Ahmet avcı
1 Kasım 2012
SALTANATIN KALDIRILMASI - 1 KASIM
1922
90 yıl önce Bugün Saltanat
Kaldırılmış ve egemenlik millete verilmişti…
MİLLETİMİZ, egemenliğinin değerini
anladık mı bilmiyorum ama, saltanatın kaldırılış öyküsünü anımsatmak istedim…
Milli
Mücadele’nin başlatılması ve Osmanlı Meclisi’nin dağıtılmasından sonra; 23
Nisan 1920’de, Millet egemenliği esasına göre oluşturulan, TBMM ile yeni bir
Türk devleti kurulmuştu.
Vatanın
bütünlüğü ve milletin bağımsızlığını esas alan bu yeni devlet, vatanı
kurtarmıştı.
Osmanlı
Padişahı ve Hükümeti ise; Milli mücadeleyi engellemek için her çareye
başvurmuş, TBMM ve Hükümetini, yani MİLLİ EGEMENLİĞİ kabul etmemişti. Milli
kuvvetlere karşı düşmanla işbirliği yapmış ve halk arasında kışkırtmalarla ayaklanmalar
çıkartmış, hatta isyan orduları kurmuştur. Ayrıca saltanat; Türk Milletinin
idam kararı sayılacak SEVR ANLAŞMASINI da imzalamıştır.
Mustafa
Kemal, Zaferden sonra, daha İzmir’de iken; İstanbul Hükümeti ve Saltanat
sorunlarının nasıl çözümlenmesi gerektiği konularında görüşmelere başlamıştı.
Meclisteki
muhalif kanat; saltanatın kaldırılacağını sezerek, geleceğin devlet düzeni ve
şekli konusunda kaygı duyuyorlardı.
“Teşkilatı
Esasiye Kanunu”nda; Egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu ve idare
biçiminin ise, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına, yasama ve yürütme
yetkilerinin, Ulusun tek temsilcisi olan, TBMM’ne ait olduğu belirtilmiş
olmasına rağmen, Meclisteki muhalif-tutucu kanat; Hilafet-Saltanatı korumak
için çalışmaya başladılar.
Amasya genelgesini
Mustafa Kemal’le birlikte imzalayan üç arkadaşı, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali
Fuat Paşalar; Mustafa Kemal’le özel bir görüşme yaparak; endişe, kaygı ve
muhalefetlerini belirttiler. Mustafa Kemal de arkadaşlarının endişelerini
giderdi ve yatışmalarını sağladı.
Bu
arada; Refet paşa, J.Genel komutanı olarak; Ankara Hükümeti adına Trakya’yı
teslim almak üzere görevlendirildi.
Refet
Paşa 100 Türk Jandarması ile Sirkecide halkın coşkun gösterileri ile karaya
çıktı. Türk Askerinin “Mustafa Kemal
Paşa Serdarımız” marşı ile ilerlemesi, Halkın dört yıl sonra sevinç gözyaşları
ile mutlu bir gün yaşamasını sağladı.
Milliyetçiler
artık İstanbul’da da egemen duruma gelmekteydiler.
Refet
Paşa İstanbul’da; İstanbul Hükümetini tanımadığını belirtti. Refet Paşa ile
görüşen Vahdettin ise İstanbul Hükümetinin varlığında ısrar ediyordu.
Refet
Paşa; ısrarla İstanbul hükümetinin istifasını istedi. Ancak, Padişah; kendisini
hala meşru HÜKÜMDAR olarak görmekte idi.
Bu
arada Sadrazam Tevfik Paşa; zaferin nimetlerine ortak çıkmak ve Osmanlı
iktidarının meşruluğunu kabul ettirmek amacı ile 17 Ekimde Bursa’da bulunan
Mustafa Kemal’e haber göndererek, zaferin kazanılması ile “İstanbul-Ankara
ikiliğinin sona erdiğini, BARIŞ KONFERANSINA hazırlık ve işbirliği sağlamak
için, güvenilir bir temsilcinin, İstanbul’a gönderilmesini istedi. Mustafa
Kemal bu isteğe çok sert yanıt verdi:
“Türk
Ulusu adına tek söz sahibi makamın TBMM olduğunu, barış konferansında da
Türkiye’yi gene TBMM'nin temsil edeceğini” belirtip, bu gerçek karşısında;
”devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk
doğuracağını” hatırlattı.
Tam
bu kritik durumda İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de Ankara ve İstanbul
hükümetlerini; Kasım ayında Lozan’da yapılacak toplantı için davet ettiler.
Sadrazam
Tevfik Paşa bu kez doğrudan; 29 Ekim’de TBMM’ne telgrafla başvurarak, TBMM
sözünü dahi kullanmadan, ”İstanbul Hükümetinin işbirliğine hazır olduğunu”
bildiriyordu.
Bu
istek Mecliste çok sert tepkilere yol açtı. Bu davranışı; ülkeyi ikiye bölmek
isteyen Padişahın yeni bir politikası olarak, nitelediler. İstanbul yönetiminin
ihanetleri uzun uzun açıklandı. İsmet paşa bunun Mudanya Konferansına da aykırı
olacağını belirtti.
Oysa
Mecliste genel eğilim, Saltanat ve Hilafet’e bağlılık doğrultusunda idi.
Keçiören
görüşmesinde yapılan nabız yoklamasında, Rauf Bey; ”Saltanat ve Hilafet’e
vicdanen ve duygusal olarak bağlı olduğunu ailesinin Padişahın nimetleri ve
ekmeği ile yetiştiğini, saltanat ve hilafetin kaldırılmasının İslam Âleminde
çok kötü etki yapacağını” söylemişti. Refet Bey de buna katılmış, Ali Fuat Paşa
ise görüş belirtmemişti.
Ankara’da
hiç de Devrimci Rüzgârlar esmezken,
havayı değiştiren Tevfik Paşanın telyazısı oldu.
Lozan’daki
temsil işi, bir anda, İktidar sorunu, Anayasal sorun haline geldi.
Kurtuluşun
Başkentinde; Zaferi ve İktidarı kaptırmamak duygusu yükseliverdi. Bunun
formülü, Saltanat ile Hilafetin biri birinden ayrılması, ikincinin korunması
biçiminde idi. Böylece Lozan’a hangi devletin gideceği de belli olacaktı.
İŞTE SALTANATIN KALDIRILMASI OLAYININ GÖRÜNÜRDEKİ
NEDENİ BUDUR,
YANİ BİR TEMSİL KRİZİ OLAYIDIR.
Kuşkusuz
bu çifte davet; Mustafa Kemal Paşa’ya, ”Şahsi Saltanatın kaldırılması” için
fırsat verdi. Zaten Hilafet ve Saltanat sorunu savaş sonrasına bırakılmıştı.
Savaş bitince;
”Ulusal egemenlik yanlıları ile Hilafetçiler arasında” bir hesaplaşma olacaktı.
Artık, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Paşalar da; Saltanatın son ermesini
istiyorlardı. Ancak; Meclis Saltanatın kaldırılmasını isterken”, Hilafetin
kalması eğilimini” koruyordu.
Öncelikle
bilmeliyiz ki; Birinci Dünya savaşı, bazı otoriter Monarşilerin, Hanedanların
sonu olmuştur. Çarlık Rusya’da Romanoflar (1917), Avusturya –Macaristan ve
Hasburglar (1918), Almanya ve Hohenzolernler (1918-1919), Weimar Cumhuriyeti.
Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ile Avrasya’daki diğer Monarşiler de çöküş halinde
idiler.
İçte
de Yani Osmanlı’da da; Monarşinin altı epeydir oyulmuştur.
Padişahların
tahttan indirilmesi (1909), silikleşmesi (1909-1914).
Padişahsız
yönetim alışkanlığının doğması (1914-1918).
Düşmanla
işbirliği (1918-1922).
Kurtuluşun
Monarşi sayesinde değil, ona rağmen gerçekleşmesi (v.b.) herhalde, bir kurum bu
kadar kısa sürede bundan daha fazla aşınamazdı.
Ayrıca
bu süreçte (dönemde) yükselen yeni ilke, kurum ve kurallar da vardı: YEREL
KONGRELER, MİLLET EGEMENLİĞİ, TBMM, TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU gibi.
Aslında
Türkiye halkı Padişahsız yaşamaya alışmıştı. Ve İstanbul’un etkisi; İzmit ve
Çatalca’nın ötesine de geçemiyordu. Kurtuluşunu da, ” İstanbul Monarşisi sayesinde
değil” ona rağmen gerçekleştirmişti.
Saltanatın kaldırılması olayının
görünürdeki nedenine değil de asıl nedenine eğildiğimizde karşımıza şu manzara
çıkmakta; ULUSAL
KURTULUŞ SAVAŞININ MİLLİ VE DEMOKRATİK NİTELİĞİ, SALTANAT ANLAYIŞI VE KURUMU
İLE ÇELİŞKİ HALİNDEDİR.
Kurtuluşun;
Halkçı, Ulusal ve Demokratik biçimler almış olması şimdi KURULUŞUN da böyle
olmasını zorunlu değilse bile mümkün kılmaktadır.
Savaş
Demokrasisinin, yani Antiemperyalist savaşın demokratik usullerle yürütülmüş
olmasının meyveleri toplanmaya başlanmıştır.
Saltanat Kanunla
değil, Meclis kararı ile kaldırılmıştır. (Aslında Meclis kararı, Meclisin iç
işlerine ilişkin işlemlerde kullanıldığı halde, Meclis Saltanatı da kararla
kaldırmıştır.)
Mustafa
Kemal, bu kararı da ikna yöntemi ile TBMM’ne aldırmıştır. Önce, Rauf Orbay ve
Kazım Karabekir Paşa’yı ikna etti. Onlara Mecliste etkili konuşmalar yaptırdı.
30 Ekim 1922 günü,
TBMM’nde, Dr. Rıza Nur Bey; İtilaf Devletlerinin, Türkiye’de iki hükümetin var
olduğu kanısında olduğunu ve buna son verilmesi gerektiğini söyleyerek; 80
arkadaşı ile birlikte hazırladığı “ÖNERGEYİ” Meclise verdi.
Saltanat
ve Hilafeti birbirinden ayırarak, Saltanatın kaldırılmasını içeren ve Osmanlı
İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türk Devletinin doğduğunu, Teşkilatı
Esasiye kanununa göre; EGEMENLİĞİN Ulusa ait olduğunu belirten bu önerge ile
Mecliste tarihi bir sorun gündeme geldi.
TBMM, 30 Ekim 1922
günü verdiği 307 sayılı kararla “Osmanlı İmparatorluğunun yaşamının sona
erdiğini, İstanbul’daki Padişahın tarihe karıştığını” belirtti.
Ancak bu karardan sonra, Meclisteki
bazı tutucu milletvekilleri hoşnutsuzluk içine girdiler. Saltanat
kaldırıldıktan sonra halifenin güçsüzleşeceği, ya da kolaylıkla kaldırılacağı
kuşkusunu taşıyorlardı.
Bunun üzerine durumu daha kesin
biçimde çözümleyecek, yeni bir karar tasarısı hazırlandı.
Tasarının ortak komisyonda
görüşülmesi sırasında, işlerin yeniden çıkmaza girdiğini anlayan Mustafa Kemal
Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu: ”Egemenlik ve Saltanat hiç kimseye
ilim gereğidir diye, görüşme ile tartışma ile verilmez. Egemenlik ve Saltanat,
kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Ulusunun egemenlik ve
saltanatına el koymuşlardı. Bu durumu 600 yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de
Türk Ulusu, bu saldırganlara hadlerini bildirerek ve ayaklanarak; egemenlik ve
saltanatlarını kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu
olan, Ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız
değildir. Konu zaten olup-birmiş bir gerçeğin ifadesinden ibarettir. Bu mutlaka
olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse,
fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek usulüne uygun biçimde ifade
olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Bu konuşma üzerine, Ankara
Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ”Affedersiniz
efendim, biz meseleyi başka görüş açısından inceliyorduk, açıklamalarınızdan
aydınlandık. Mesele, ortak komisyonda çözümlenmiştir. ”dedi.
Mustafa
Kemal’in bu çıkışı dikkate değer. Sabırla ve adım adım amacına yaklaşırken,
önüne çıkan son zorluk karşısında hemen liderliğini göstermekte, karşısında
bulunanlar da onun otoritesine baş eğmektedirler.
Böylece; 1/2 Kasım gecesi verilen
308 sayılı kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden
itibaren Saltanatın, “EBEDİYEN” kakmış olduğu belirtildi.
Yalnız
Halifelik sorunu henüz çözümlenmemişti. Halifelik hakkı Osmanlı ailesi için
saklı tutuluyordu. Bu aile içinden kimin Halife olacağını TBMM kararlaştıracaktı.
Halife seçileceklerin; ”Bilimsel ve ahlaki açıdan” düzgün ve iyi karakterli
olması gerekti.
Türkiye
Devleti, Halifelik Makamının da dayanağı idi.
Saltanatın,
16 Mart 1920 tarihinden itibaren yok sayılması yerine, bunu 23 Nisan 1920’ye götürmek daha yerinde
olurdu.( Ahmet MUMCU). Çünkü ulusal egemenlik ilkesinin uygulanmaya
başlamasından itibaren, kişisel egemenlik sona ermişti.
Verilen
kararla Saltanatın 16 Mart 1920’de kalkmış sayılması, TBMM ile kurulan düzenin
asla geçici olmadığı herkese anlatılmış oluyordu.
Böylece
Devrimin ilk büyük adımı atılmış oluyordu.
Saltanat
kaldırılmış fakat Hilafet sorunu çözülememiştir. Karara göre;” Türkiye Devleti,
Hilafet makamının dayanağıdır. ”Halifeliğe; Meclisçe Osmanlı soyundan bir kişi
seçilecektir
Böylece
yüzlerce yıl Türkleri yöneten bir ailenin artık salt sözde kalmış yetkileri de
yok oldu. İstanbul’daki Padişah yalnız halife sıfatını taşıyacaktı.
Sonuçları:
Padişahlık kaldırılınca, Hükümetinin de varlık nedeni
kalmadı.
TBMM
Kararına ve İstanbul’daki bazı Nazırların istifalarına rağmen, Tevfik Paşa hala
görevinin başında idi. Refet Paşa’nın tehdidi üzerine 4 Kasımda istifa etti.
İstanbul’daki, Mülki, adli ve yerel
yöneticiler, Ankara’ya bağlılıklarını bildirdiler. İngilizler; ”İstanbul’un
yönetiminin Türkiye’nin bir iç sorunu olduğunu belirttiler.”
İstanbul’un yönetimi TBMM’ne bağlandı. Bunu bir süre Refet
Paşa üstlendi.
Bu
arada; Lozan’da tek kanaldan temsil sağlandı. Vahdettin “DEVRİK Hükümdar “
durumuna düştü. Halifelik ise boşta kalmıştı.
Padişah Vahdettin 10 Kasımda, ”Cuma
selamlığında” bulundu. Mustafa Kemal Paşa ile görüşme isteği reddedildi. Saray
çevresindeki güvenlik önlemleri arttırıldı. Padişah artık yalnızdı. İngiliz
Generali Harrington’a Bir adamını gönderip; ”İstanbul’da hayatının tehlikede
olduğunu belirterek, sığınma hakkı” istedi.
Harrington,
başvurunun yazılı yapılmasını istedi. Vahdettin talebi, Halife sıfatı ile ve
yazılı olarak yineledi. Kabul edilince de, TBMM daha yeni halifeyi seçmeden, 17
Kasım gecesi, Vahdettin İngiliz gemisine sığınarak, Yurt dışına kaçtı.
İngiltere’ye
sığınırken yalnız Halife sıfatını kullanmıştır. Kaçarken “Halifelik” sanını da
beraberinde götürdüğünü belirtti ise de kimse ciddiye almadı.
Ancak, sorun;
”Hilafet Makamı”nın boşaldığına kim karar verecekti?
Ulema, Şeriye Vekilinin vereceği
”Fetva” nın yeterli olacağı görüşünde idi. Mustafa Kemal buna karşı çıktı.
Fetvanın mutlaka TBMM’nin onayından geçmesini savundu. Şöyle diyordu:“Bu
memleketi yıkmak için de Fetvalar verilmiştir. Fetva mutlaka Meclisin onayına
sunulmalıdır.”
Biçimsel
hukuk sorunu gibi görünen bu kapışma, aslında büyük bir “İdeolojik-politik anlam yüklüdür. Kurtuluş
savaşının Anayasal ilkesi; Millet Egemenliği ve bunun yalnızca TBMM tarafından
kullanılmasıydı. Önderlik bu konuda son derece duyarlı idi. Burada bir kez
daha; KURTULUŞUN, KURULUŞ üzerindeki etkisini görüyoruz.
Millet
egemenliğine ve Ulusal- Laik meşruluk anlayışına dayalı kurtuluş ideolojisini
ve kurumlarını, dinsel kaynaklı otoriteye kaptırmamak titizliği. Sonuçta ağır basan bu oldu.
TBMM 18 Kasımda verdiği 313 sayılı kararla
Vahdettin’in Halife olmadığını belirtti. 20 Kasım tarihli 314 sayılı kararla da
Osmanlı ailesinden Abdülmecit’i Halife seçti.
Saltanatın
kaldırılmasına ve yeni Halifenin seçilmesine halktan hiçbir tepki gelmedi.
Bugüne kadar hiçbir Saltanatçı aranış görülmedi. Başka bazı ülkelerdeki,
Cumhuriyet-Monarşi-İmparatorluk gelgitleri, göz önüne alınınsa (Fransa, İspanya,
Balkanlar hatta İngiltere v.b) bunun önemi daha iyi kavranabilir.
Saltanatın kaldırılması; köklü
dönüşümlerin önünü açmıştır. Gelenekçiliğin siyasal karargâhı olan Saltanat
Kurumu kaldırılmadan, ”Devrimci Sürece” girilemezdi. Kemalistler, bu yolda
ilerlemeye kesin kararlıydılar.
Milli Mücadelenin;
bir DEVRİM’E dönüşmesinde en büyük engel, TBMM’nin dışında, gücünü dinden,
dinsel, geleneksel inançlardan alan bir padişahlık kurumunun İstanbul’da
varlığını sürdürmesidir. Saltanatın kaldırılması, Padişahlığın tarihe
gömülmesi, Milli hareketle başlayan devrimin önündeki en büyük aşamasıdır.
Bu engelin aşılması; Türk devriminin ilk
adımıdır. Bu adım siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda atılacak
adımların, girişilecek atılımların; geçmişin inanışları, düşünüşleri içinde
değil, yeni
dönemin; ÇAĞDAŞ,
MİLLİYETÇİ anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük müjdesidir.
Saltanatın
kaldırılması ile atılan bir büyük adımın güçlendirilmesi; geriye dönülmez bir
karar olarak tüm ülkede ve dünyada kanıtlanması için iki önemli karan da
alınması gereklidir: CUMHURİYET İLAN EDİLMELİ VE SALTANAT GİBİ HİLAFET DE
KALDIRILMALIDIR. Onları da diğer devrimci atılımlar izlemelidir.
* Vahdettin, önce Malta’ya götürüldü.
Oradan SAN-REMO’ YA geçti. Bir süre sonra Beyrut'a gitti. 26 Mayıs 1926’da
SAN-REMO’ DA öldü. Cenazesi ile ilgilenen olmadı. Borçları nedeni ile
cenazesine haciz konuldu. Mezarı Suriye’de ŞAM’DA dır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder