu hizmetine karşılık olarak Halife, tüm dünyasal yetkilerini, ”Sultan” ilan ettiği, Tuğrul Bey’e verdi. Ayrıca 15 yaşındaki kızını da 70 yaşındaki Tuğrul Bey’e vermek zorunda kaldı.
Bu önemli gelişme ile Selçuklular, Abbasi Devletini eylemsel olarak ortadan kaldırmalarına rağmen, “Halifeliğe” dokunmamışlardı.
Abbasi Halifesi, Selçuklu Sultanlarına manevi güç veren kişi olarak sıfatını ve sanını korumuş, ama siyasal yetkiler tümüyle Türk Sultanına geçmiştir.
Malazgirt Meydan Muharebesinden önce; Bağdat’taki Arap Halife, bir genelge ile tüm camilerde, Türklerin zaferi için dualar okutmuştu. Zaferin sonunda da; Alparslan’ı “Acem’in ve Arap’ın Sultanı” diye kutlamıştı.
Dünyanın en büyük felaketlerinden sayılan Moğol Akınları ile Moğollar 12.Yüzyıl ortalarında hemen hemen tüm Asya’yı egemenliği altına aldı. Bu arada Büyük Selçuklu Devletine de son verdi.
Cengiz Hanın torunlarından Hülagü, 1258 yılında, Bağdat’ı zaptetti ve burada eşi görülmedik kıyımlarından birini daha yaptı. Bu kıyım sırasında Halifeyi ve ailesinin uzak yakın tüm üyelerini çuvallara doldurup, atlara çiğneterek öldürttü.
Halifelik de böylece tarihe karıştı.
Osmanlı Hakanı Yavuz Sultan Selim, 1517 yılında Mısır’ı fethetti. Orada son verdiği yine Türk olan Memluk devleti hükümdarlarının kurduğu bir Halifelik makamı buldu. O sırada bu makamda Mütevekkil Allah adlı ve Abbasiler ile akraba bir kişi bulunuyordu. (Bu kişi tüm kitapları nehire attırmıştır.)
Bu göstermelik Halifenin elinde İslam Dünyasında kutsal sayılan bazı önemli eşyalar vardı. Yavuz bu Halifeyi İstanbul’a getirtti. Kutsal eşyaları da Sarayda koruma altına aldı. (bu eşyalar kutsal emanetler de denilir) Hazreti Muhammet ve Sahabeye ait olduğu ileri sürülen eşyaların büyük bir manevi ve tarihi değeri vardı. Bu eşyalar günümüzde, Topkapı Sarayı Müzesinde, Yavuz’un bunlar için yaptırdığı bir bolümde sergilenmektedir.
Yavuz’un bu kişiden “Halifelik” sıfatını devraldığı yolundaki söylentiler bugüne kadar kanıtlanmamıştır. Söylentilerin aksine Yavuz Halifelik sanını da kullanmamıştır. Çok bilgili ve dindar bir kişi olan bu hükümdar, Halifeliğin niteliğini elbette ki bugünkü siyasetçilerden çok daha iyi biliyordu. Kendisi Kureyş kabilesinden değildi ki bu sıfatı kullansın.
Yavuz, İslam dünyası için en kutsal yerler sayılan, Mekke ve Medine’yi de Memluklulardan aldığı için, büyük onur ile “Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı” sanını taşımakla yetinmiştir.
Yavuz’un zamansız ölümünden sonra, Yedikule’de mahpus olan Mütevekkil, tekrar Mısır’a döndü. Ancak, bu kişinin de artık Halife sanını kullanması mümkün değildi. Zira o’na bu izni verecek bir siyasi otorite de yoktu. Memluklular o’na bu hakkı tanımıştı ama Osmanlılar böyle bir davranışta bulunmadılar.
Yavuz selim’in oğlu ve Osmanlı Devletinin en güçlü hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman da kendisine Halife sıfatını vermemiştir.
Osmanlı Padişahları, devlet güçsüzleşmeye başlayınca, özellikle Batı’da saygın bir duruma erişmek için, tüm İslam dünyasının temsilcisi sıfatını takınmaya, yani kendilerini Halife saymaya başladılar.
Yavuz, Halifeliğ’i almamıştır. Ulema: “Osmanlı Halifesiz kuruldu ve İstanbul Halifesiz alındı. Hilafeti almak geçmişimize ters düşer.” Hükmüne uymuş; kutsal emanetlerle Halifeyi İstanbul’a getirmiştir.
1774’e; Küçük Kaynarca Antlaşmasında; Rus Çar’ı bütün Ortodoksların koruyuculuğuna soyununca; Osmanlı Padişahı da tüm Müslümanların koruyuculuğuna soyunmuştur.
1796’da; Paris’teki İsveç elçiliği Baş tercümanı d’Honson, “Osmanlı İmparatorluğunun Genel Çerçevesi” adlı bir eser yazmıştı. Bu eserinde, Yavuz’un Halifeliği aldığını ileri sürmüştü.
Osmanlı, zayıfladıkça, başına büyük gaileler açan Hilafet ipine sarılmıştı.
Batılılar, zamanın en büyük İslam devletinin başındaki padişahın bu sıfatını benimsediler. Ama özellikle Araplar, Osmanlı Padişahının “Halife” sıfatını hiç kabullenemediler. Bu da kuramsal olarak doğru idi. Çünkü Osmanlı Padişahları Türk’tüler ve Araplıkla, Kureyş soyu ile ilişkileri yoktu.
Sultan 2. Abdülhamit (1876-1909)’in, Halifelik kurumunu canlandırıp, İslam dünyasında önder olma çabaları da işe yaramadı.
Birinci Dünya Savaşına girdiğimiz zaman “Halife” tüm Müslümanlara “Kutsal Cihat” çağrısı yaptığı zaman en başta Araplar buna uymamışlar; işin en hazin yanı, “ Halifeye” düşman olan İngilizlerle işbirliği yapıp onbinlerce günahsız Türk askerinin kanını dökmüşlerdir.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, 1258 yılından sonra gerçek anlamıyla Halifelik tarihe karışmıştır. Osmanlı sultanlarının bu sanı taşımalarının tek nedeni siyasaldır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Halifelik:
Çok uluslu bir yapıda, Türklerden başka Müslümanlara da egemen olan Osmanlı devletindeki egemenlik sahibi tek kişi Padişah, kurallara uygun olmasa bile, kendi açısından bu sanı kullanabilir. Ama artık, tamamen ulusal temellere dayanan, başka hiçbir ulus üzerinde yöneticilik hakkı bulunmayan bir devlette, böyle bir makam gereksizdir. Kaldı ki bir devletin her türlü yönetim işlerini gören Milletin temsilcisi olarak seçimle gelmiş TBMM ve onun Başkanı vardır.
Üstelik Saltanat da kaldırılmıştır.
Rejimin Devlet Başkanlığı boşluğu da Cumhuriyetin ilan edilmesiyle doldurulmuştur.
Şimdi, hem Cumhurbaşkanı var hem de bir Halife. Bunlar biri birine uymayan iki makamdır. Hele Osmanlı sultanları bu makam için gerekli kuramsal koşullara da sahip değillerse de, yeni devlet’te o soydan gelenlerin yalnız “Halife” olarak kalmaları ve yanlarında bir de Cumhurbaşkanı bulunması akla ve gerçeklere aykırıdır.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Halifenin varlığı, siyasal bazı önemli sakıncalar da yaratmaya başlamıştı:
Saltanatın kaldırılmasından sonra çevresinde toplanılacak tek kişinin Halife olduğunu gören eski rejim yandaşları, Cumhuriyet de ilan edilince, önemli bir şaşkınlık geçirdiler. Ama kısa sürede toparlandılar.
Halife dururken neden Cumhurbaşkanı seçilmişti? İstanbul basınında çok önemli ve etkili kalemler, bu konuda gerçekleri saptırıcı yayınlar yapıyorlardı. Öyle ki; TBMM Halk Fırkası grubunda Rauf Bey gibi bir kişi bile çelişkiler içinde konuşmalar yapıyor. ”Cumhuriyete karşı olmadığını; ama onun ilanının da böyle aceleye getirilmesini doğru bulmadığını” söylüyordu.
Cumhuriyetin ilanı hiç beklenmiyordu. Evet, Saltanat Kaldırılmıştı ama TBMM’nin yanında, Osmanlı soyundan gelen bir Halife vardı. Bu Halife devlet başkanı sayılmalı idi. Bu mantık doğru kabul edilirse, o zaman Cumhuriyet rejiminin kurulması da gereksiz oluyordu zaten. Böylece daha cumhuriyet ilan edilmeden, Halife, bu görüş sahiplerinin sıkı sıkıya bağlandıkları kurum haline gelmişti.
TBMM tarafından bu makama getirilen Abdülmecit Efendi, çevresindeki bu tür davranışlardan pek hoşnuttu. Büyük ölçüde şımartılıyordu. Örneğin, ilk Cuma namazına giderken Fatih Sultan Mehmet’in sarığını başında taşımak istemişti.
O zaman; daha Başkomutan ve TBMM başkanı olan Mustafa Kemal, Halifenin bu davranışını doğal olmayan bir tutum olarak nitelemiş ve Halifenin törenlerde normal resmi niteliği olan siyah elbise giymesini istemişti.
Abdülmecit, Amcasının oğlu olan Vahdettin’den daha kültürlü ve sağduyulu bir kişi idi. Veliahtlığı sırasında amcaoğlunun siyasetine, zaman zaman, karşı çıkmaya çalışmıştı. Tam bir batılı aydın tipi idi. Çok güzel resim yapardı. Ünlü bir ressam sayılıyordu. Ayrıca Batı müziğinde besteler yapıyordu.
Böylesine bir kişi “İktidar” söz konusu olunca, kendisini unutuyor, hemen çevresindekilerin rüzgârına kapılıyor. O’nun Halife seçilmesi, günün birinde belki yeniden saltanatın ilanını çabuklaştırırdı. O zaman Abdülmecit kendiliğinden padişah oluverecekti.
Demek ki saltanatın kaldırılmasından doğan boşluk herkesi şaşkına çevirmişti. Halife eğer ölçülü ve ihtiyatlı davransa, gerçek gücün kimin elinde olduğunu görebilse idi makamını belki bir süre daha koruyabilirdi. Ama o, Refet Paşaya kadar uzanan bir büyük kitlenin kendisini desteklediğini görüp, çizgiyi aşıyordu.
Giderek, TBMM Başkanı’nın kendisine gönderdiği yönergeleri dikkate almamaya, ödeneklerini az bulmaya başlamıştı.
İstanbul basınında da aymazlıkla, “Düzenin, dirliğin sağlanması için Halifenin çevresinde toplanmak kaçınılmaz koşuldur” biçiminde yazılar yayımlanıyordu.
İşte bu koşullar altında Cumhuriyet ilan edilince, sözü geçen çevreler yeni bir darbe daha yediler.
Çünkü Osmanlı devletinde “Cumhuriyet” sözcüğünün kullanılması bile yasaktı. Hiç kimse “Cumhuriyetçi” olamazdı.
Bu vatan hainliği ile denk bir davranıştı!
Şimdi Halifenin çevresindeki topluluk daha da arttı. Aydın bir yazar olan Hüseyin Cahit Yalçın bile, ünlü gazetesi Tanin’de ilke olarak Cumhuriyetçiliği savunduğunu, ama bu rejim de bir de “Halifenin bulunması gerektiğini” söyleyecek ölçüde kültürü ve bilgisi ile çelişkili ifadeler kullanıyordu.
Giderek Cumhurbaşkanı makamı ikinci plana itiliyor, yepyeni rejimin varlığı ağır bir tehlikeye düşürülüyordu.
Artık kesin sonucun alınması zamanı gelmişti.
Halifeliğin Kaldırılması:
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye’deki siyasal devrim sacayağının üçüncü boyutu, ”Hilafetin Kaldırılmasıdır”.
İslam’da Hilafet, Hıristiyanlıktaki, Papalıktan farklı olarak, yalnız manevi bir makam değil, aynı zamanda, dünyasal ve siyasal bir otorite idi. Dört Halife döneminde ve Osmanlıda Yavuz Sultan Selim’den sonraki, Halife Sultan birliği döneminde bu açıkça görülmüştür.
Bundan ötürü, 1922’de Saltanat ve Hilafetin biri birinden ayrılması, birincisinin kaldırılıp ikincisinin değişik biçimde korunması, “Dinsel-Dünyasal Birlik” ilkesini bozmuş, Halifeliğin altından da Siyasal Otorite tabanını çekip almıştı. Böylelikle, Halifelik tümüyle örselenmişti. Yine de “Halifelik” son Osmanlı-İslam ana kurumu idi. Saltanat özlemcileri ile Cumhuriyet küskünleri için de bir barınak durumunda idi. Gelenekçi Muhafazakârlar bir süre için burada mevzileşeceklerdi.
Halifeliğin Kaldırılma nedenleri:
Genel Nedenler:
1. Cumhuriyet Yönetimi ile Halifeliğin bağdaşmaması
2. Halifeliğin, yapılacak devrimler önünde, ciddi bir engel oluşturması,
3. Gerici çevrelerin Halifeden güç almaları, son Halife Abdülmecit’in eski Osmanlı Padişahları gibi, davranmaya başlaması.
Görünürdeki nedenler:
1. Halifenin Tavırları: Abdülmecit, kılıç kuşanma, Devlet başkanı gibi, tantanalı “Cuma Selamlıklarında" bulunma, basına demeçler verme gibi davranışlarda bulundu. Bunlar birer simgesel “İktidar” gösterisiydi. Ya da öyle algılandı.
Asıl tedirginlik yaratan konu ise; Kurtuluşçu Kadrodan kimi muhafazakâr kişilerin Halifeyi ziyaretleri oldu. (Rauf Bey, Adnan Bey, Ali Fuat, Kazım Karabekir ve Refet Paşalar) .
Tüm bunlar, Saltanata yeniden özenildiği kaygısını uyandırdı.
Saltanat kaldırılmıştı ama Osmanlı Soyuna dokunulmamıştı. Saltanatı kaldıran 308 sayılı karar şöyle diyordu: ”Hilafet, Hanedan-ı Ali Osman’a ait olup…”
2. Gelenekçi-Muhafazakârların, Halifeye yürütme yetkileri, hatta Devlet Başkanlığı statüsü verme niyetleridir. Amaçları, İslam Âlemini gücendirmemek, onu kollamak, hatta etki altında tutmaktı. İstanbul Basınından bir grup (VATAN; TANİN; TASVİR-İ EFKÂR), Paşalardan; Karabekir de bu düşünceleri dile getiriyordu.
3. 15 OCAK 1923 tarihinde, Afyon Milletvekili İsmail Şükrü Efendi’nin çıkardığı Risalenin yankılarının hala sürmesi ve yandaş bulması.
“Hilafet-i İslamiye ve TBMM” başlıklı broşürde; İslam’da egemenliğin Allah’a ait olduğu, Halifeliğin Papalık olmadığı ve dünya işlerine de bakacağı görüşü işlenmekte idi. Yine Risalede; ”Halife Meclisin-Meclis Halifenindir.” “Halifenin, bugünkü durumda, Hükümetimizin, Devletimizin Reisi olması emr-i zaruridir.”
Genel anlamı ile TBMM, Halife’nin danışma organıdır. Halife Meclisin, Hükümetin ve Devletin başıdır, başkanıdır. Oysa 1920’de bu yana Ulusal Kurtuluş hareketi, egemenliğin Tanrıya değil, Millete ait saymıştı. Halifeyi Meclis seçmişti.
4. Hindistan’dan gelen iki mektup: İsmailiye Tarikatı (Şİİ) lideri Ağa Han ile Hint Müslümanları lideri Emir Ali, bu telgraf-mektupların göndericileri idiler. Bunların ikisi de; İngiliz Hükümetinin aylıkçısı, Emir Ali ayrıca İngiltere Kralının özel danışmanı idi. Telgraflar Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilmişti. Ama her nasılsa, önceden İstanbul gazetelerinin eline geçmiş ve yayımlanmıştı. (Tanin, İkdam, Tevhid-i Efkâr:5-6 Aralık 1923)
Telyazılarının ana fikri; Hilafetin önemli ve pekiştirilmesi gerekli bir kurum olduğu idi.
5. Halife Abdülmecit, dışlanmaktan üzgündü. Halife hazinesinin yetersizliğinden şikâyetçi idi. Bunları görüşmek üzere, başkâtibini Ankara’ya göndermek istiyordu.
Başvekil İsmet Paşa, 22 Ocak 1924 tarihinde, şifreli tel ile durumu İzmir’de bulunan Mustafa Kemal’e bildirdi.
Cumhurbaşkanının tepkisi sert ve kesin oldu. Hindistan Mektupları ile dolan bardak artık taşmıştı.
Cumhurbaşkanının yanıtının önemli noktaları şunlardır:
--Hilafet Makamının, ”dinen de, siyaseten de” hiçbir anlam ve önemi yoktur. Tarihi bir değer olmaktan öte bir değeri de yoktur.
--Ankara’ya temsilci gönderme yetkisi de yoktur.
--Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz.
Bu yanıt iplerin kopacağını gösteriyordu. Ama bunlar görünürdeki nedenlerdi.
Gerçek Nedenler:
Hilafetin kaldırılmasına yol açan başka algılar da vardı:
1. Bu kurum da, tıpkı saltanat gibi, saygınlığını yitirmeye başlamıştı.
Cihad-ı Ekber (1914) bir işe yaramamış, yüz binlerce Müslüman’ın karşı saflarda savaşa girmesini engelleyememişti.
Savaş sırasında da Mekke Şerifi Hüseyin, İngiliz desteği ile Halife- sultan’a karşı ayaklanmıştı.
2. Alman Patentli Cihad-ı Ekber’den beş yıl sonra, Saray ve Hükümetleri, İngiltere ile yaptıklar anlaşmalarda; (12 Temmuz 1919) bu kez Hilafet gücünü, İngiliz Sömürgelerinde İngiltere yararına kullanma sözü veriyorlardı. Sonradan milli Mücadeleye karşı çıkan Fetvaları da olmuştu.
3. Kuvay-ı İnzibatiyenin öbür adı; ”Hilafet Orduları” idi. Teali İslam Teşkilatı, Yunan Ordusunu Hilafet Ordusu saymakta idi.
4. İşbirlikçi Padişah Vahdettin, İngilizlere sığınırken, başvuru mektubunu “Halife-i Müslümin” olarak imzalamıştı.
Sekiz yıla sığan bu olaylar, Halifelik kurumunun altını zaten oymuştu. Üstelik 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile de Hilafetin kolu kanadı kırılmıştı.
Saltanatsız Hilafetin anlamı ne olacaktı ki? Ankara’nın Başkent oluşu da Hilafeti örselemişti. Nihayet Cumhuriyetin ilanı ile Devletin tepesindeki belirsizlik giderilmiş, Devlet Başkanlığı sorunu da çözülmüştü.
Osman Oğulları soyundan birisinin Halife unvanı ile Devlet Başkanlığına yükselme şansı da yoktu.
Yöntemler:
Mustafa Kemal, Ocak 1923’ten başlayarak, halkla temaslarını sıklaştırdı. Batı Anadolu’da halkla ve ileri gelenlerle söyleşiler 6-7 saat sürüyor, burada sorulara uzun yanıtlar veriyor, tabii ki Hilafet konusu da ele alınıyordu.
Ancak, Hilafetin sonunu getiren gelişme, Hindistan mektupları ve Ankara’ya dolaylı başvuru ile yaşandı. (1923 sonu ve 1924 başı). Önder için bu bulunmaz bir fırsattı.
Hindistan Mektuplarını, Ulusal Onur ve bağımsızlığımıza bir saldırı olarak ilan etti.
Bağımsızlığına henüz kavuşmuş bir ülkede bundan daha etkili bir silah olamazdı. Üstelik mektuplar İngiltere bağlantılıydılar.
Hilafetin başvurusunu da; yukarıda belirtilen yanıtıyla, geri tepen bir silah haline getirmişti.
Mustafa Kemal, TBMM’nin 5.Yasama yılını açış konuşmasında; 1 Mart 1924 şu üç noktayı belirtti:
Cumhuriyetin korunması,
Öğretimin birleştirilmesi,
Dinin siyasete alet edilmekten kurtarılması.
3 Mart günü Meclise üç önerge sunuldu. Önerge sahibi; Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı.
Hilafetin kaldırılması, Öğretimin birleştirilmesi,
Şeriye, Evkaf ve Harbiye-i Umumiye vekâletlerinin kaldırılması,
Öğretimin Birleştirilmesi.
Halifeliğin kaldırılmasını ve Osmanlı aile mensuplarının yurt dışına çıkarılmalarını öngören bu yasa, Türk Devrimi için çok önemli adımdır.
Yasa ile Halifelik kaldırılmakta, bu makam üzerinde hak sahibi olma iddiasında bulunabilecekleri için Osmanlı Hanedanının tüm üyelerinin yurt dışına çıkarılmaları öngörülmekteydi.
Bu yasa hükmü hemen yerine getirildi. Cumhuriyetin ilanından 4 ay sonra Halifelik de tarihe karıştı.
Hilafetin kaldırılmasına ilişkin önergenin gerekçeleri:
İç ve dış politikada iki başlılık sürmektedir. Türkiye, Bağımsızlık ve Milli yaşamında ortaklık kabul edemez. Padişah ailesi, Halifelik kisvesi altında Ülke varlığına zarar vermektedir. Halifelik ilk İslam yönetimlerinde, ”Hükümet” anlamındadır. Din ve dünya işlerini birlikte yürütür. Bugün çağdaş İslam hükümetleri, bu işi üstlenmiştir. Dolayıyla ayrıca Halifelik makamına gerek yoktur.
Mart 1924’te çıkartılan Yasalarla:
• 429 Sayılı kanunla, Şeri’ye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti kaldırıldı. (Yerine Diyanet işleri Başkanlığı, Vakıflar genel Müdürlüğü kuruldu.)
• Erkan-ı Harbiye Vekâleti kaldırıldı. (yerine Genel Kurmay Başkanlığı kuruldu)
• 430 sayılı Kanunla; Tevhid-i Tedrisat (öğrenim birliği) Kanunu kabul edildi.
• 431 Sayılı kanunla; Halifelik kaldırılarak, Osmanlı ailesinin erkek ve kadın tüm üyelerinin ve damatlarının dönmemek üzere yurt dışına çıkartılmalarına karar verildi.
Padişahlık yapmış tüm kişilerin, taşınır ve taşınmaz tüm malları Millete kalmıştır. Aile üyelerinin ise, şahsi mallarını bir yıl içinde, elden çıkartmaları, aksi takdirde, hükümetin bu malları satarak, bedellerini kendilerine gönderileceği, karara bağlandı. Bu karar hemen uygulanacaktı. Ertesi gün Halife ve ailesi Yurt dışına çıkartıldı.
Diğer Hanedan üyelerine de yurdu terk etmeleri için, on günlük süre tanındı.
Böylece Halifelik kesin olarak tarihe karıştı. Şeriye ve Evkaf vekâleti kaldırıldı.
• Hilafetin kaldırılması öncesinde; Mustafa Kemal’e Halifelik önerildi ancak reddetti.
• 16-6 1952’de Hanedanın kadın üyelerine, 15-5-1974’te de erkek üyelerine Yurda dönmek için izin verilmiştir.
Tepkiler:
TBMM’ni bile kabullenemeyen çevreler, zaferden sonra, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, bunu izleyen birkaç ay içerisinde Halifeliğin tarihe karışması ile iyice şaşırmışlardı.
Yukarıda belirtilen tepkilerin daha da artması kaçınılmazdı. Bu tepkilerin en üzücü yanı, devrim adımlarını başlangıçta onaylayan bazı kişilerin de artık karşıcalık cephesine geçmesine yol açmasıydı.
Bu tepkicileri şu gruplara ayırabiliriz:
1. Cumhuriyetin ilanına ve Hilafetin kaldırılmasına kesinlikle karşı kişiler. Bunlar için yurdun kurtuluşu yeterli idi. Artık gene eskiye dönülmeli idi.
2. Cumhuriyeti kabul etmekle birlikte “Halifesiz” bir toplum düşünemeyenler. Bunlar dinsel esaslara ve eski düzene dayalı bir cumhuriyet istiyorlardı (Halifeliğin kaldırılmasından sonra, Mustafa Kemal’in çevresinden bazıları da bu gruba katılmıştı. Hatta Gazi’ye “Halife olması” telkininde de bulunmuşlardı. Bu istek Gazi tarafından reddedilmişti.)
3. Halifesiz bir Cumhuriyeti benimsemekle birlikte, daha ileriye gidilmemesi düşüncesinde olanlar. Bunlara göre, geleneksel yapı, bazı yeniliklerle sürdürülmesidir. Gazi’nin bazı çok yakın arkadaşları da bu gruptadır.
4. Devrim adımlarını benimseyen, ama bunların çerçevesini çizemeyen ve her ne pahasına iktidara geçmeye çalışanlar. Bunlar içinde özellikle eski ittihatçıların bazıların görmek mümkündür.
Bu grupları iyice değerlendirip, günümüzde de bunların uzantılarının bulunup bulunmadıklarını değerlendirebiliriz.
Tüm bu karşı tepkiler önünde, kazanılan büyük zaferin kendisine verdiği saygınlık ile halk tarafından çok sevilen bir önder ve onun çevresinde bir avuç inançlı aydın vardır. Tepkileri bunlar göğüsleyeceklerdir.
İç basında ve Kamuoyunda, büyük bir tepki yaratmadı. Hatta olağan ve iyi karşılandı. Ancak eleştirenler ve muhalif tavır alanlar da vardı. (Rıza Nur, Rauf, Refet, Ali Fuat, Cafer Tayyar ve Cevat Paşa vb.) Bunların bir bölümü, Halk Fırkasından, Terakki Perver Cumhuriyet fırkasına gireceklerdir.
Asıl önemli ve sert tepki Şeyh Sait isyanı ile patladı. Bu harekette, Milliyetçi ve ayrılıkçı eğilim kadar, hatta ondan daha güçlü biçimde, Feodal-dinci bir yan vardı. Hilafetin kaldırılmasına duyulan tepki bununla bağlantılıdır.
Şey Sait’e göre, Hilafet’e son verilmesi, Kürt-Türk birliğinin temelindeki İslam’a saldırı idi. Dolayısı ile şimdi Kürtler, kendi geleceklerini serbestçe belirleme hakkına sahip oluyorlardı.
Halifenin ve Hanedan mensuplarının yurt dışına sürülmesinden sonra, 29 Ocak 1925’te Rum Patriği de aynı işleme tabi tutuldu.
İslam Evrenselliğine izin vermeyen devrimciler, Ortodoks Ekümenizmine (Evrenselliğine) de darbe vurmuştur.
Lozan’da Patrikhanenin yetkileri zaten adamakıllı budanmıştı. Artık İstanbul, İslamiyet enternasyonalinin de, Hıristiyan enternasyonalinin de başkenti değildi.
Halifeliğe son verilmesi, Batı Kamuoyunda geniş ilgi uyandırdı. İngilizler huysuzlandı. Halifelik kurumu ile sömürge Müslümanlarını uyuşturacaklarını sanıyorlardı.
İslam Dünyasında; Bosna ve Arnavutluk tasvip etti. Arnavutluk büyük ölçüde laikleşmişti.
Hindistan ve Rusya Müslümanları, bu kararı olumlu bulmadılar. ( Sömürge halkları Halifelikten medet ummakta idiler.)
Afganistan tepki göstermedi. (Türkiye benzeri reform hazırlığındadır.)
Arap Dünyası da kayıtsızdı. Bir ara Mekke Şerifi Hüseyin kendisini Halife ilan etti ise de aldırış eden olmadı.
1926’da Kahire ve Mekke’de yeni “Ulema Kongreleri” toplandı; ama ne bunlar ne sonraki gelişmeler, Halifeliğin yeniden canlanmasına yetti.
Halifeliğin kaldırılmasına; Halifenin kendisinden (Abdülmecit) bir tepki gelmedi. Hiçbir İslam ülkesi ya da devleti de bir daha kendisini sahiplenmedi. (ölümü:1944)
Asıl tepkiyi, İngilizlere sığınma mektubunu ” Halife-i Müslim’in” olarak imzalayan Vahdettin gösterdi. San-REM O’dan İngiltere Kralına mektupla başvurdu. (12 Mart 1925). İddia ve talepleri şunlardı: İlga kararını, ”asi tebaam “ olan Ankara Meclisi aldı. Hükmü yoktur. Etkisi olamaz. Karar Kur’an’a ve Türk Milletinin haklarına aykırıdır. Size hitap ediyorum, çünkü size sadık 100 milyondan fazla Müslüman vardır. Hanedan mal ve mülklerine el konulması, kutsal haklara aykırıdır. Yardım ediniz.
İngiltere Kralının 1 Nisan 1924 tarihli yanıtı kısa ve yalındı: Kral üzüntülerini belirterek diyordu ki; ”Müslüman olmayanların müdahalesi, haklı ve meşru görülemez. Ayrıca sonuç de getirmez.”
Sonuçları:
Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilafete de son verilmesinin ilk anlamlı sonucu, iktidar mücadelesi bakımından görülebilir. Bu operasyonla, Mustafa Kemal ve arkadaşları, iktidar dizginlerini iyice ellerine aldılar. Devrimlerin önü iyice açılmış oldu.
Bu yeni süreç, Muhafazakârların, Liberallerin ve İttihatçıların tasfiyesine dek uzanacaktır. Halifeliğin kaldırılması; Türkiye’nin içyapısında ve dış ilişkilerinde iki ana sonuç doğurdu:
1. İçte: Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin resmileşmesi ve ardından Hilafetin kaldırılmasıyla, ”Siyasal Devrim” tamamlanmış oldu. İleriki köklü dönüşümlerin (Laikleştirme, Ulusallaştırma) önü açılmış oldu. Böylece Jön Türklerle başlayan ve 1919-1923 arasında olağanüstü bir yükseliş gösteren “Siyasal Devrim” gerçekleşmiş oluyordu.
Bu başarı, 1920’li ve 1930’lu yılların “Sosyal Devrimi’ni de mümkün kılacaktır.
2. Dışta: Ulusal ve Laik devlete yönelen Türkiye ile İslam Dünyası arasında mesafeleşme başladı.
Türkiye, İslam Dünyasının siyasal ve Dinsel merkezi olmaktan çıktı. Buna karşılık, bağımsızlık ve çağdaşlaşma yönündeki atılımları ile İslam dünyası reformistleri için yeni bir model oluşturmaya başladı.
Hilafetin kaldırılmasının anlamı:
Hilafetin kaldırılması, 3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı yasa ile gerçekleşmiştir. Hilafet kaldırılmış, Osmanlı Hanedanı üyeleri Yurt dışına çıkartılmıştır.
Devrimlerin önündeki engel kaldırılmıştır.
Eğitimde, yönetimde, hukukta dini anlayış yerine laik anlayış yerleşmeye başlamıştır.
Cumhuriyet yönetimi ve ulusal egemenlik güç kazanmıştır.
Hilafetin kaldırılması, demokratikleşme yolunda bir operasyondur.
Devletin tepesindeki iki başlılık son bulmuştur.
Laikleşme yolunda atılmış önemli bir adımdır.
Sünniliğin siyasal dayanağı ortadan kalkmıştır.
Padişah ve Halifeye sadakatin yerini Ulus ve Devlete sadakat anlayışı almıştır.
Meşruluk anlayışı, dünyevileşmiştir.
Milliyetçiliğin yolu açılmıştır.
Türkiye ile İslam dünyası arasındaki bütünleşme iddiaları ortadan kalkmıştır. İslam Dünyası üzerindeki, koruyucu şemsiye olma rolünden vazgeçilmiştir. İslam dünyasını, ”Kanlı Hilafet Kavgalarından” kurtarmıştır.
Arap halkları da Uluslaşma süreçlerinde serbest bırakılmışlardır.
600 Yıllık Hanedanlığın defteri kapatılmıştır
Ankara İstanbul çelişkisi sona erdirilmiştir.
Hilafetin kaldırılması; Devrimci- Evrimci farklılaşmasına da son vermiştir.
Sonradan; Devrim yasalarının sulandırılmaya çalışıldığını hata sulandırıldığını ne yazık ki gördük: Bir Başbakan: “BİZ SEÇİM BEYANNAMESİNDE ‘MİLLETE MAL OLMUŞ İNKILÂPLARI MAHFUZ TUTACAĞIZ’ DEMİŞTİK. ŞİMDİ GENE AYNI NOKTADA DURUYORUZ. MİLLETE MAL OLMAMIŞ, MİLLET VİCDANINA DEĞİRMEN TAŞI GİBİ ÇÖKMÜŞ, BAZI TEDBİRLERİ KALDIRACAĞIZ” DİYE BİLMİŞTİR.
Yine aynı Başbakan: “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz” diyebilmiştir.
Devrim Yasaları ve Halifelik’i kaldıran yasalar olmasaydı; Türkiye bugün Yemen’den, Sudanan’dan Afganistan’dan farklı olmazdı.
Başarılan ne varsa; Cumhuriyet yarattı.
1923’ten bu yana; Cumhuriyete ve onun çağdaş mirasına karşı ve düşman olanlar, şimdi onun” servetine el koymak” istemektedirler.
Kaynakça:
1. Prof. Dr. Ergün AYBARS; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi.
2. Prof. Dr. Bülent TANÖR; Kurtuluş ve Kuruluş.
3. Ahmet Taner KIŞLALI; Ben Demokrat Değilim.
4. Prof. Dr. Suna KİLİ; Atatürk Devrimi.
5. Prof. Dr. Ahmet Mumcu; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
6. Osman Türkoğuz; Halifelik
7. TBMM Tutanak dergisi, c,7.s.27-69. 1968 basımı
8. İsl. Ans. C.4.S. 240-258—c. 5.S.148
9. Özdemir İnce; Hürriyet gazetesi yazıları
Emekli askerim, Albay rütbesi ile emekli olduktan sonra; Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümünde Okutmanlık yaptım. BİLGİ, GÖRGÜ VE ÖNGÖRÜLERİMİ; BU BLOGDA OKUYUCULARLA PAYLAŞMAK İSTİYORUM. ÖNERİ,UYARI VE YORUMLARINIZ BENİM İÇİN DEĞERLİDİR. ATATÜRK'ÜN İZİNDE YÜRÜYECEĞİMİ VURGULAYARAK, "BİLGİ SAHİBİ OLUNMADAN FİKİR SAHİBİ OLUNMAYACAĞINI" HATIRLATMAK İSTİYORUM.
8 Mart 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Blog Arşivi
-
▼
2010
(46)
-
▼
Mart
(16)
- 17. OSMANLI DEVLETİNİ KURTARMA ÇABALARI VE OSMANLI...
- 16. SAYGIN DEVLET ADAMI NASIL OLUNUR MUŞ!
- 15. ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ
- 14. TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN NE İSTİYORSUNUZ!
- 13.TAM BAĞIMSIZLIK KAVGASI MI? TAM TESLİMİYET Mİ?
- 12. YA DEVLET BAŞA! YA KUZGUN LEŞE!
- 11- TÜRKÇEMİZE SAHİP ÇIKALIM
- 10- YILDIZTEPE'DE DÜŞÜNDÜKLERİM...
- 9- MENEMEN OLAYI VE KUBİLAY
- 7- OSMANLI DEVLETİNİ KURTARMA ÇABALARI OSMANLI DEV...
- 6- MİLLİ MÜCADELE'NİN BAŞLATILMASI
- 5- KOCATEPE'DE DÜŞÜNDÜKLERİM
- 4- ANADOLU SELÇUKLULARI VE OSMANLILAR DÖNEMİNDEKİ ...
- 3- MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN EVLİLİĞİ
- 2- HALİFELİĞİN KALDIRILMASININ 86'NCI YILI
- 1- MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLAMAK
-
▼
Mart
(16)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder