5 Kasım 2011 Cumartesi

75- MUSTAFA KEMAL ATATÜRK NELER YAPMIŞTIR

Ahmet AVCI
5 KASIM 2011

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK NELER YAPMIŞTIR?


Liseyi, Erzincan Askeri Lisesinde okudum. Türkçe ve Kompozisyon öğretmenimiz Yüzbaşı Hüseyin AĞCA idi. Allah Selamet versin, şimdi, Ankara’da yaşamakta ve hala öğrenci öğretmen dostluğumuz sürmektedir. Ben de her fırsatta elini öper hayır dualarını alırım…
Hiç unutmuyorum, bir kompozisyon sınavında “Atatürk neler yapmıştır?” diye sormuştu…
Herkes gibi ben de bir şeyler yazdım ve ZAYIF not aldım… En yüksek notu da “NELER YAPMADI Kİ” diye yazan arkadaşımız almıştı… Öyle şeyler yazılmıştı ki… Halide edip’i bile işin içine karıştıranlar da vardı…
Öğretmenimiz notları okuduktan sonra; “En yüksek notu; “ATATÜRK NELER YAPMADI Kİ DİYENE VERDEM AMA BU YANIT BİLE ATATÜRK’ÜN YAPTIKLARINI ANLATMAYA YETMEZ” dedi ve uzun uzun ATATÜRK’Ü ve YAPTIKLARINI anlattı…
Neler anlattığını doğal olarak şimdi anımsamıyorum, ama bu içime dert oldu ve o günden bu yana “Atatürk” konusunu kendimce araştırmaya yöneldim…
Hatta emeklilikten sonra yedi yıl da Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp tarihi Bölümünde, Okutmanlık yaptım.
Şimdi de ben “ATATÜRK NELER YAPMIŞTIR?” sorusuna kendimce yanıt bulmaya çalışıyorum.
Bu yazımı, Değerli Öğretmenim Hüseyin AĞCA’ YA sunuyorum. Bakalım bu kez geçer not alabilecek miyim?

ATATÜRK NELER YAPMIŞTIR? YA DA NELER YAPTIĞI İÇİN ATATÜRK OLMUŞTUR?

1. YARI SÖMÜRGE DURUMUNDAKİ BİR ÜLKEYİ BAĞIMSIZLAŞTIRMIŞTIR.

Beynimizi ve vicdanımızı; Arap’ın, Ülkemizi; Emperyalistlerin işgalinden kurtararak, Yarı Sömürge durumundaki ve etrafı düşmanlarla çevrili bir devleti bağımsızlaştırmış ve çevresi dost ülkelerle çevrili bir Cumhuriyet devleti kurmuştur. Böylece sömürgecilikten yeni kurtulmuş ya da kurtulmakta olan ülkelerle birlikte tüm dünyaya örnek olmuştur.

2.  
U

2. ULUS BİRLİĞİ SAĞLAMIŞTIR VE ULUSAL BİLİNCİ GERÇEKLEŞTİRMİŞTİR.
Bir devletin sınırları içinde yaşayanları Ulus haline getirmeye çalışmıştır. İmparatorluktaki Türklere de Türklük bilincini yerleştirmeye çalışmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu içinde bir değil birçok halk yaşamaktaydı.
1789 Fransız Devriminden sonra ortaya çıkmış olan ve tüm Avrupa’ya, oradan da Afrika’ya, Asya ve Amerika’ya, tüm dünyaya yayılmış olan Ulusalcılık akımı, Osmanlı İmparatorluğunda en son görülmüştür. Çünkü yönetimde bulunan ve egemen öğe olan Türkler, İmparatorluk içinde Ulusalcılık güdemezlerdi. Güderlerse, birçok ırklardan, halklardan, dinlerden ve dillerden oluşmuş bulunan Osmanlı İmparatorluğu hemen parçalanırdı.
     İmparatorlukta Ümmetçilik egemendi. Devlet; Halife-Padişah temeline dayanmakta idi.
Ulusalcılık akımı tüm İmparatorluğu sardıktan sonra, hatta Araplardan ve Arnavutlardan sonra, Türklere yine de ulaşamamıştır.
1911’de Kara Harp Okulunda Türk olduğunun ayırdında olan yoktu. Türkler yönetimde de söz sahibi olamamışlardı.
Osmanlı Ortaçağı, Türk Toplumunun üzerine yıkmış; tüm uluslara ışıklı yarınların kapılarını aralarken, kendisini karanlık dehlizlere hapsetmişti.
Osmanlı, Türk’ün kemikleri üzerine kurulmuş, Türkün kemiği ve kanıyla yaşamsal savaşlar vermiş ama kendisi hiçbir zaman Türk olamamıştı.
Yalnızca, 1876 Anayasasına; ”Resmi dili Türkçe” dir hükmünü koymuştu.
Hangi Türkçe? Farsça ve Arapçanın boyunduruğunda, halkın hiç de anlamadığı bir kelime salatası, OSMANLICA.
Ulus birliğinden ve Ulusal Bilinçten yoksun Osmanlı;
Araplar için; “Kavmi Necip Arap” demiştir.
Türkler için; “Kanı, Canı ve de kadını helal olan kimse” demiştir.
“Türk’ten Vezir Olamaz” Osmanlı hükmü idi.
“Türk Ocağa alınmaya” diye de ferman çıkartmıştı.
Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altında bulunan topluluklar, 1789’dan sonra Uluslaşma süreçlerine girmişler, Yunanlılar, Bulgarlar ve Araplar, Ulusal eğitime geçmişler, Osmanlı; Arap’ı, Bulgar’ı, Arnavut’u bağrına basmış; Yeniçeriliğin bozulma nedenini; içine Türk alınmasına bağlamıştı.
Enişte ve damat Zağanos’un entrikaları ile Sadrazam yapılan ender Türklerden Çandarlı Halil Paşanın boynu vurulmuş, Türkler perişan edilmişti.
Osmanlı, bir İngiltere’ye, bir Fransa’ya, Prusya’ya yanaşmıştır.
Onların sisteminde kurtuluşu aramıştır.
Ümmetçilik ve İslamcılık düşü yüzünden “TÜRKLÜK” gerçeği, Mustafa Kemal’e kadar, Türkoğlu Türklerin kurduğu devletlerce, yok sayılmıştır.
Osmanlı ne Rönesans’ı, ne Reformları ne de on sekizinci Yüz yılı “Işıklar yüz Yılı”nı yaşayabilmiştir.
Ulusal Bilincin, Devlet ve Devletlû eliyle nasıl boğulduğunu görmek istersek, Devleti Ali Osman’ın resmi tarihçisi Vakanüvist Naima yazılarına ve Koçibey Risalelerine bakmak yeterli olur.
Naima, ‘TÜRK’TEN söz ederken; “ETRAKI Bİ İDARAK- İDRAKSIZ TÜRK” diyebilmektedir.
Koçibey de: ünlü raporunda: “DÜZENİN VE YENİÇERİLİĞİN BOZULMASINI; OCAĞA ÇİNGENE, YANKESİCİ, YÖRÜK, KATIRCI DEVECİ VE TÜRKLERİN ALINMASINA“ bağlayabilmiştir…
Seyyitlik ve Salahati Nisvan unvanları para ile alınıp satılmıştır.
Türk’ün Devletinde, herkes kökeniyle açık açık övünürken; Türk, suskunluktan ulusal dilsizliğe düşmüştür.
İstanbul’da bir anne, uluorta ve herkesin içinde:
“Kaba TÜRK, geri TÜRK” diye çocuğunu azarlayabiliyordu.
İmparatorluğun diğer öğeleri milliyetleri ile övünerek kendilerini tanımlarken, Türkler de “ELHAMDULİLLAH MÜSLÜMANIM, OSMANLIYIM” diyordu.
Osmanlı Devleti çok ulusluydu ve artık (1918’den itibaren) yoktu.
Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Milli Mücadele sonunda; Misakı milli sınırları içindeki nüfus artık eskiye oranla daha türdeştir. Bunu sağlayan yalnız Arap topraklarının ülke dışı kalması değildir. Savaş sırasında ve sonrasında yaşanan bir takım trajik olaylar da türdeşleşmeye hizmet etti: Ermeni tehciri (1915), Rum nüfustan gidenler ya da kaçanlar (1914–1922), nüfus mübadelesi (1923 sonrası, zorunlu iskân kanunu) gibi.
Ümmetçi Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan ve egemen öğe olması gereken Türklere Türklük bilincini veren ve Türklerin oturdukları yerlerde, Osmanlı kalıntıları içinde yeni bir bağımsız devlet kurmayı başaran Atatürk’tür.
Yani Türk ulusuna Türklüğünü ilk bildiren ve onunla övünülmesini öğreten O olmuştur.
“Ne Mutlu Türküm diyene” sözü ile bunu dünyaya ve halkına duyurmuştur. Mustafa Kemal, “Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyerek” ve Türk Milletini, ”Misakı Milli sınırları içindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti denir” diye tanımlayarak, faşist milliyetçiliğin değil, Demokratik milliyetçiliğin de temellerini de atmıştır.
Asırlarca tecavüze uğramış: itilmiş kakılmış ULUSAL BİLİNCİMİZ ve Ulusal birliğimiz, bugün de tekmelenmektedir.
Osmanlının yüceliğini sayıklayan aymazlar, Mustafa Kemal’in kurduğu düzenin olanaklarından yararlanarak, ATATÜRK düzenine sövebilmektedirler.
Osmanlının ayıbını, Osmanlının adam yerine koymadığı Türk Halkıyla birlikte temizleyenin de Mustafa Kemal olduğunu görememektedirler.
Hala Ulusal değerleri “mistisizm”le karıştırmaktadırlar.
Neler oluyor bize; Ulusal Birliğimize ve Ulusal Belincimize ne oluyor? Kimisi din adına, kimisi köken adına, kimisi ideoloji adına, kimisi çıkar adına nasıl oluyor da ulusal bilinçlerini yitiriyorlar!
Bunun nedenini, sorumlusunu hiç düşündük mü?
Bu sorulara yanıt verebilmek ULUSAL BİLİNCİMİZİN yaşatılması bakımından zorunludur…

3.   YAKIN VE ORTADOĞU İÇİN ÇAĞ DEĞİŞTİRMİŞTİR. ORTA ÇAĞI KAPATMIŞTIR.

Tüm eğitim aşamalarında öğretilen klasik çağ ayrımlarının Yakın Doğu, Orta Doğu ve Afrika tarihi ile bir ilişkisi yoktur. Okullarda; 476 yılında başlayıp 1453 yılında sona erdiği öğretilen Orta Çağ bizde ancak 1923 yılında kapanmıştır.
         Çağları biri birinden açık nitelikler vardır. Orta çağda göze çarpan özellikler şunlardır.
         a) İnsan yaşamında beşikten mezara kadar din egemendi.
         b) Toplumsal yaşamda feodalite egemendi.
         c) Ekonomik yaşamda tarım ekonomisi egemendi.
Avrupa’da; 1440’da icat edilen Matbaanın, toplum yaşamına yaptığı katkı, İstanbul’un işgali üzerine; İstanbul’dan ayrılarak, Avrupa’ya giden, Bizans Sanat ve Bilim adamlarının, Avrupa’nın Bilim Ve Sanat yaşamına getirdiği yenilikler ile Rönesans ve Reform; çağ değişimi sonucunu doğurmuştur.
 Kilise egemenliği son bulmuş, Feodalite yıkılmış, tarım ekonomisinin yerini para ekonomisi almıştır. Ancak Avrupa’da görülen bu değişikliklerin hiç biri, bizim de içinde bulunduğumuz Orta doğu’da, Yakın Doğu’da ve Afrika’da olmamıştır.
         İstanbul’un Fethini ele alalım, eğer onu kabul ediyorsak, Orta çağın sonu olarak; 1453’ten önce Osmanlı Devletindeki; yaşam, Osmanlı Devleti toplumsal durumu ve ekonomik durumu ile 1453’ten sonraki Osmanlı Devleti arasında ne fark vardır?
Hiçbir fark yoktur.
         Ya Afrika’da, ya en eski uygarlıklara sahip olan Çin’de, Hindistan’da?
         Evet, hiçbir fark yoktur.
         Osmanlı, ”Reform” ve “Rönesans”ı, algılamadığı gibi; ne 17’nci yüzyıldaki “AKIL ÇAĞINI” ne de 18’inci yüzyıldaki “”AYDINLANMA” çağını yaşayabilmiştir. ”Fransız Devrimi”ni de anlayabildiğinde şiddetle reddetmiştir.
         İşte; Atatürk Ulusal Kurtuluş Savaşını kazanıp, Devrimi başlatıncaya değin Ortaçağın içinde yaşıyorduk.
         Atatürk, Devrimi ile “dini bütün yaşama egemen olmaktan” çıkartıp, ”aklı egemen” kılmıştır. Böylece Türkiye’de de çağ değişimi başlamıştır. Ortaçağ son bulmuştur.
         Dinin insan yaşamı ve devlet yaşamı üzerindeki etkisi kaldırılmıştır.
         Toplumsal yaşamda Feodalite yıkılmıştır.
         Para ekonomisi getirilerek, sanayi kurulmaya başlanmış ve tarım ekonomisinin yerini para ekonomisi almıştır.

4.   DEVLET YÖNETİMİNDE TANRISAL İRADE YERİNE HALK İRADESİNİ ULUSAL EGEMENLİK İLKESİNİ KOYMUŞTUR.

         “Dinin her yönden egemen olması” sonucu ilk çağlardan bu yana ülkelerdeki iktidar tanrısal kaynaktan gelmekteydi. Yani hükümdarlar, iktidarlarını tanrıdan aldıklarını iddia ediyorlardı.
         Osmanlı Devletinde de; Özellikle, Halifeliğin kabul edilmesinden sonra (1517), İktidar Tanrısal iradeye dayatılmıştı. Devletin başı olan ve devletin kendisi sayılan Padişah; doğrudan doğruya tanrısal iradeyle iktidara sahip bulunuyor ve devleti yönetiyordu.
İşte; Atatürk bu tanrısal irade yerine Ulus İradesini, Ulusal Egemenlik ilkesini koymuştur. “Egemenlik Ulusundur” diyerek, Tanrısal irade yerine halk ve ulus egemenliğini koymuştur.
 Bu irade beyanı Göksel İradenin yanı sıra; ağalık, beylik, şeyhlik, dedelik ve de Padişahlık iradesini silip atmaktadır.
         “Tanrı Hakları” sistemi yıkılıp yerine “İnsan Hakları” sistemine dayanan yeni devlet ve toplum düzeni getirilmiştir.
         Padişahın mülkü olan “toprak ve “tebaası” olan halk kavramları da değişti.
         Toprak; “Vatan” oldu. Tebaa-Halk; “Millet” kavramı ile bütünleşti.

5.   ATATÜRK HUKUK BİRLİĞİNİ SAĞLAMIŞTIR.

Basra Körfezinden, zaman-zaman Atlas Okyanus’una ve Balkan Yarımadasının kuzeyinden, Avrupa’nın ortalarından, Kara Deniz’in Kuzeyinden, Arabistan Yarımadası’nın Güneyi’ne, Tüm Kuzey Afrika’ya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğunda; en geniş döneminden Birinci Dünya savaşı öncesindeki en dar dönemine değin, hiçbir zaman “HUKUK BİRLİĞİ” sağlanamamıştır.
Cumhuriyet öncesi düzende; “Çok Hukuklu” sistem geçerli idi. Ayrıca “yargı yeri çokluğu” da vardı: Şeri’iye, nizamiye, ticaret, konsolosluk ve cemaat mahkemeleri vb.
 Çok hukuklu sistem; Ülke insanlarını hukuken kümeleştiren ve bölen, din ve mezhep farklılıklarını pekiştiren bir sistemdi.
Şeriatta her mezhebin içtihadı farklı idi. Yani Hukuku da farklı idi.
“Hukuk Birliği” sağlanamadığı içindir ki, Osmanlı Devletinin hem bölgeleri, hem yurttaşları devlete bağlı değildiler. Ülkede yaşayan insanlar, kendi dinlerine göre, özel kanunlara bağlı idiler.
Osmanlı uyruğundaki bir Ermeni; Kilise kayıtlarına göre doğar, Kilisede vaftiz edilir, Kilise kayıtlarına göre evlenir, Kilise kayıtlarına göre boşanır, ölür, mirası kilisece bölüştürülür ve tüm bu işlemler kilise hukukuna göre yürütülürdü.
Rumlara ve diğer halklara da benzer işlem uygulanırdı.
Osmanlının bunlarla hiçbir ilişkisi yoktu. Devletin bunlarla ilişkisi; onların vergi yükümlüsü olması bakımındandı. Onlar ancak vergi defterlerine yazmakla yetiniliyordu.
Vergi defteri aynı zamanda “Nüfus Kütüğü” görevini de görürdü.
Böylece, Devleti oluşturan halklar, ayrı-ayrı hukuk sistemlerine uymuş oldukları için, birbirlerine kaynaşamıyorlardı. Eşitlik ilkesini de sağlamak olanaksızdı.
Hukuk sistemlerinin ayrılıkları nedeni ile ortaya çıkan hukuksal eşitsizlikler, yüzünden; özellikle imparatorluğunun çöküş döneminde, büyük devletlerce müdahaleler olmuştur.
Devletin iç işlerine; Rusya, Ortodoksları korumak için, Fransa ve Avusturya Katolikleri korumak için karışmışlardır.
Hukuk Birliğinin sağlanması için yapılan ilk atılım: İslam Hukuk Sisteminden kopma kararı idi. Bu doğrultudaki atılım, o günkü İslam Dünyası için ilkti; bugün ise hala tektir.
İkinci atılım da Hukuk çokluğundan ya da çok hukuklu sistemden “Hukuk birliğine” geçiş kararıdır.
Böylece, Ülke insanlarını hukuken kümeleştiren ve bölen, din ve mezhep farklılıklarına dayalı çok hukukluluk son bulmaktadır. Bunun yerine vatandaşlık bağı ve tek hukuk sistemine bağlılık gelmektedir.
Hukuk ve yargı birliği; Uluslaşmanın da bir boyutu idi. Din ve mezheplere göre değil, vatandaşlık temeline dayalı tek hukuk kendini dayatıyordu. Hukuk ve yargı birliği, ”kanunların kişiselliği” nden,  “kanunların ülkeselliği” ne geçişi ifade edecekti. 
Bu bağlamda hukuk birliği ve Türk Medeni Kanunu; hem “Hukuk Devrimi” hem de “Bağımsızlık” için bir anlam taşıyordu. Hukukun; birbiriyle çatışan din, mezhep, felsefe ve etnik farklılıklara göre değil, birleştirici vatandaşlık ve ülke esasına dayanması “ulus olmanın” da temellerindendir.
Mustafa Kemal; bunlara da 1926 yılında yeni yasaları kabul ettirerek hukuk karmaşasına son vermiş, hukuk devrimini gerçekleştirmiş ve Türkiye’de “Hukuk Birliği”ni sağlamıştır.
 “Herkese aynı kanunlar uygulanır. Türkiye’de suç işleyen kimse, Türk Kanunlarına göre yargılanır.”
Bugün Ülkemizde yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaşlarımız, Müslüman Türk’ün sahip olduğu hukuka sahiptir. Aralarında hiçbir fark yoktur.
Ülkemizde böylece kadın erkek eşitliği de sağlamıştır.
Cumhurbaşkanı ile sıradan bir yurttaş hukuk bakımından eşittir.
Eşitlik; Anayasal bir haktır.

6.   EĞİTİM VE ÖĞRETİM BİRLİĞİNİ SAĞLAMIŞTIR.

Osmanlı da Devlet; eğitim ve öğretimi düzenlemediği gibi denetimini de yapamamıştır. Osmanlıda eğitim nerede ise tümüyle dinsel esaslara dayanmaktaydı ve eğitim dini kurumlarca yürütülmekteydi. En yaygın eğitim kurumu olan, Medreselerin eğitim dili de Arapça idi.
Tanzimat’tan sonra Osmanlı çağdaş okullar açmaya çalıştı ise de dini eğitim veren okulların egemenliğini kıramadı. Her dini topluluk kendi okullarını açmıştı. Ve özellikle azınlıkların açtığı okullar; bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin de yuvası idiler.
Cumhuriyetin kurulduğunda: dört türlü okul vardı.
  1. Maarif Vekâletine  (Eğitim Bakanlığı) bağlı; İlk-Orta-Yüksek ve Meslek Okulları ile Darülfünun (İstanbul Üniversitesi)
  2. Şer’iye Vekâletine bağlı, Medrese, Kadınlar Mektebi, Hafızlar Mektebi.
  3. Gayr-i Müslimlerin ilk-orta-lisesi ve Din adamları Mektepleri.
  4. Yabancıların (Almanya, Avusturya, İtalya, Fransa, İngiltere, Bulgar ve Amerikan) Kolejleri.

Mustafa Kemal, eğitimdeki farklılığı ve ikiliği ortadan kaldırmak ve Devrime hizmet edecek ve ülkeyi “Çağdaş Dünya”ya taşıyacak yeni kuşakları yetiştirmek üzere; 3 Mart 1924’te çıkartılan “Tevhidi Tedrisat” kanunu ile eğitim ve öğretimi tek çatı altına topladı ve devlet kontrolünü sağlamaya çalıştı.
TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU
         Kanun Numarası: 430
         Kabul Tarihi: 03/03/1340
         Yayımladığı Resmi Gazete Tarihi: 06/03/1340
         Yayımladığı Resmi Gazete Sayısı: 63

         Madde 1 - Türkiye dâhilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur.     
   Madde 2 - Şer'iye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâletine devir ve raptedilmiştir.
     Madde 3 - Şer'iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekatip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif bütçesine nakledilecektir.
     Madde 4 - Maarif Vekâleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir.
   Madde 5 - Bu kanunun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askeri rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekaletine merbut olan darüleytamlar, bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekaletine raptolunmuştur. Mezkur rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları atiyen ait olduğu Vekaletler arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya nispetlerini muhafaza edecektir.
         (Ek fıkra: 22/04/1341 - 637/1 md.) Mektebi Harbiyeden menşe teşkil eden askeri liseler bütçe ve kadrolariyle Müdafaai Milliye Vekaletine devrolunmuştur.
         Madde 6 - İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
    Madde 7 - İşbu kanunun icrayı ahkâmına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun hazırlanmasındaki amaç:
1.  Eğitim ve Öğretime milli bir karakter vermek.
2.   Eğitimde çağdaşlaşma, laik ve milli bir yapının oluşmasını sağlamak.
            3. Eğitim ve Öğretimin tek elden yönetilmesini sağlamak.
            4. Eğitimi devlet denetimine almak.
            5. Ulusal çıkarlara uygun bir eğitim sistemi oluşturmak.

Eğitimde artık; yanlış inançlara, batıl düşüncelere, taassuba ve irticaa yer verilmeyecektir.
Eğitim birliği yasasının gerekçesi; “bir toplumun ulus olmasını tek başına sağlayabilir” niteliktedir.
Gerekçenin ana ekseni; ”Bir ülkede, iki çeşit eğitim, iki çeşit insan yaratır. Bu da Ulusal Birliğin sağlanmasına en büyük engeldir”.
Devleti kuran ve Devrimi gerçekleştiren kadro, dine dayalı eğitimin yanlışlığını görmüştü.
Sürekli değişen dünyada, değişmez dogmalara dayalı eğitim alan kişi,  çevresi ile aldığı eğitim arasında pek çok çelişki yaşayacağı bellidir.
Semavi dinler bu çelişkiyi, yani içinde yaşadıkları gerçek dünyadaki değişmelere uyum sağlama sıkıntısını çok zor aşmışlar, bu uğurda pek çok kan ve gözyaşının dökülmesine neden olmuşlardır.
Dini formasyon almış, yani İslam Hukuku’na göre yetiştirilmiş bir kişi, bu hukukla çatışan Medeni Hukuk’u ya da Ceza Hukuku’nu nasıl benimseyecek ve uygulayacaktır?
Ya da dinin kendi mensuplarına tanıdığı ayrıcalıkları ve inananları için koyduğu kuralları, çağdaş Demokrasilerdeki “din, dil, ırk ayırımı olmaksızın bütün vatandaşlar eşittir” ilkesiyle nasıl bağdaştıracaktır?
Mustafa Kemal, 22 Eylül 1924’te öğretmenlere hitap ederken; “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için başarı için en hakiki yol gösterici, ilimdir, fendir. İlmin, fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” diyerek tutulacak yolu göstermiştir…
 Milli Eğitimin hedefi: “Çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, öncelikle, Türkiye’nin Bağımsızlığına ve kendi benliğine, Milli Geleneklerine, düşman olan unsurlarla mücadele etme lüzumu öğretilmelidir.” olarak belirlenmiştir.

Kuşkusuz; Atatürk’ün yaptıklarını bu altı başlık altında özetlenen konulara sığdırılamaz.
O bir doktrin adamı değildir. O ideoloji yobazlığından sıyrılmış, gerçekçi düşünce ve yöntemlerle ideolojinin amacı olan; ”Mutlu kılma-kalkındırma” yolunu göstermiş ve zaman ölçüsünde başarıya ulaştırdığı yapıtlarını Türk Gençliğinin koruyuculuğunda Türk Ulusuna emanet etmiştir.
Atatürk; Doktrinlerin katı kalıpları ve dogmaları yerine aklı egemen kılmıştır. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” özdeyişi ile maddi ve manevi yaşamda aklı yol gösterici olarak ortaya koymuştur.

Kaynakça:
1. Prof. Dr. Ergün AYBARS; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi.
2. Prof. Dr. Ahmet Mumcu; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
4. Prof. Dr. Emre KONGAR; Demokrasimizle Yüzleşmek
5. Bahriye ÜÇOK- Coşkun ÜÇOK
6. Osman TÜRKOĞUZ- ULUSAL BİLİNÇ
7. Ahmet AVCI; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Ders Notları

Öğretmenim sayın Hüseyin AĞCA’NIN yorumu…

Muhterem Kardeşim
Göndermek lütfunda bulunduğunuz, ciddi incelemenizi dikkatle okudum. Elinize sağlık.
Benim 52 yıllık hocalık hayatımda sizlerden; birçok, ilmi, ahlaki, edebi, milli, dini alanlarda tavır değişimi ve gelişimi taleplerim olmuştur. Ancak bunlardan bir tanesini özellikle önemsemişimdir. O da şudur: DEĞERLİ GENÇ ARKADAŞLARIM. EĞER  ÜZERİNİZDE ZERRECE MİKTARDA BİR HOCALIK HAKKIM VARSA  VE SİZ BUNLARI HELAL ETMEMİ  İSTİYORSANIZ, BÜTÜN BU İLGİLENDİRDİĞİM ALANLARDA BENİ GEÇİNİZ…
Çok mutluyum. Çünkü sizlerden olup da karşılaştığım her öğrencimin, bu tavsiyeme uygun  bir tavır içinde olduklarını müşahede ettim.
Siz de bu örneklerden birisisiniz. Kutluyor ve başarılarınızın devamını bekliyorum.
            Hocalık hayatından doymadan ayrılmış olmamdan kaynaklanan bir haddi aşma olarak kabul etmeyeceğinizi umarak, bu ilginç incelemenizin uygun bir yerine; Aziz Atatürk”ün önemle üzerinde durduğu ve T.B.M.M. de kanunlaşmasına emek verdiği,  03.03.1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu"nun tam metnini eklemenizi istirham ediyorum. (Bu kanun   beş asıl ve iki de geçici maddeden oluştuğu için, metninizde küçük bir yer alacaktır.)
            Bu isteğimin  sebebini size ayrıca arz edeceğim.
            Bu vesile ile Mübarek Bayramınızı kutluyor, Sayın Avcı Ailesine ve Büyük Milletimize huzur, saadet ve refah getirmesini Cenab-Allah"tan niyaz ediyorum.
            7 kasım 2011
Hüseyin Ağca

            Sayın Hüseyin AĞCA’YA benim yanıtım:
Sevgili Öğretmenim,
Değerlendirme uyarılarınız benim için çok önemlidir...
Öğrenciniz olmak ve sizden ders almak bizler için çok anlamlı ve değerlidir...
İyi ki varsınız ve iyi ki sizden ders almışım...
Eklemeyi yaptım ve son hali ile gönderiyorum...
Aynı eklemeyi "EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ" KONULU ESKİ BİR YAZIM VARDI, ORAYA DA YAPACAĞIM...
7 KASIM 2011
Saygılarımla.
Ahmet AVCI


Hiç yorum yok:

Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar