SALTANATIN KALDIRILMASI - 1 KASIM 1922
91 yıl önce Bugün Saltanat Kaldırılmış ve egemenlik millete verilmişti…
MİLLETCE, egemenliğinin değerini anladık mı bilmiyorum ama, SALTANAT’IN
kaldırılış öyküsünü anımsatmak istedim…
Birinci
Dünya savaşında yenilgiye uğrayan Osmanlı Devletinin toprakları işgal edilmiş
ve Osmanlı Yönetimi itilaf Devletlerinin kontrolüne geçmişti…
Mustafa
Kemal Paşa’nın öncülüğünde; Milli Mücadele’nin başlatılması ve Osmanlı
Meclisi’nin dağıtılmasından sonra; 23 Nisan 1920’de, Millet egemenliği esasına
göre oluşturulan, TBMM ile yeni bir Türk devleti kurulmuştu.
Vatanın bütünlüğü ve Milletin bağımsızlığını esas alan bu yeni devlet, vatanı
kurtarmıştı.
Osmanlı Padişahı ve Hükümeti ise; Milli mücadeleyi engellemek için her çareye
başvurmuş, TBMM ve Hükümetini, yani MİLLİ EGEMENLİĞİ kabul etmemişti. Milli
kuvvetlere karşı düşmanla işbirliği yapmış ve halk arasında kışkırtmalarla
ayaklanmalar çıkartmış, hatta isyan orduları kurmuştur. Ayrıca saltanat; Türk
Milletinin idam kararı sayılacak SEVR ANLAŞMASINI da imzalamıştır.
Mustafa Kemal, Zaferden sonra, daha İzmir’de iken; İstanbul Hükümeti ve
Saltanat sorunlarının nasıl çözümlenmesi gerektiği konularında görüşmelere
başlamıştı.
Meclisteki muhalif kanat; saltanatın kaldırılacağını sezerek, geleceğin devlet
düzeni ve şekli konusunda kaygı duyuyorlardı.
“Teşkilatı Esasiye Kanunu”nda; Egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu ve
idare biçiminin ise, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına, yasama ve
yürütme yetkilerinin, Ulusun tek temsilcisi olan, TBMM’ne ait olduğu
belirtilmiş olmasına rağmen, Meclisteki muhalif-tutucu kanat; HİLAFET-SALTANATI
korumak için çalışmaya başladı.
Amasya Genelgesini Mustafa Kemal’le birlikte imzalayan üç arkadaşı, Rauf Orbay,
Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar; Mustafa Kemal’le özel bir görüşme yaparak;
endişe, kaygı ve muhalefetlerini belirttiler. Mustafa Kemal de arkadaşlarının
endişelerini giderdi ve yatışmalarını sağladı.
Bu arada; Refet paşa, J.Genel komutanı olarak; Ankara Hükümeti adına Trakya’yı
teslim almak üzere görevlendirildi.
Refet Paşa 100 Türk Jandarması ile Sirkecide halkın coşkun gösterileri ile
karaya çıktı. Türk Askerinin “Mustafa Kemal Paşa Serdarımız” marşı ile
ilerlemesi, Halkın dört yıl sonra sevinç gözyaşları ile mutlu bir gün
yaşamasını sağladı.
Milliyetçiler artık İstanbul’da da egemen duruma gelmekteydiler.
Refet Paşa İstanbul’da; İstanbul Hükümetini tanımadığını belirtti. Refet Paşa
ile görüşen Vahdettin ise İstanbul Hükümetinin varlığında ısrar ediyordu.
Refet Paşa; ısrarla İstanbul hükümetinin istifasını istedi. Ancak, Padişah;
kendisini hala meşru HÜKÜMDAR olarak görmekte idi.
Bu arada Sadrazam Tevfik Paşa; zaferin nimetlerine ortak çıkmak ve Osmanlı
iktidarının meşruluğunu kabul ettirmek amacı ile 17 Ekimde Bursa’da bulunan
Mustafa Kemal’e haber göndererek, zaferin kazanılması ile “İSTANBUL-ANKARA
ikiliğinin sona erdiğini, BARIŞ KONFERANSINA hazırlık ve işbirliği sağlamak
için, güvenilir bir temsilcinin, İstanbul’a gönderilmesini istedi. Mustafa
Kemal bu isteğe çok sert yanıt verdi:
“Türk Ulusu adına tek söz sahibi makamın TBMM olduğunu, barış konferansında da
Türkiye’yi gene TBMM'nin temsil edeceğini” belirtip, bu gerçek karşısında;
”devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk doğuracağını”
hatırlattı.
Tam bu kritik durumda İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de Ankara ve İstanbul
hükümetlerini; Kasım ayında Lozan’da yapılacak toplantı için davet ettiler.
Sadrazam Tevfik Paşa bu kez doğrudan; 29 Ekim’de TBMM’ne telgrafla başvurarak,
TBMM sözünü dahi kullanmadan, ”İstanbul Hükümetinin işbirliğine hazır olduğunu”
bildiriyordu.
Bu istek Mecliste çok sert tepkilere yol açtı. Bu davranışı; ülkeyi ikiye
bölmek isteyen Padişahın yeni bir politikası olarak, nitelediler. İstanbul
yönetiminin ihanetleri uzun uzun açıklandı. İsmet Paşa bunun Mudanya
Konferansına da aykırı olacağını belirtti.
Oysa Mecliste genel eğilim, Saltanat ve Hilafet’e bağlılık doğrultusunda idi.
Keçiören görüşmesinde yapılan nabız yoklamasında, Rauf Bey; ”Saltanat ve
Hilafet’e vicdanen ve duygusal olarak bağlı olduğunu ailesinin Padişahın
nimetleri ve ekmeği ile yetiştiğini, SALTANAT VE HİLAFETİN kaldırılmasının
İslam Âleminde çok kötü etki yapacağını” söylemişti. Refet Bey de buna
katılmış, Ali Fuat Paşa ise görüş belirtmemişti.
Ankara’da hiç de Devrimci Rüzgârlar esmezken, havayı değiştiren Tevfik
Paşanın tel yazısı oldu.
Lozan’daki temsil işi, bir anda, İktidar sorunu, Anayasal sorun haline geldi.
Kurtuluşun Başkentinde; Zaferi ve İktidarı kaptırmamak duygusu yükseliverdi.
Bunun formülü, Saltanat ile Hilafetin biri birinden ayrılması, ikincinin
korunması biçiminde idi. Böylece Lozan’a hangi devletin gideceği de belli
olacaktı.
İŞTE SALTANATIN KALDIRILMASI OLAYININ GÖRÜNÜRDEKİ NEDENİ BUDUR, YANİ BİR TEMSİL
KRİZİ OLAYIDIR.
Kuşkusuz bu çifte davet; Mustafa Kemal Paşa’ya, ”Şahsi Saltanatın kaldırılması”
için fırsat verdi. Zaten Hilafet ve Saltanat sorunu savaş sonrasına
bırakılmıştı.
Savaş bitince; ”Ulusal egemenlik yanlıları ile Hilafetçiler arasında” bir
hesaplaşma olacaktı. Artık, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar da;
Saltanatın sona ermesini istiyorlardı. Ancak; Meclis Saltanatın kaldırılmasını
isterken”, HİLAFETİN KALMASI EĞİLİMİNİ” koruyordu.
Öncelikle bilmeliyiz ki; Birinci Dünya savaşı, bazı otoriter Monarşilerin,
Hanedanların sonu olmuştur.
Çarlık Rusya’da Romanoflar (1917),
Avusturya –Macaristan ve Hasburglar (1918), Almanya ve Hohenzolernler
(1918-1919), Weimar Cumhuriyeti. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ile Avrasya’daki
diğer Monarşiler de çöküş halinde idiler.
İçte de Yani Osmanlı’da da; Monarşinin altı epeydir oyulmuştur.
Padişahların tahttan indirilmesi (1909).
Silikleşmesi (1909-1914).
Padişahsız yönetim alışkanlığının doğması (1914-1918).
Düşmanla işbirliği (1918-1922).
Kurtuluşun Monarşi sayesinde değil, ona rağmen gerçekleşmesi (v.b.) herhalde,
bir kurum bu kadar kısa sürede bundan daha fazla aşınamazdı.
Ayrıca bu süreçte (dönemde) yükselen yeni ilke, kurum ve kurallar da vardı:
YEREL KONGRELER, MİLLET EGEMENLİĞİ, TBMM, TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU gibi.
Aslında Türkiye Halkı Padişahsız yaşamaya alışmıştı. Ve İstanbul’un etkisi;
İzmit ve Çatalca’nın ötesine de geçemiyordu. Kurtuluşunu da, “İstanbul
Monarşisi sayesinde değil” ona rağmen gerçekleştirmişti.
Saltanatın kaldırılması olayının görünürdeki nedenine değil de asıl nedenine
eğildiğimizde karşımıza şu manzara çıkmakta; ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞININ MİLLİ VE
DEMOKRATİK NİTELİĞİ, SALTANAT ANLAYIŞI VE KURUMU İLE ÇELİŞKİ HALİNDEDİR.
Kurtuluşun; Halkçı, Ulusal ve Demokratik biçimler almış olması şimdi KURULUŞUN
da böyle olmasını zorunlu değilse bile mümkün kılmaktadır.
Savaş Demokrasisinin, yani Antiemperyalist savaşın demokratik usullerle
yürütülmüş olmasının meyveleri toplanmaya başlanmıştır.
Saltanat Kanunla değil, Meclis kararı ile kaldırılmıştır. (Aslında Meclis
kararı, Meclisin iç işlerine ilişkin işlemlerde kullanıldığı halde, Meclis
Saltanatı da kararla kaldırmıştır.)
Mustafa Kemal PAŞA, bu kararı da ikna yöntemi ile TBMM’ne aldırmıştır. Önce,
Rauf Orbay ve Kazım Karabekir Paşa’yı ikna etti. Onlara Mecliste etkili
konuşmalar yaptırdı.
30 Ekim 1922 günü, TBMM’nde, Dr. Rıza Nur Bey; İtilaf Devletlerinin, Türkiye’de
iki hükümetin var olduğu kanısında olduğunu ve buna son verilmesi gerektiğini
söyleyerek; 80 arkadaşı ile birlikte hazırladığı “ÖNERGEYİ” Meclise verdi.
Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırarak, Saltanatın kaldırılmasını içeren ve
Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu,
Teşkilatı Esasiye kanununa göre; EGEMENLİĞİN Ulusa ait olduğunu belirten bu
önerge ile Mecliste tarihi bir sorun gündeme geldi.
TBMM, 30 Ekim 1922 günü verdiği 307 sayılı kararla “Osmanlı İmparatorluğunun
yaşamının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahın tarihe karıştığını” belirtti.
Ancak bu karardan sonra, Meclisteki bazı tutucu milletvekilleri hoşnutsuzluk
içine girdiler. SALTANAT kaldırıldıktan sonra halifenin güçsüzleşeceği, ya da
kolaylıkla kaldırılacağı kuşkusunu taşıyorlardı.
Bunun üzerine durumu daha kesin biçimde çözümleyecek, yeni bir karar tasarısı
hazırlandı.
Tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza
girdiğini anlayan Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak şöyle
konuştu:
”EGEMENLİK
VE SALTANAT HİÇ KİMSEYE İLİM GEREĞİDİR DİYE, GÖRÜŞME İLE TARTIŞMA İLE VERİLMEZ.
EGEMENLİK VE SALTANAT, KUVVETLE VE ZORLA ALINIR. OSMANOĞULLARI ZORLA TÜRK
ULUSUNUN EGEMENLİK VE SALTANATINA EL KOYMUŞLARDI. BU DURUMU 600 YILDAN BERİ
SÜRDÜRMÜŞLERDİ.
ŞİMDİ DE TÜRK ULUSU, BU SALDIRGANLARA
HADLERİNİ BİLDİREREK VE AYAKLANARAK; EGEMENLİK VE SALTANATLARINI KENDİ ELİNE
ALMIŞ BULUNUYOR. BU BİR OLUPBİTTİDİR.
SÖZ KONUSU OLAN, ULUSA SALTANATINI,
EGEMENLİĞİNİ BIRAKACAK MIYIZ, BIRAKMAYACAK MIYIZ DEĞİLDİR.
KONU ZATEN OLUP-BİRMİŞ BİR GERÇEĞİN
İFADESİNDEN İBARETTİR. BU MUTLAKA OLACAKTIR. BURADA TOPLANANLAR, MECLİS VE
HERKES MESELEYİ TABİİ GÖRÜRSE, FİKRİMCE UYGUN OLUR. AKSİ TAKDİRDE, YİNE GERÇEK
USULÜNE UYGUN BİÇİMDE İFADE OLUNACAKTIR.
FAKAT İHTİMAL BAZI KAFALAR
KESİLECEKTİR.”
Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ”Affedersiniz
efendim, biz meseleyi başka görüş açısından inceliyorduk, açıklamalarınızdan
aydınlandık. Mesele, ortak komisyonda çözümlenmiştir. ”dedi.
Mustafa Kemal’in bu çıkışı dikkate değer. Sabırla ve adım adım amacına
yaklaşırken, önüne çıkan son zorluk karşısında hemen liderliğini göstermekte,
karşısında bulunanlar da onun otoritesine baş eğmektedirler.
Böylece; 1/2 Kasım gecesi verilen 308 sayılı kararla, İstanbul’un işgal tarihi
olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren Saltanatın, “EBEDİYEN” kakmış
olduğu belirtildi.
Yalnız, Halifelik sorunu henüz çözümlenmemişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi
için saklı tutuluyordu. Bu aile içinden kimin Halife olacağını TBMM
kararlaştıracaktı. Halife seçileceklerin; ”Bilimsel ve ahlaki açıdan” düzgün ve
iyi karakterli olması gerekti.
Türkiye Devleti, Halifelik Makamının da dayanağı idi.
Saltanatın, 16 Mart 1920 tarihinden itibaren yok sayılması yerine, bunu
23 Nisan 1920’ye götürmek daha yerinde olurdu.( Ahmet MUMCU). Çünkü ulusal
egemenlik ilkesinin uygulanmaya başlamasından itibaren, kişisel egemenlik sona
ermişti.
Verilen kararla Saltanatın 16 Mart 1920’de kalkmış sayılması, TBMM ile kurulan
düzenin asla geçici olmadığı herkese anlatılmış oluyordu.
Böylece Devrimin ilk büyük adımı atılmış oluyordu.
Saltanat kaldırılmış fakat Hilafet sorunu çözülememiştir. Karara göre;” Türkiye
Devleti, Hilafet makamının dayanağıdır. ”Halifeliğe; Meclisçe Osmanlı soyundan
bir kişi seçilecektir
Böylece yüzlerce yıl Türkleri yöneten bir ailenin artık salt sözde kalmış
yetkileri de yok oldu. İstanbul’daki Padişah yalnız halife sıfatını
taşıyacaktı.
SONUÇLARI:
Padişahlık kaldırılınca, Hükümetinin de varlık nedeni kalmadı.
TBMM Kararına ve İstanbul’daki bazı Nazırların istifalarına rağmen, Tevfik Paşa
hala görevinin başında idi. Refet Paşa’nın tehdidi üzerine 4 Kasımda istifa
etti.
İstanbul’daki, Mülki, adli ve yerel yöneticiler, Ankara’ya bağlılıklarını
bildirdiler. İngilizler; ”İstanbul’un yönetiminin Türkiye’nin bir iç sorunu
olduğunu belirttiler.”
İstanbul’un yönetimi TBMM’ne bağlandı. Bunu bir süre Refet Paşa üstlendi.
Bu arada; Lozan’da tek kanaldan temsil sağlandı. Vahdettin “DEVRİK Hükümdar” durumuna
düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma selamlığında” bulundu.
Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği
reddedildi.
Saray çevresindeki güvenlik önlemleri
arttırıldı.
Padişah artık yalnızdı.
İngiliz Generali Harrington’a Bir
adamını gönderip; ”İstanbul’da hayatının tehlikede olduğunu belirterek, sığınma
hakkı” istedi.
Harrington, başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife
sıfatı ile ve yazılı olarak yineledi. Kabul edilince de, TBMM daha yeni halifeyi
seçmeden, 17 Kasım gecesi; Vahdettin, İngiliz gemisine sığınarak, Yurt dışına
kaçtı.
İngiltere’ye sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır. Kaçarken “HALİFELİK”
sanını da beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.
Ancak, sorun; ”Hilafet Makamı”nın boşaldığına kim karar verecekti?
Ulema, Şeriye Vekilinin vereceği ”Fetva” nın yeterli olacağı görüşünde idi.
Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Fetvanın mutlaka TBMM’nin onayından geçmesini
savundu. Şöyle diyordu:“Bu memleketi yıkmak için de Fetvalar verilmiştir. Fetva
mutlaka Meclisin onayına sunulmalıdır.”
Biçimsel hukuk sorunu gibi görünen bu kapışma, aslında büyük bir “İdeolojik-politik”
anlam yüklüdür. Kurtuluş Savaşı’nın Anayasal ilkesi; Millet Egemenliği ve bunun
yalnızca TBMM tarafından kullanılmasıydı. Önderlik bu konuda son derece duyarlı
idi.
Burada
bir kez daha; KURTULUŞUN, KURULUŞ üzerindeki etkisini görüyoruz.
MİLLET EGEMENLİĞİNE VE ULUSAL- LAİK MEŞRULUK ANLAYIŞINA DAYALI KURTULUŞ
İDEOLOJİSİNİ VE KURUMLARINI, DİNSEL KAYNAKLI OTORİTEYE KAPTIRMAMAK TİTİZLİĞİ.
SONUÇTA AĞIR BASAN BU OLDU.
TBMM 18 Kasımda verdiği 313 sayılı kararla Vahdettin’in Halife olmadığını
belirtti. 20 Kasım tarihli 314 sayılı kararla da Osmanlı ailesinden
Abdülmecit’i Halife seçti.
Saltanatın kaldırılmasına ve yeni Halifenin seçilmesine halktan hiçbir tepki
gelmedi. Bugüne kadar hiçbir Saltanatçı aranış görülmedi. Başka bazı
ülkelerdeki, Cumhuriyet-Monarşi-İmparatorluk gelgitleri, göz önüne alınınsa
(Fransa, İspanya, Balkanlar hatta İngiltere v.b) bunun önemi daha iyi
kavranabilir.
Saltanatın kaldırılması; köklü dönüşümlerin önünü açmıştır. Gelenekçiliğin
siyasal karargâhı olan Saltanat Kurumu kaldırılmadan, ”Devrimci Sürece”
girilemezdi. Kemalistler, bu yolda ilerlemeye kesin kararlıydılar.
Milli Mücadelenin; bir DEVRİM’E dönüşmesinde en büyük engel, TBMM’nin dışında,
gücünü dinden, dinsel, geleneksel inançlardan alan bir padişahlık kurumunun
İstanbul’da varlığını sürdürmesidir. Saltanatın kaldırılması, Padişahlığın
tarihe gömülmesi, Milli Hareketle başlayan Devrim’in önündeki en büyük
aşamasıdır.
Bu engelin aşılması; Türk Devrimi’nin ilk adımıdır. Bu adım siyasal,
toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda atılacak adımların, girişilecek
atılımların; geçmişin inanışları, düşünüşleri içinde değil, yeni dönemin;
ÇAĞDAŞ, MİLLİYETÇİ anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük
müjdesidir.
Saltanatın kaldırılması ile atılan bir büyük adımın güçlendirilmesi; geriye
dönülmez bir karar olarak tüm ülkede ve dünyada kanıtlanması için iki önemli
karan da alınması gereklidir: CUMHURİYET İLAN EDİLMELİ VE SALTANAT GİBİ HİLAFET
DE KALDIRILMALIDIR. Onları da diğer devrimci atılımlar izlemelidir.
Ahmet
AVCI
1 Kasım 2013
NOT: Vahdettin, önce Malta’ya götürüldü. Oradan SAN-REMO’ YA geçti. Bir süre
sonra Beyrut'a gitti. 26 Mayıs 1926’da SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile
ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile cenazesine haciz konuldu. Mezarı
Suriye’de ŞAM’DA dır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder