“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM”
‘TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NİN
PAROLASI
1
AĞUSTOS 1914 ‘de başlayıp 11 Kasım 1918’de sona eren Birinci Dünya Savaşı; 26
devletin katıldığı 4 yıl üç ay on gün sürmüş ve beş kıtada etkili olmuştur.
Başlangıçta Avrupalı
devletlerin bir iç hesaplaşması olan bu savaş, sömürgelerin katkısı ile Afrika
ve Asya’ya yayılması ve Osmanlı Devleti’nin de savaşa katılması ile bir genel
(DÜNYA) savaş halini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu,
bu savaşı başlatmamış ama istemeyerek de olsa bu savaşa katılmıştır.
Bu Savaşta; Zavallı
Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan can pompaladı. O kadar ki dört yıl
süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her genç
cepheye sürülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu,
17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonunda YARI SÖMÜRGE olmuş, sembolik bir
İmparatorluğa dönüşmüştü. Bu Savaştan da iyice tükenmiş olarak çıkmıştır.
Pantürkizm, Hazar
Kıyılarında, Panislamizm de Arap çöllerinde ölmüş, elde yalnızca; BİTKİN VE
YORGUN ANADOLU KALMIŞTIR.
Türk Ulusu; Birinci
Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve
Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca
toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Osmanlı Devletine ve
Türklere karşı, Ortaçağın Haçlı anlayışıyla Yeni Çağın ürünü Emperyalizmi
kaynaştıran acımasız bir politika uygulanmıştır.
Birinci Dünya Savaşından
yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Mondros Ateşkes Antlaşması uyarınca; çok
geçmeden, İtilaf Devletlerinin, hatta Yunanistan ve Ermenilerin İşgaline
uğramıştır.
İşgaller karşısında,
Osmanlı devleti çaresiz ve tepkisizdir…
Padişah; 8 Kasım 1918’de
Rauf Beye şöyle diyordu; “Ortada bir Millet var; KOYUN sürüsü, İdaresi için de
bir çoban gerekli, o da BENİM.” Böyle düşünen bir Padişahın; tek emeli,
”İNGİLİZLERİN DESTEĞİNİ ALMAKTI.”
Damat Ferit, Amiral
Calthorpea şöyle demiştir: “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra
İngiltere’dir.”
Vahdettin, 30 Mart
1919’da Damat Ferit aracılığıyla kendi el yazısı ile yazdığı bir tasarıyı
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a ulaştırmıştır. Özeti
şudur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süre ile İngiliz Sömürgesi
olması”
OSMANLI HÜKÜMDARININ
KURTULUŞ REÇETESİ BUDUR.
Padişah Vahdettin
İngiliz sömürgesi olabilmek ümidi ile her yola başvurur. Aklına onurlu, başı
dik, bağımsız bir Türkiye gelmez.
Halkın bir bölümü
tepkisiz, bir bölümü işbirliği içinde bir bölümü de işgale karşı koymanın
yollarını aramaktadır…
Mustafa Kemal ise; çok
önceden Osmanlı Devletinin yaşama gücünü yitirdiğini anlamıştır. O’nun adı
önceleri yalnızca Ordu çevrelerinde bilinirken, Birinci Dünya Savaşı’nda üst
üste gösterdiği başarılarla tüm ulusta ve dünyadaki asker çevrelerinde
tanınmıştı.
Çanakkale Boğazını
dolayısı ile İstanbul'u kurtaran, Rusları Bitlis önünde durduran, Suriye’de
İngilizlere zor anlar yaşatan ve onları bugünkü sınırlarda durdurmayı başaran,
bu büyük Asker, ”TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN VE DEVRİMİN ÖNDERİ OLMA
YOLUNDA” bilinçli bir hazırlığın içerisinde idi.
Ülkedeki tüm olanaksızlıkların
yanı sıra, yurdun bütünüyle kurtulabileceğine inanan da yoktu.
Tam bağımsız Yeni Türk
Devletinin ancak topyekûn bir savaşla kurulabileceğine inanan tek kişi Mustafa
Kemal idi. O’nun dışında kurtuluş arayanlar, ”İTİLAF DEVLETLERİNE KARŞI DÜŞMANLIK
ETMEDEN VE PADİŞAH-HALİFEYE CANLA BAŞLA BAĞLI KALMAK ANLAYIŞI İLE“ kurtuluş
arıyorlardı.
Oysa kurtuluşun
başarılabilmesi için bu iki gücün de yenilmesi zorunlu idi.
İtilaf devletlerinin alt
edilmesi ile “MİLLİ BAĞIMSIZLIK” Padişah-Halifenin yenilmesiyle de “MİLLİ
EGEMENLİK” kazanılacaktı.
Milli Mücadeleyi
başlatmak için; Ulusu bu inanç etrafında toplamak ve yeni bir savaşa girişmek
gerekiyordu. Milli Birlik ve bütünlüğü sağlamak gerekiyordu.
Ülkedeki ve Toplumdaki
felaketi görenler; topyekûn bir savaşı düşünemedikleri için, ÜÇ TÜRLÜ kurtuluş
düşüncesi ortaya çıkmıştı.
Kurtuluş düşüncelerini;
Mustafa Kemal, Nutuk’ta; şöyle açıklıyordu:
“Birincisi:
İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika’nın
güdümünü istemek.
Bu iki karara varanlar,
Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı Ülkesinin
ayrı ayrı devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bir bütün olarak,
tek bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncüsü: Bölgesel
kurtuluş arayışlarıdır. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı
Devletinden koparılacağı görüşüne karşı, ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor.
Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı
ülkesinin paylaşılacağına olupbitti gözüyle bakarak, kendi başlarını kurtarmaya
çalışıyorlar.”
Tüm bu karar ve kurtuluş
çarelerini yerinde bulmayan M. Kemal Paşa, Kendi kararını şöyle açıklıyordu:
“…Bu kararların
dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz
o günlerde, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı
ülkesi bütünüyle parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı Ata yurdu
kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı.
Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, Hükümet, bunların hepsi
bir takım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin
dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu.
O halde sağlam ve gerçek
karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum
karşısında bir tek karar vardı. O da ULUS EGEMENLİĞİNE DAYANAN, KAYITSIZ
ŞARTSIZ, BAĞIMSIZ yeni bir Türk devleti kurmak.
Bu kararın dayandığı en
sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk
Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da ancak TAM
BAĞIMSIZ olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin ve
müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar
insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendisini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin
koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve
beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık
duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri
hiç düşünülemez.
Oysa Türk’ün onuru ve
yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak olmaktansa yok olsun
daha iyidir.
Öyleyse; “YA İSTİKLAL YA
ÖLÜM.”
İşte gerçek kurtuluşu
isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın
uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim.
Ne olacaktı?
Tutsaklık.
Peki, efendim, öteki
kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayırımla ki,
bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan
her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini
kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa oranla, dost ve düşman
gözündeki yeri (çok) başka olur.”
Mustafa Kemal PAŞA’NIN;
“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” parolasıyla başlattığı MİLLİ MÜCADELE, Türk Mucizesi
denecek bir başarıyla sonuçlanmıştır…
İşgalciler, kovulmuş, saltanat
kaldırılmış, padişah yurttan kaçmıştır.
Lozan barış Antlaşması
imzalanarak yeni Türk Devleti’nin BAĞIMSIZLIĞI tüm dünyaya kabul ettirilmiştir.
Cumhuriyet ilan edilmiştir…
Hilafet kaldırılmıştır.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
DEVLETİ, TAM BAĞIMSIZ OLARAK ÇAĞDAŞ DÜNYADAKİ YERİNİ ALMIŞTIR…
Mustafa Kemal ATATÜRK ve
ortaya Koyduğu DEVRİM’İN Türk Milletine kazandırdıklarının bugün; ne kadarına
sahip olduğumuzu takdirlerinize sunuyorum…
Hani;
Esaretten
kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm
komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız,
sınıfsız bir kitle idik.
Kadınımız
cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve
erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler,
cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye
Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse,
kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli,
bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.
Milletimizin
efendisi, gerçek üretici olan KÖYLÜ olacaktı.
Basın hürdü.
Hukuk; üstündü. Yargı adil, bağımsız ve
tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel
ilkelerimizdi.
Yurtta barış
Dünya’da barış temel ülkümüzdü…
Atatürkçülük;
rehberimizdi.
Çağdaş
Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi
alacaktık.
Neredeyiz
şimdi…
Tüm kazanımlarımızı
birer birer yitirdiğimiz yetmezmiş gibi: Türklük, Atatürk ve Devrimi yok
sayılmakta, Cumhuriyetin tüm değerleri yok edilmeye çalışılmakta, kurum ve
kuruluşları elden çıkartılmakta, Bayrağımız bile işlevsiz kılınmaktadır…
Ulusal bayramlarımıza, kısıtlama ve hatta yasaklama getirilen bu
dönemde; ”19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”nın kutlanmasından
engellenmesini üzüntüyle karşıladığımı vurguluyorum…
94 yıl önce Milli Mücadeleyi başlatarak, Ulusal Egemenliği, Ulusal Bağımsızlığı, Ulusal Dili, Ulusal
Dayanışmayı, Ulusal Birlik ve Beraberliği, Ulusal Onuru, Ulusal Ekonomiyi,
Ulusal Eğitim-Öğretimi ve Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni bize
kazandıranları, bu toprakları VATAN yapanları ve TÜRK MİLLETİNİ yaratanları; rahmet ve minnetle
selamlıyorum...
Ahmet AVCI
19 MAYIS 2013
1 yorum:
ERZİNCAN ASKERİ LİSESİNDE ÜSTEĞMEN OLARAK ÖĞRETMENLİĞİ İLE BUGÜN DE EMEKLİ ALBAY OLARAK DOSTLUĞU İLE BENİ ONURLANDIRAN DR. HÜSEYİN AĞCA’NIN YORUMUNU İZNİNİZLE AŞAĞIDA SUNUYORUM SAYGILARIMLA:
Değerli Kardeşim,
Bu gün Milli bir bayramın coşkusunu 75 senedir yaşayan bir Türk
vatandaşı olarak, aynı heyecanın vücut verdiği milli gösterilerin
özlemi içinde hüzünlü idim.
Sabahleyin torunumu okuluna götürürken sordum: “ Sevgili yavrum,yarın Hipodram"daki törenlere katılıyor musun?”
- “Dedeciğim artık orada toplu tören yok. Biz okulda koro halinde marşlar söyleyeceğiz o kadar.”
İnan olsun. Bu cevap karşısında az kalsın kaza yapacaktım.
Ama Sizin yazınızı okuyunca umutlarım yeşerdi. Mutlu oldum.
“Demek ki, BU İNKÂRDAN RAHATSIZ OLANLAR VAR, BU ASİL TÜRK GENÇLERİ TARİHLERİNİ
BİLİYOR, ONUNLA ÖVÜNÜYORLAR” .Dedim. Teselli buldum.
Sizinle ne kadar iftihar etsem azdır.
Allah(cc) sizleri Vatana bağışlasın.
Gözlerinizden öperim.
Hüseyin Ağca
Yorum Gönder