Ahmet AVCI
İZMİR 27 EKİM 2010
İZMİR 27 EKİM 2010
CUMHURİYETİMİZİN İLAN EDİLİŞİ ve 87 YIL SONRA TÜRKİYE
“Bütün millet emin ve müsterih olsun ki, Devrimi yapanlar, karşı güçleri, çıktıkları noktada imha edecek, kudret, kabiliyet ve tedbire sahiptirler”
Mustafa Kemal PAŞA
Cumhuriyete giden süreçte; Ulusal Kurtuluş Savaşı başarı ile sonuçlanmış, Saltanat kaldırılmış ve Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Osmanlı Devletinin kabul ettiği Mondros Mütarekesi ve Sevr Barış Antlaşması, tarihin çöplüğüne gömülmüştür.
Böylece, 1919–1923 yılları arasında, elde edilen Askeri ve Siyasi alandaki bu başarılardan sonra Türk Devleti yeni bir döneme girmiştir.
BU, ARTIK “BARIŞ DÖNEMİDİR”.
Türk Ulusunun bu yeni barış döneminde, Modern ve Çağdaş ölçülerde, KALKINMASI gerekiyordu. Bunun için de Türk Devleti; modern, çağdaş, laik bir yapıya kavuşmalıydı.
Kurtuluş Savaşının kazanılması ve barışın sağlanması; Türk Ulusu’nun yeni bir devlet ve yaşama sistemine kavuşması ortamını hazırlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın öncelikli amacı: “Her bakımdan tam bağımsız bir devleti, tüm kurumlarıyla yaşama geçirmekti.”
Mustafa Kemal Paşa için ikinci önemli iş: “Ulusun sahip olduğu egemenliğin sınırsız bir biçimde kullanabilmesi, ona ortak başka hiçbir güç kabul edilmemesidir.”
Ulusal Kurtuluş Savaşını; MÜDAFAA-İ HUKUKÇULAR VE KUVAY-I MİLLİYECİLER başlatmış, TBMM kurulunca da; ülkemizin ve savaşın yönetimini TBMM üstlenmiştir. Bu meclis, “kayıtsız-şartsız” egemenliğe sahip Türk Ulusunu temsil eden tek makam olmalıydı. Ama bilindiği gibi, binlerce yıl Monarşik rejimlerde yaşamış bir halka ve onu temsil edenlere, bu gerçeği belletmek gerekti. Ulusal egemenlik ilkesi, iyice yerleştikten sonra, demokrasinin gereği olan çoğulculuğa geçilebilirdi.
Ama 1922 yılı sonbaharında, zaferi kazanan TBMM’nin bir bunalıma doğru sürüklendiğini görmekteyiz. Kişisel bazı önemli çekişmeleri bir yana bırakırsak, bunun nedenini de şöyle açıklayabiliriz: TBMM ile kurulan rejim henüz tam bir ‘KİMLİĞE’ kavuşmamıştır.
‘KURTULUŞ’TA fikir bir birliği içinde olan TBMM, ‘KURULUŞ’TA duraksamıştı
Bu bunalımın nedeni bir geçiş dönemi içinde bulunulmasıyla açıklanabilir.
TBMM ile kurulan rejimi gözden geçirelim: Bilindiği gibi, bu rejimde egemenlik kayıtsız-şartsız ulusundur. Seçimle iş başına gelen TBMM, ulus adına egemenlik hakkını kullanır. Ama biliyoruz ki; 23 Nisan 1920’de bu esas üzerine kurulan devletin bir BAŞKANI yoktur. Gerçi; TBMM’nin Başkanı vardır; ama O, devletin değil bir kurumun başkanıdır. Oysa hiçbir devlet başkansız yaşayamaz. Devleti temsil edecek, yürütme gücüne yön verecek, yasaları yürürlüğe sokacak, ulusun birliğini simgeleyecek bir MAKAM’A her devlette ihtiyaç vardır.
Saltanat kaldırılıncaya dek, pek çok kişi, bu arada önemli sayıda milletvekili için padişah devletin doğal başkanı idi. Hatta TBMM başlıca amaçlarından biri olarak “padişahı kurtarmayı” benimsenmişti.
Ulusal egemenlikle bağdaşmasa da Saltanat varlığını sürdürürken, bir devlet başkanı sorunundan söz etmek yersiz gibi görülüyordu.
Mustafa Kemal Paşa, TBMM Başkanı, sonra da aynı zamanda Başkomutan olarak bir tür devlet başkanı gibi davranıp, bu boşluğu doldurmayı başarabiliyordu. Ama her şeye karşın O, bir devlet başkanı değildi. Özellikle saltanatın kaldırılmasından sonra, bu boşluk iyice bir sorun haline geldi.
Bir yandan Lozan’da barış görüşmeleri sürerken, bir yandan da rejimin içinde belli bazı aksamalar göze çarpmaya başlamıştı.
Cumhuriyeti hazırlayan olaylar:
Saltanatın kaldırılmasından Cumhuriyetin ilanına kadar geçen bir yıl, çok önemli siyasal gelişmelerle doludur.
Başkomutan ve yakın çevresi, kazanılan büyük zaferin siyasal alandaki ürünlerini almak için var güçleriyle çalışırlarken, savaş bittiği için rahatlamış olan TBMM’de güçlü bir muhalefet belirmeye başlamıştı. Gazi’ye karşı olan, ama bunu tam olarak ifade edemeyen pek çok İkinci Grup milletvekili, şimdi, özellikle Halife ve Saltanat yanlısı önemli kimi İstanbul gazetelerinin de desteği ile amansız bir mücadeleye girişmişlerdi.
Bu muhalefetin ana düşüncesi şu idi: Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın işi bitmişti. Askerlik sanatının gereğini yerine getirmiş ve yurdu kurtarmıştır. O’nun artık yapabileceği bir şey kalmamıştır. Bir köşeye çekilmeli; politikaya karışmamalıdır.
Bu düşünceye sahip olanlar arasında, öyle aşırı ve insafsız düşünenler vardı ki; bunlar Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bir daha milletvekili seçilip, MİLLETVEKİLİ OLMAMASI için yasa önergesi bile hazırlamışlardı.
2 Aralık 1922’de Mecliste görüşülen bu önergede; “Milletvekili adayı olacakların, Türkiye’nin o günkü sınırları içinde doğmak ya da belli bir yerde en aşağı beş yıl sürekli oturmuş bulunmak koşulunu taşımalarını öngörmüşlerdi. Erzurum milletvekili Süleyman Necati, Mersin milletvekili Selahattin ve Canik Milletvekili Emin)
M. Kemal söz aldı ve şunları söyledi: “Ne yazık ki, doğum yerim bu günkü sınırların dışında kalmış bulunuyor. Ayrıca herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl sürekli olarak oturamadım. Fakat bu böyle ise bunda benim hiçbir kastım ve kabahatim yoktur. Bunun nedeni, bütün ülkemizi ve ulusumuzu yok etmek isteyen düşmanlara, eylemlerinde başarmaktan, kısmen engel olunmasıdır. Eğer düşmanlar emellerinde tüm olarak başarsalardı, Tanrı saklasın, bu önergeye imza koymuş olan Efendilerin bile memleketleri sınır dışında kalabilirdi. Eğer beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturamadıysam, bu vatana yaptığım hizmetler dolayısı iledir. Eğer, önergedeki şartı elde etmeye çalışsa idim, İstanbul’u kazandırmakla sonuçlanan; Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmayı yapmamak- lığım gerekirdi. Eğer ben beş yıl bir yerde oturmak zorunda kalsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra, Diyarbakır yönüne ilerleyen düşmanın karşısına çıkmamaklığım, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatan hizmetini yapmamaklığım gerekirdi. Bu Efendilerin istediği koşulları kazanmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan ordumuzun enkazından Halep’te bir ordu oluşturarak, düşmana karşı savunma yapmamam ve bugün Ulusal Sınırlar dediğimiz çizgiyi fiilen tespit etmemem gerekirdi.
Sanıyorum ki ondan sonraki çalışmalarımı herkes biliyor. Hiçbir yerde beş sene oturamayacak kadar çalıştım. Ben sanıyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin sevgisini kazandım. Şu hale göre, bu sevgiye karşılık, vatandaşlık haklarımdan yoksun kılınacağımı asla aklıma getirmezdim. Sanıyordum ki, yabancı düşmanlar beni öldürerek, yurdumuzdaki hizmetlerimden beni ayırmaya çalışacaklardır.
Fakat Hiçbir zaman, hayal ve hatırıma getiremezdim ki, Meclis’te iki-üç kişi bile aynı düşüncede bulunabilsin. Şu halde ben anlamak istiyorum; bu Efendiler, seçim bölgeleri halkının ciddi olarak fikir ve duygularını temsil etmekte midir?
Yine bu Efendiler karşı söylüyorum; Milletvekili olmak sıfatı ile tüm ulusun temsilcisidirler. Ulus bu Efendilerle aynı fikirde midir?
Efendiler, beni vatandaşlık haklarımdan yosun bırakmak yetkisi bu Efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen, Yüksek Kurulumuza, bu Efendilerin seçim bölgesi halkına ve tüm Ulus’a soruyorum ve cevap istiyorum.”
Doğrudan Mustafa Kemal'in kişiliğine yöneltilmiş, bu akılsızca önergeye, O’nun verdiği cevap, gerçekten acı, hüzünlü ve üzücüdür. Ve devrim tarihinin en önemli olaylarındandır. Çünkü O’nun karşısında bulunanların, yalnız kişisel nedenlerle davrandıklarını göstermektedirler.
Öneri hemen reddedilmiş, ancak bu olay, Gazi’ye karşı olanların ne kadar ileri gidebileceklerini göstermektedir.
Ancak bu kanun önerisi iki bakımdan Mustafa Kemal’in işine yaramıştır:
Birincisi; Meclis çoğunluğu bu önergeyi verenleri lanetlemiş; ayrıca yurt içinde O’na duyulan bağlılık, çok daha artmış, kendisine binlerce telgraf gelmiştir, Ankara pek çok illerden gelenlerle dolup taşmıştır.
İkincisi; Mustafa Kemal’in, devrimleri yürütmek için, güçlü bir siyasal kadroya ihtiyaç olduğunu kesin biçimde anlamasıdır.
Gerçekten, Gazi’ye karşı muhalefet, O’nun kurulu düzeni değiştirme amacına sahip bulunmasından kaynaklanmaktaydı. Özellikle Saltanatın kaldırılmasından sonra ‘Rejim’in nasıl bir nitelik alacağı tartılıyordu.
Oysa Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kendine çizdiği stratejinin yalnızca ilk evresinin kapandığını biliyordu.
O’nu yeni görevler bekliyordu:
Kurtarılan yurt; Kalkınmaya, gelişmeye, ilerlemeye muhtaçtı.
Yüzlerce yıl denenmiş modellerle bu hedefe ulaşılamazdı.
Mustafa Kemal Paşa, kendisine bilinçli ya da bilinçsiz bağlı bir avuç aydınla bu yeni mücadelesini yürütecek ve hedeflerini halka benimseyecekti.
Bu amaçla Başkomutanın zaferden sonra, yurt içinde yolculuklara çıktı. Her gittiği yerde “ulusal egemenliğin” öneminden, “çağdaşlaşmak” gereğinden söz ediyordu.
Anlaşılıyor ki; O, halka, bir siyasal kültür aşılamak istiyordu.
Gazi, bu yolculuklarda yaptığı konuşmalarla devrim dönemini başlattığını ortaya koymuştur.
Seçimlerin yenilenmesi
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, kurulduğu günden başlayarak, “kurtuluş” için her türlü özveriyi göstermiştir. İlk Meclisimizin üyeleri, bugünkü ölçülerimize göre “yoksulluk” sınırı içinde yaşamış sayılırlar. Böylesine özverili ve maddi çıkarlardan uzak bir siyasal kadroyu Ülkemiz şimdiye dek görmemiştir.
Milletvekillerinin, ister Birinci Gruba, ister İkinci Gruba mensup olsunlar, yaşamsal konularda nasıl bir araya geldikleri, buna karşılık düşünce ve söz özgürlüğüne nerede ise sınırsız denecek ölçüde sahip çıktıkları görülür.
İçinde siyasal parti bulunmamasına karşın, büyük olasılıkla en özgür havanın egemen olduğu, parlamentolarımızdan biridir ilk Meclisimiz.
Gerçi bu meclis içinde, yukarıda örneğini verdiğimiz, nitelikte garip huylular da yok değildi. Bu da doğaldır. Önemli olan bu garip huylular zarar vermeye başlayınca, sağduyulu çoğunluğun, onları engellemesidir. İlk meclisimiz bunu başarabilmiştir.
Büyük Zaferin kazanılması ve ardından Saltanatın kaldırılması dolayısı ile siyasal bakımdan bölünmeye başlayan ve iyice yorulan Birinci Dönem TBMM, 1 Nisan 1923 günü çalışmalarını sona erdirerek, yeni seçimlerin yapılmasını kararlaştırdı.
Böylece, Türk Parlamento tarihinin en onurlu görevini yerine getiren bu Meclisimizin siyasal yaşamı kapandı.
Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)
23 Nisan 1920’de açılan TBMM’de siyasi partilere dayalı gruplar yoktu. Bu mecliste, tüm Milletvekillerinin tek bir amacı vardı. O da Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmekti. Milletvekillerinin tamamı Sivas Kongresinde kurulan; ”Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti”nin üyesi idiler.
Eylül 1920’de ilk Anayasa metni hazırlanma çalışmaları başlayınca, mecliste bir takım gruplaşmalar görüldü. Mustafa Kemal’in çevresinde toplananlara; Birinci Grup, bu grubun karşısında olanlara da İkinci Grup denildi.
Saltanatın kaldırılmasından sonra; İkinci Grubun üye sayısı ve gücü arttı.
Kazanılan zaferden sonra, Mustafa Kemal, tüm yenilik ve atılım hareketlerinin birer birer uygulama alanına geçirilmesini istiyordu. Bu devrim ve yeniliklerin hızla ve istenilen biçimde yerleşmesi için güçlü bir siyasi kadroya ihtiyaç vardı. Bu yüzden disiplinli bir parti kurma gereği duyuldu.
6 Aralık 1922’de, o güne kadar “Birinci Grup” ya da “ Müdafaa-i Hukuk Grubu” denilen ve yalnız meclis içinde çalışan, üyeleri arasında tam bir anlaşma olmayan kuruluşun ortadan kaldırılarak, yerine “Halk Fırkası” adlı bir siyasal parti kurulacağı bildirildi.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar verdikten ve yeni seçimden sonra; 9 Eylül 1923’te: Halk Fırkası Tüzüğü, Meclis grubunda kabul edildi. Anadolu ve Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin yerini; Halk Fırkası (Cumhuriyet Halk Partisi) aldı. 11 Eylül’de yeni Partinin Genel Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Böylece; kadro sorununun çözülmesinde önemli bir adım atıldı. Parti, ilerici kişilerin mücadele aracı olacaktı. Mecliste kesin çoğunluk Halk Fırkasının elinde idi. Zaten başka parti de yoktu.
Siyaset alanında yükselmek isteyen herkes, düşüncesi ne olursa olsun, Mustafa Kemal’e hoş gözükerek Halk fırkası yandaşı olmuştu.
Mecliste, ilk Mecliste olduğu gibi fazla tutucu yoktu. Ancak, Mustafa Kemal’in karşısında olanlar, önemli bir sayıda idiler. Bunlar özellikle Lozan Barışını eleştirerek Rauf Bey’in çevresinde toplanıyorlardı. Siyasal hırslarını yitirmemiş İttihat ve Terakki Partisi eski üyeleri de onlara katılmışlardı.
Gazi Mustafa Kemal; yapmayı düşündüğü büyük yenilikleri ve uygulanmasını istediği tüm ilkeleri, Partisinin Programına koymuştur. Partinin Programı Hükümet Programı olarak uygulanmış ve halka benimsetilmiştir.
Cumhuriyete giden yol…
22 Eylül’de Mustafa Kemal, yabancı bir gazeteciye verdiği demeçte ilk kez, ”Cumhuriyet” sözcüğünü kullandı.
Mustafa Kemal’in yanında, O’na gerçekten inanan bir avuç arkadaşı vardı. Bir de olayları “en güçlü”nün arkasında izlemek isteyen fırsatçı politikacılar.
TBMM kurulduğu zaman yeni devletin bir başkanı yoktu. Padişah sözde tanınıyordu. Buna rağmen Mustafa Kemal, ustaca yollarla ve olayların gelişmesi ile Padişah’la Meclisi karşı karşıya getirmişti. Yeni devletin başkanlığına ilişkin önemli işlerini de TBMM’nin başı olarak, kendisi yerine getiriyordu.
Saltanat kaldırılınca, devlet biçiminin ne olacağı üzerinde tartışmalar başladı. Ulusal egemenliğe sahip olan TBMM’nin yapısı nasıl bir devlet biçimi gösteriyordu? Özellikle tutucular, Halifenin durumunu güçlendirerek, onu bir çeşit ”Devlet Başkanı” olarak tanımak istiyorlardı.
Bu gerçekleşirse Saltanat da geri gelecek demekti.
Bu ihtimalin gerçekleşmesini engellemek için Devletin, bir ‘Cumhuriyet’ olması gerekiyordu. Devletin başı Cumhurbaşkanı olursa, saltanatçıların istedikleri önlenebilirdi.
Zaten kurulduğu andan itibaren yeni devletin yapısı Cumhuriyete benziyordu. Bütün sorun birkaç ayrıntıyı düzenlemekti. Fakat birçok aydın “Cumhuriyet” Sözcüğünden ürküyordu.
Bunlar ulusal egemenliğe sahip TBMM’nin başı olarak halifeyi görmek istiyorlardı. Bu da Ulusal Egemenlik ilkesiyle bağdaşmazdı.
Cumhuriyet İlan Edilmeden önce yaşanan gelişmeler:
14 Ocak 1923’te Mustafa Kemal kuracağı parti hakkında temaslar yapmak, aydınları yoklamak ve Orduyu denetlemek, halkın dertlerini yakından incelemek için uzun bir Yurt gezisine çıktı.
Aynı gün; Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, İzmir’de öldü.
Mustafa Kemal’in yurt gezisine çıkışını fırsat bilen muhalifler; 15 Ocak’ta Afyonkarahisar Mebusu Hoca şükrü imzasıyla ”Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” adlı bir broşür yayımladılar. Hilafet kurumunun korunmasını istediler. Ana fikir: ” Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” idi.
Mustafa Kemal verdiği yanıtta; ”Meclisin Halife’ye değil, millete ait olduğunu, Hilafetin dinle ilgisi olmadığını kendisi öldürülmedikçe başlattığı Devrim ve ilerlemenin durdurulamayacağını” açıkladı.
16/17 Ocak’ta Mustafa Kemal İzmit’te gazetecilerle basın toplantısı yaptı. Türk Devriminin gelecekteki yapısını anlattı. Kendisine karşı olan İstanbul gazetelerini, Devrim ilkeleri doğrultusunda aydınlatmaya çalıştı. Ne yazık ki bu çabaları tam anlamı ile yararlı olamadı
18 Ocak’ta Halkla sohbet toplantısı yaptı, konuşmasında: “Bütün millet emin ve müsterih olsun ki, Devrimi yapanlar, karşı güçleri, çıktıkları noktada imha edecek, kudret, kabiliyet ve tedbire sahiptirler” dedi.
Bu gezi boyunca; yapmak istediği devrimleri anlattı.
27 Ocak’ta İzmir’e ulaştı. Aynı gün annesinin mezarını ziyaret ve yaptığı konuşma: “Burada yatan validem, zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi yönetimin kurbanı olmuştur. Bu kadar kan dökerek, milletin elde ettiği hâkimiyetin muhafaza ve müdafaası için gerekirse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” dedi
29 Ocak’ta Mustafa Kemal Latife Hanımla evlendi.
7 Şubat’ta Balıkesir’de; sonradan Paşa Camisi adını alacak olan, Zağnos Paşa camisinin minberinde halka hitap etmiştir: “Hutbelerin halkın anlamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü icaplar ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, halkın aydınlatılması ve bilgilendirilmesidir, başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir.”
17 Şubat’ta İzmir’de “Türkiye İktisat Kongresini” açtı. Bu kongrede, ulusal ekonomiye ilişkin ortak hedefler saptandı.
18 Şubat’ta Gece Latife Hanımla birlikte Ankara’ya hareket edildi.
21 Şubat 1923’te Mecliste: Lozan Konferansının ele alındığı gizli oturumlara başlandı. Toplantılar, zaman zaman sert itham ve tartışmalara sahne oldu.
27 Mart 1923’te Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman Ağa’nın adamlarınca öldürüldü.
Bu olay mecliste, büyük tepkiye yol açtı. Topal Osman güvenlik kuvvetleriyle girdiği çatışmada öldürüldü. Meclis önünde asılarak teşhir edildi. Ancak Meclisin tepkisi yine de dinmedi.
Tüm bu yoğun faaliyetler içinde, Mustafa Kemal; geleneksel devlete karşı henüz açıkça hücuma geçmemişti. Ancak konuştuklarından çıkan anlamlar, gelecek için pek ilerici görünmekteydi. Bu işaretler Devrim karşısında olanları bunaltıyor ve onları daha fazla çabaya zorluyordu.
Mustafa Kemal, devrim atılımlarının yürütülmesi için yukarıda belirttiğim gibi, TBMM’nin yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. İlk Meclis Kurtuluş Savaşını yönetmiş, ama tarihsel görevini de bitirmişti, yıpranmıştı.
Yeni ve dinç bir Meclisle işlerin yürütülmesi gerekiyordu.
16 Nisan 1923’te TBMM’nin birinci dönem çalışmaları sona erdi.
23 Nisan 1923’te Lozan Konferansı yeniden başladı.
10 Temmuz 1923’te Fener Rum Patriği Metaksakis, Yunanistan’a kaçtı.
24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalandı. Böylece Mustafa Kemal'in durumu daha da pekişti.
Ancak İsmet Paşa ile arasındaki anlaşmazlık yüzünden Vekiller Kurulu Başkanı Rauf Bey görevinden çekildi. Yerine Ali Fethi (OKYAR) Bey getirildi. (13.8.1923).
Rauf Bey, bundan sonra Mustafa Kemal’in karşısına çıkacak, istemediği halde Devrimi istemeyenlerin önderi durumuna getirilecektir.
Seçimler sonucunda yeni Meclis (2’nci TBMM) 11 Ağustos 1923’te açıldı.
11 Ağustosta toplanan yeni meclis, zaten Mustafa Kemal’in hazırlıklarını tamamladığı, yakında resmileşecek partiyi destekleyenlerin çoğunluğundan oluşmuştur.
23 Ağustos 1923’te Lozan Barış antlaşması onaylandı.
İtilaf Devletleri tarafından Boşaltılan İstanbul, Türk Orduları tarafından teslim alındı. (6 Ekim 1923)
13 Ekim 1923’te Ankara Başkent oldu.
26 Ekim’de Ankara’da “Hükümet bunalımı” başladı.
CUMHURİYETİN İLAN EDİLMESİ: 29 EKİM 1923
Cumhuriyet’in İlanını Geciktiren Nedenler:
· Birinci TBMM döneminde öncelikle “Ulusal Bağımsızlığın” esas alınması.
· TBMM içerisinde, çeşitli gruplar arasında, birlik olmaması.
· Saltanatın kaldırılmasından sonra, tepki ve muhalefetin artması.
Cumhuriyet’in ilanını zorunlu kılan nedenler:
· Rejim tartışmalarının önlenmek istenmesi
· Meclis hükümeti sisteminin, hükümet kurmayı zorlaştırması.
· Devlet Başkanlığı sorununun, çözülmek istenmesi.
Cumhuriyetin İlanı: Ocak 1921’de yayımlanan ANAYASA, adı konulmamış
bir Cumhuriyet Anayasasıdır.
2 Ekim’de İşgalci kuvvetlerin İstanbul’dan ayrılmaları ve 6 Ekim 1923’te Türk Ordusunun İstanbul’a girmesinden sonra, geriye yeni bir rejimin adının konulması kalmış, bu ad da bir yerde zorunluluk olmuştu.
O zamana kadar, TBMM’de Meclis Hükümeti Sistemi yürürlükte idi. Buna göre, kurulacak her hükümetteki bakanların tek tek meclis çoğunluğunun oyunu alarak seçilmesi gerekiyordu. Bu da uzun zaman ve alıyor ve çeşitli karışıklıklara neden oluyordu.
13 Ekim 1923’te Anayasaya ek madde konularak Ankara Türkiye’nin Başkenti olarak kabul edildi.
23 Ekim’de boşalan Meclis İkinci Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı görevleri için, Mecliste oylama yapıldı. Adaylar konusunda Parti grubu ile Mustafa Kemal arasında anlaşmazlık çıktı.
25 Ekim’de Mustafa Kemal Bakanlar kurulunu toplayarak, kabine üyelerinin istifasını istedi.
27 Ekim’de Başbakan Ali Fethi Okyar ve diğer bakanlar istifalarını sundular.
Kabineyi seçmekle yükümlü olan Meclis yeni liste üzerinde anlaşmaya varamayınca, Hükümet bunalımı doğdu.
Bir Anayasa sorununun ortaya çıkardığı bunalım Mustafa Kemal’e yeni adım atmak fırsatını verdi.
Yeni TBMM içindeki karşı grup günden güne güçleniyordu. Bunlar doğrudan Mustafa Kemal’e saldırmaya cesaret edemiyorlar, Vekiller Kurulu Başkanı’nı hırpalıyorlardı.
Sonuçta Ali Fethi Bey görevden çekildi. Anayasaya göre Bakanların meclis tarafından teker, teker seçilmesi gerekiyordu. Meclis içinde siyasal çatışma öyle bölünmelere yol açmıştı ki, hiçbir bakan adayı yeterli oyu alamıyordu.
Mustafa Kemal, bu durumdan yararlandı. 27 Ekimde başlayan bunalım sürerken, 28 Ekim akşamı, İsmet Paşa ve bir kısım arkadaşlarını Çankaya’da toplantıya çağırdı. Ve yarın “Cumhuriyeti İlan edeceğiz” diyerek kararını açıkladı.
Misafirlerin ayrılmasından sonra; İsmet Paşayı alıkoydu. Birlikte “Teşkilatı Esasiye Kanununda” gerekli değişiklikleri sağlayacak önergeyi hazırladılar.
Ertesi gün parti grubunda, yapılan toplantıda, Mustafa Kemal, genel başkan olarak; “Hükümet bunalımının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözümünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirttikten” sonra, değişiklik önergesini okuttu:
· Türkiye’nin Hükümet şekli cumhuriyettir.
· Türkiye Devleti, TBMM tarafından idare olunur.
· Türkiye Devleti; hükümetin bölündüğü idare şubelerini icra vekilleri vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge parti toplantısında tartışıldı. TBMM’nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18.45’te toplandı.
29 Ekim’de TBMM tarihi günlerinden birini yaşadı. Önemli tartışmalar oldu. Milletvekillerinin çoğu, bunalımdan kurtulmanın tek yolunun Cumhuriyetin ilanı olduğunda birleştiler. Buna karşı çıkmak isteyenler de Mustafa Kemal’in kesin kararını bildiklerinden seslerini yükseltemediler. 20.30’da “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri arasında Cumhuriyet İlan olundu.
Mustafa Kemal, oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhuriyetin ilanı, aynı gece yurdun her yerine bildirildi. Her ilde yüz bir kez top atılarak, bu önemli olay kutlandı.
Cumhuriyetin ilanı ile Yeni Türk Devletinin şu önemli sorunları çözümlenmiştir:
A. Yeni Türk Devletinin adı konulmuş, böylece de devlet rejiminin nasıl olacağı konusundaki tartışmalar sona ermiştir.
B. Cumhur Başkanının seçilmesiyle de “Devlet Başkanlığı ” sorunu kesin olarak çözüme kavuşturulmuştur.
C. Hükümet kurma biçimi değişti. Böylece; “TBMM Hükümetleri Dönemi” sona ermiş, ”Cumhuriyet Hükümetleri Dönemi” başlamıştır.
D. Saltanatın geri getirilmesi umudunu taşıyanlar, umutlarını büyük ölçüde yitirmişlerdir.
Cumhuriyet tepki değil, genel kabul gördü. Sevinçle karşılandı. Buruk olanlar, İstanbul basını, Rauf Bey ve çevresiydi. Cumhuriyet konusu Halk Fırkası Grubu ve TBMM’de yani yetkili organlarda görüşülüp, karara bağlanmıştı, ama Rauf Bey, kendisine danışılmadığından ve işin aceleye getirildiğinden yakınıyordu.
Cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal’in Anayasal ve siyasi konumunu, daha da güçlendirdi. Kendisi zaten; TBMM Başkanı, Başkomutan, Birinci Grup ve sonra da Halk Fırkası genel başkanı idi. Şimdi Cumhurbaşkanı seçilmekle, Devlet Başkanı yetkilerini de kazanmış bulunuyordu.
Artık Başbakanı da seçip atayabilecekti.
Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilince; Başbakanlık görevini İsmet Paşa’ya verdi. Muhafazakâr (Rauf Bey) ve Liberal (Ali Fethi Bey) kişilerden sonra, bu seçim; Köktenci (Radikal) bir tercih anlamı taşımaktaydı. Ve hızlı değişimlerin olacağını göstermekteydi. Ayrıca İsmet paşa, diğerlerine göre Mustafa Kemal’e daha yakın duruyordu. Onun kurduğu Hükümet, TBMM’de görüşmesiz ve oy birliği ile “Tasvip” aldı. Ve Cumhuriyetin ilk Bakanlar Kurulu oluştu.
Cumhuriyetin İlanına Karşı Tepkiler:
TBMM’nin açılmasını kabullenemeyen çevreler, zaferden sonra, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, bunu izleyen birkaç ay içinde de Halifeliğin tarihe karışması karşısında iyice şaşırmışlardı. Yukarıda belirtilen tepkilerin daha da artması kaçınılmazdı. Bu aşırı tepkilerin en üzücü yanı, devrim adımlarını başlangıçta onaylayan kimi kişilerin de artık muhalefet cephesine yol açmasıydı.
Bu tepkici çevreleri şu gruplara ayırabiliriz:
· Cumhuriyete ve Halifeliğin kaldırılmasına kesinlikle karşı olan kişiler. Bunlar için yurdun kurtuluşu yeterli idi. Artık gene eskiye dönülmeli idi.
· Cumhuriyeti kabul etmekle birlikte, “Halifesiz” bir toplum düşünemeyenler. Bunlar dinsel esaslara ve eski düzene dayalı bir Cumhuriyet istiyorlardı (Halifeliğin kaldırılmasından sonra, Mustafa Kemal’in çevresindeki bazı kişiler de bu gruba katılmışlardı. Hatta Gazi’ye “Halife olması” telkininde bile bulunulmuştu. Bu istek Gazi tarafından reddedilmişti).
· Halifesiz ve Cumhuriyeti kabullenmekle birlikte, daha ileriye gidilmemesi düşüncesinde olanlar. Bunlara göre, geleneksel yapı, bazı yeniliklerle sürdürülmelidir. Gazi’nin kimi çok yakın arkadaşları içinde de böyle düşünenler vardı.
· Devrim adımlarını benimseyen, ama bunların çevresini çizemeyen ve her ne pahasına olursa olsun, iktidara geçmeye çalışanlar. Bunlar içinde özellikle eski İttihatçıların bazılarını görmek mümkündür.
Bütün bu karşı tepkiler karşısında; kazanılan büyük zaferin kendisine verdiği saygınlık ile halk tarafından çok sevilen bir Önder ve O’nun çevresinde bir avuç inançlı aydın vardır. Tepkileri bunlar göğüsleyeceklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; “En büyük eserim dediği Türk Gençliğine ve dolayısıyla da Türk Halkına emanet ettiği Cumhuriyet” bugün 87’nci yılına ulaşmıştır.
Atatürk’ün Kurduğu düzende:
Esaretten kurtulmuştuk, Tam Bağımsızdık.
Tüm komşularımızla dosttuk.
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle idik.
Kadınımız cariyelikten, erkeğimiz kölelikten kurtulmuştu.
Kadınımız ve erkeğimiz; eşit haklara sahip yurttaşlardı.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle öldürülemezdi.
Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazdı.
Kimse, kimsenin dinine- imanına karışamayacaktı.
Eğitim; milli, bilimsel, uygulamalı, karma ve laik olacaktı.
Köylü; milletimizin efendisi idi.
Basın hürdü.
Hukuk; üstündü. Yargı bağımsız ve tarafsızdı.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik temel ilkelerimizdi.
Atatürkçülük; rehberimizdi.
Dünyada; kendine yetebilen birkaç ülkeden biri idik.
Dış borç almıyorduk, hatta Osmanlı devletinin kalan borçlarını da ödüyorduk.
Yabancıların elindeki sanayi kuruluşlarını millileştirmiştik.
Devlet, sanayinin temellerini atmıştı.
Ülkemizi demir ağlarla örmüştük.
Çağdaş Dünya’da, kendi kimliğimizi koruyarak ve diğer uluslarla eşit biçimde yerimizi alacaktık.
Acaba şimdi ne durumdayız?
Bu soruya içiniz burkulmadan yanıt verebilir misiniz?
Cumhuriyetin; 87 yıllık kazanımları, tükenmek üzere.
Bir Kurtuluş Savaşı verilerek, kurulan bu ülke, bu Cumhuriyet, bizlere emanet edilen Laik, Demokratik, Sosyal Hukuk Devleti, nasıl bu hale getirildi?
Hiç düşündünüz mü?
Ülkemizde;
Ekonomi; IMF ve Dünya Bankasına teslim edilmiş,
İç ve Dış Siyaset; ABD ve AB’ye havale edilmiş,
Dış güvenlik; ABD’ne bırakılmış,
İç ve dış borç; 500 milyar Doları aşmış,
Cari açık kapatılamaz boyutlara ulaşmış,
Toplum; Dinci, Laik, Atatürkçü, Ergenekoncu, Türk, Kürt, Alevi olarak ayrıştırılmış,
Halk, üretici, çalışan, emekli, perişan edilmiş,
Atatürkçü düşüncede olmak suç…
Cumhuriyeti savunmak suç…
Tarikatlar, Cemaatler, Türkiye’nin en tepelerine oturmuş, ülkeyi yönetiyorlar, ama Atatürkçü düşünce sahipleri izleniyorlar.
Tarikatlar, darbe yapıyorlar. Mağdur ordu. Generaller içeride.
Türk Silahlı kuvvetleri, tarihinin en büyük psikolojik saldırısıyla karşı karşıyadır. Mütareke basını bile Ankara’daki ulusal güçlere bu ölçüde saldırmamıştı.
Amaçları belli: “renkli devrimlerle” rejim değişikliği yaparak, Türk Silahlı Kuvvetlerini siyaseten etkisiz kılmak ve Mehmetçiği ABD’nin maşası olarak, Ortadoğu’ya sokmak
500 kg. kömür, bir gıda paketi ve iftar yemeği ile uyutulan halk, neden bu bunlara muhtaç kılındığını anlamadan, şükrederek iradesini aynı yönde kullanmakta.
Yolsuzluklar, yoksulluk ve yasaklar diz boyu…
Bölücü terör almış başını gitmekte…
Ülke ve Devletimiz büyük tehdit ve tehlike altında…
İrtica kontrol edilemez boyutlara ulaşmış,
En acısı da; ülkemiz, “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu, Anayasa Mahkemesince Hükme bağlanarak cezalandırılan, bir partinin kurduğu iktidar” tarafından yönetilmektedir.
Yüksek yargı teslim alınmaktadır…
Basın, ya yandaş olmuş ya da susturulmuştur…
Türkiye olağanüstü, çok kritik, çok özel günlerden geçiyor.
Yurdumuz bugün ABD, AB emperyalizmi, siyasal İslamcılar ve bölücüler tarafından kuşatılmış durumdadır…
Cumhuriyet tehlikededir. Ulus tehlikededir. Vatan tehlikededir.
Uluslararası güç, Türkiye’yi de Irak, Yugoslavya, Afganistan gibi bölme, parçalama planları yapmaktadır.
Türkiye’nin yönetimi artık uluslararası iradenin eline geçmiştir.
Ulusal irade geçersiz kılınmıştır.
Yurdumuzu BOP eşbaşkanları ile birlikte ABD emperyalizmi yönlendirmektedir.
Bugünlerde Ülkemiz, “Füze Kalkanı Projesi” ile komşularına ve Ortadoğu’ya karşı bir kalkan gibi kullanılmak istenmektedir. Füze kalkanı projesi doğrudan ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir projedir ve Türkiye’ye hiçbir yararı yoktur. Komşuları ile arasındaki güveni, dostluğu sarsmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın reddettiği bu savunma mekanizmasının Ülkemize kurulmasının anlamı yoktur…
Bugünler, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesindeki; “Bir gün Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan…” dediği o “bir gündür” bu günler.
Atatürk’ün “zorla ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün orduları dağıtılmış, yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir” dediği işte bu zaman…
“İhanet” Dalalet ve “Gafletin” el ele verdiği yer…
Gözbebeğimiz Laik Cumhuriyetimizin “iç ve dış düşmanlar” tarafından yıkılmakta olduğu süreç.
Karşı devrim günleri…
1923 Devrimi tarihten silinmek mi istenmektedir?
Türk Devrimi’nin rövanşı mı alınmaktadır?
Ne dersiniz?
Ben her şeye karşın, Cumhuriyetimizin 87’nci yılını kutlamak istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder