21 Nisan 2012 Cumartesi

104- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN AÇILIŞI!

AHMET AVCI
23 NİSAN 2012- İZMİR

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILIŞI 23 NİSAN 1920

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni 92 yıl önce halkıyla birlikte açarak; Ülkemizi işgalden kurtaran ve Devletimizi kuran, başta Mustafa Kemal ve tüm Silah Arkadaşlarını, rahmet, minnet ve şükranla anıyor ve aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum…
Zaferden sonra Mustafa Kemal PAŞA’YA sormuşlardı: “PAŞAM BAHTIYAR MISINIZ?”
PAŞA DA: “BAHTIYARIM ÇÜNKÜ MUVAFFAK OLDUM” demişti.
Bizce Mustafa Kemal PAŞA’NIN en büyük BAHTIYARLIĞI; BU GÜNLERİ İNTİKAM, İNKÂR VE YIKIM GÜNLERİNİNİ, GÖRMEDEN VE YAŞAMADAN ARAMIZDAN AYRILMIŞ OLMASIDIR…

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE GİDEN SÜREÇ:
19 MAYIS 1919’da Mustafa KEMAL PAŞA tarafında başlatılan Milli Mücadele, TBMM’NİN 23 NİSAN 1920’te açılmasıyla yeni bir anlam ve boyut kazanmıştır.
Milli mücadeleyi ne yazık ki bilmiyoruz. Oysa Cumhuriyetimiz, o MÜCADELENİN ürünü ve sonucudur. Yeni devletin kuruluş felsefesini o mücadele belirlemiştir.
Anadolu aydınlanması, Anadolu Birliği ve Yurttaşlık Bilinci, o büyük MÜCADELE ile başlamıştır.
O dönem bilinmeden bugünü anlayamayız, yarını da göremeyiz.
Milli Mücadele’nin EMPERYALİZME karşı verilmiş ve KAZANILMIŞ İLK KURTULUŞ SAVAŞI olduğu anlatılmadığı için de gençlerimiz, başka toplumların kurtuluş savaşına imrendiler. Kendi tarihlerine ve kahramanlarına yabancılaştılar.
Açıkça bilmeliyiz ki; Milli Mücadelemiz; EMPERYALİZME KARŞI BİR BAĞIMSIZLIK VE KURTULUŞ SAVAŞI, SALTANAT DÜZENİNE VE ANLAYIŞINA KARŞI DA BİR İHTİLALDİR.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna giden süreci kısaca anımsamakta yarar var diye düşünüyorum…
1914 yılında Başlayan GENEL SAVAŞTA, başlangıçta Osmanlı Devleti, tarafsız kalmaya çalışmış, daha sonra İtilaf ve İttifak Devletleri Bloğuna katılmak istemiş hatta Bulgaristan ve Yunanistan ile birlik olmak istemiş, ancak reddedilmiştir.
ÇÜNKÜ OSMANLI DEVLETİ, SİYASİ, ASKERİ VE EKONOMİK OLARAK BİR DEĞER İFADE ETMİYORDU.
Almanya, Avrupa’da sıkışınca, Osmanlı’ya vaatlerde bulunarak savaşa girmesini sağladı.
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi üzerine İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener’in yaptığı açıklama: “TÜRKİYE’Yİ YOK EDİNCEYE KADAR SAVAŞACAĞIZ”.
 Çünkü İngiltere, Türkleri izleyecek 300 milyonluk sömürge ülkelerine hükmetmektedir.
Emperyalistler arasında, Osmanlıyı parçalama doğrultusunda 6 gizli anlaşma yapıldığını da biliyoruz…
Osmanlı Birinci Dünya savaşında beş cephede savaşmış, Çanakkale dışında hiçbir varlık gösterememiş, 30 EKİM 1918 TARİHİNDE DE YENİLGİYİ KABUL EDEREK, MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASINI İMZALAMIŞTIR.
Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile 17. Yüzyıldan buyana hızla gerileyerek yarı sömürge olmuş Osmanlı İmparatorluğu, sembolik bir imparatorluğa dönüşmüştü.
TÜRK ULUSU; BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ SONA ERMESİ İLE BAĞIMSIZLIĞINI, REFAHINI, ÜLKÜLERİNİ VE ÜLKESİNİ YİTİRMİŞ VE KORKUNÇ BİR GELECEKLE BAŞ BAŞA KALMIŞTI. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
PANTÜRKİZM HAZAR KIYILARINDA, PANİSLAMİZM ARABİSTAN ÇÖLLERİNDE ÖLMÜŞ, ELDE YALNIZCA BİTKİN VE YOKSUL ANADOLU KALMIŞTI.
İttihat ve Terakki yöneticileri Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurtdışına kaçmışlardı.
ARTIK; OSMANLI DEVLETİNE VE TÜRKLERE KARŞI ORTAÇAĞIN HAÇLI ANLAYIŞIYLA YENİÇAĞIN ÜRÜNÜ EMPERYALİZMİ KAYNAŞTIRAN ACIMASIZ BİR POLİTİKA UYGULANACAKTIR.
Mondros Mütarekesine dayandırılarak; Osmanlı Orduları dağıtılmış, silahlar toplanmış, Donanma gözaltına alınmış, Haberleşme ve Ulaştırma kurumlarına el konulmuş, 337 bin asker terhis edilmiştir.
Gizli anlaşmalara uygun olarak, İtalyanlar, Güneybatı Anadolu’yu, Fransızlar, -Ermenilerle birlikte- Çukurova’yı, İngilizler Musul ve Güneydoğu Anadolu’yu işgal ettiler.
Çanakkale, Mudanya, Samsun ve Merzifon’a İngiliz, Zonguldak ve Doğu Trakya’ya Fransız, Konya’ya da İtalyan birlikleri yerleşmişlerdir.
Ermenilerin yakıp yıktığı Kuzeydoğu Anadolu, yediden Ermenilere açılmıştır. Doğu Karadeniz’de Pontus Devletini kurmak için silahlanmış Rum Çeteleri faaliyete geçmişlerdir.
İSTANBUL İTİLAF DEVLETLERİNCE ORTAKLAŞA İŞGAL EDİLMİŞTİR.
Ermeni kıyımı yaptıkları ya da İngiliz esirlerine kötü davrandıkları ileri sürülerek, asker sivil birçok yönetici İngilizlerce tutuklanmış ve Malta’ya sürülmüşlerdir.
Gerici Hürriyet ve İtilaf Partisinin yurtdışına sürülmüş ya da kaçmış yöneticileri, KİN VE İKTİDAR ÖZLEMİYLE tutuşmuş halde İstanbul’a geri dönmüşlerdir.
Çeşitli AYRILIKÇI DERNEKLER kurulmuş, kimi aydınlar, birdenbire KÜRT, ÇERKEZ ya ARAP OLDUKLARINI anımsamışlardır.
Kimi ümitsiz aydınlar da, İngiliz, Amerikan mandasını ya da Himayesini arar olmuşlardır.
Bir çöküş ve çözülüş dönemine girilmiştir.
Baştaki Padişah Vahdettin, devletin ve tahtının geleceğini, dönemin süper devleti İngiltere’nin yardımına ve insafına bağlamıştır.
İngiltere Karadeniz Ordusu K. General Milne, Londra’ya şu mesajı yollar: “6. MEHMET, İNGİLİZLERİN TÜRKİYE’DE İDAREYİ MÜMKÜN OLDUĞU KADAR SÜRATLE ELİNE ALMASINI İSTİYOR.”
Amiral Web’in raporu: “Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”
Damat Ferit’in Amiral Calthrope’a söyledikleri: “Padişah’ın ve benim tek ümidimiz, Allahtan sonra İngiltere’dir.”
30 Mart 1919’da Vahdettin, Damat Ferit aracılığıyla, ‘kendi eli yazdığı bir tasarıyı’ İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorepe’a ulaştırmıştır. Yazının özeti: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süreyle İngiliz sömürgesi olması.”
OSMANLI PADİŞAHIN KURTULUŞ REÇETESİ BUDUR.
Vahdettin, İngiliz sömürgesi olabilmek için her yola başvurmuştur. Ancak aklına; onurlu, başı dik bağımsız bir Türkiye gelmemiştir.
Kimseye güvenemediği için de ablasının kocası Damat Ferit’i Sadrazamlığa getirmiştir.
İzmir’in işgali ve Yunan ordusunun gelmesi, Ege Rumlarını şımartmıştır. Bin yıllık barış bozulmuş, Ege’de acı ve kanlı bir dönem başlamıştır…
Yunanistan’ın Batı Anadolu üzerindeki emelleri ile İngiltere’nin Yakındoğu petrollerinin ve pazarlarının paylaşılması sırasında bir AJAN- DEVLETE ve olası bir Türk kıpırdanmasını bastıracak jandarmaya olan ihtiyacı örtüşünce; İngiltere Başbakanı Lloyd George, Yunanlıları gözüne kestirmiş, kanlı ve uzun bir savaşa yol açacak düşüncesini açıklamıştı:
“OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN MİRASÇISI YUNANİSTAN’DIR.”
Önceden İtalyanlara vaat edilmiş olan İzmir ve çevresi, Lloyd George’un önerisi ve ABD Başkanı Wilson’un onayı ile avans olarak Yunanlılara verilmişti.
14 Mayıs akşamı İzmir Metropoliti Hıristomos, Efes Kilisesinde Rumlara müjdeyi verdi:
“KARDEŞLERİM, MÜKÂFAT ZAMANI GELMİŞTİR.”
İtilaf devlerince donatılmış Yunan birlikleri, İngiliz donanmasının koruması altında 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmış ve katliama ve Batı Anadolu’yu işgale başlamışlardı.
İzmir’in işgalinden dört gün sonra, Çanakkale Muharebelerinin ünlü Komutanı Mustafa Kemal PAŞA, 9. Ordu Müfettişi olarak, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştı.
KENDİSİNE VERİLEN GÖREV: DOĞU KARADENİZ BÖLGESİNDEKİ ASAYİŞİ SAĞLAMAK VE ERZURUM KOLORDU’SUNDAKİ ASKERLERİN TERHİSİNİ VE SİLAHLARININ TESLİMİNİ SAĞLAMAKTIR.
Ancak Mustafa Kemal Paşa, Padişahı, İstanbul hükümetini ve galip devletlerini şaşırtarak: TÜM MİLLETİ, İŞGALE TEPKİ GÖSTERMEYE ÇAĞIRMIŞTI.
Samsun’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Hükümetin geriye dön çağrılarına uymayıp, MİLLİ MÜCADELENİN; AMACINI, HEDEFLERİNİ VE GEREKÇESİNİ AÇIKLAYAN AMASYA GENELGESİNİ 21-22 HAZİRAN GECESİ YAYIMLAMIŞTIR.
Erzurum’da iken, İngilizlerin baskısıyla Ordu Komutanlığından alınınca, Görevinden ve Askerlikten 8/9 Temmuz 1919 gecesi istifa etmiştir.
Mustafa Kemal, Erzurum Kolordusu Komutanı Kazım Karabekir’in ve Ankara Kolordusu Komutanı Ali Fuat Cebesoy’un da desteğini alınca bir sivil bir vatandaş olarak; GERÇEKLİKTEN UZAKLAŞMADAN, HAYALE KAPILMADAN, BÜYÜK BİR SABIRLA TÜM ANADOLU’YU YURTSEVERLİK VE BAĞIMSIZLIK YOLUNDA TOPLAMAYA KOYULMUŞTUR.
Erzurum Kongresini, daha kapsamlı Sivas kongresi izlemiştir.
Kurulmuş olan Redd-i İlhak ve Müdafa-yı Hukuk Dernekleri, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Derneği” adıyla tüm yurdu kucaklayan tek bir örgüt olarak örgütlenmiştir.
Mustafa Kemal Kongrede seçilen Temsili Heyet (Yönetim kurulu)inin Başkanlığına seçilmiştir.
27 Aralık 1919’da Heyet Ankara’ya gelmiş ve halkın sevinç gösterileriyle karşılanmıştır.
Mustafa Kemal’in başlattığı MÜCADELEYİ hayal hatta çılgınlık olarak görenler az değildir.
“Elde avuçta hiçbir şey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan Ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayan çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu dönemdeki gücü, o da kâğıt üzerinde, 35–40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı zaman içinde 400.000 kişiyi bulacaktır.
Yoksul, bitik, harabe Anadolu, 400.000 işgalciyi ve on binlerce silahlı silahsız haini yenmeyi başaracaktır.”
Sivas Kongresinde alınan karar üzerine İstanbul hükümeti, İngilizlerin de İzniyle Osmanlı meclisi için seçim yapılmasını kabul etmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları da Milletvekili seçilmişlerdi.
12 OCAK 1920’de Osmanlı Meclisi Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen İstanbul’da toplanmış, ESASLARI ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ İLE ANKARA’DA BELİRLENEN MİSAK-I MİLLİ (MİLLİ ANT)Yİ 27 OCAKTA KABUL VE İLAN ETMİŞTİR.
Misak-ı Milli’nin özü şudur: “BÖLÜNMEZ, BAĞIMSIZ HÜR VE ÇAĞDAŞ TÜRKİYE”
Meclisin toplanmasına karşı olmayan işgalcileri bu karar rahatsız etmiştir.
İşgalci güçler, Ankara’ya ve halka gözdağı vermek üzere, 16 Mart'ta İstanbul’u resmen işgal ettiler ve yönetime el koydular.
Birçok MİLLİYETÇİYİ tutukladılar. Anadolu Hareketine yardım edenlerin idam edileceklerini gazete ve duvar ilanları ile duyurdular.
Meclisi sarıp; Rauf Orbay ve Kara Vasıf gibi kimi milletvekillerini götürdüler. Bazı Milletvekillerini, Komutanları ve Yazarları tutukladılar, birçoğunu Malta’ya sürdüler.
Mustafa Kemal, işgale misilleme olarak, başta Albay Ralinson olmak üzere, o sırada Anadolu’da bulunan İngiliz askerlerini tutuklatmıştır.
Milli kuverler de harekete geçerek İngiliz birliklerini Eskişehir’i boşaltmak zorunda bıraktılar. Demiryoluna el koydular. İngiliz birlikleri İstanbul ile Anadolu arasındaki tek geçit olan GEYVE BOĞAZINI bırakarak İzmit’e çekildiler.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI:
          16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletlerince “Geçici” kaydıyla işgali, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması, aydınların ve milletvekillerinin tutuklanması, Osmanlı Devletinin sona erdiğini gösteriyordu.
ÇÜNKÜ İCRA GÜCÜ SİYASİ ESARET ALTINA ALINMIŞ, HERKESİN YABANCI YASALARA GÖRE YARGILANACAĞI BELİRTİLMİŞ, TÜM İLETİŞİM ARAÇLARI DENETİM ALTINA GİRMİŞ, HALKIN SESİNİ DUYURABİLECEK ÖRGÜTLER YOK EDİLMİŞTİR. İTİLAF DEVLETLERİNİN GÖRÜŞLERİNE AYKIRI SÖZ SÖYLEMEK SUÇ SAYILMIŞTIR.
          Uzun yıllardan beri Ulusal Egemenliğe dayalı bir Devlet kurmayı düşünen Mustafa Kemal, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve TÜRK ULUSUNUN HAKLARINI VE VARLIĞINI KORUMAYA KARAR VERDİ. Öncelikle Kuracağı Devletin temel organlarını oluşturacak yeni MECLİSİN toplanmasını sağlayacak çalışmaları başlattı.    
          Mustafa Kemal, Osmanlı Meclisi Mebusan’ının artık sona erdiği kanısında idi. Yeni yapılacak seçimlerle KURUCU NİTELİKTE BİR MECLİS toplanmalı idi. Çünkü fiilen ortadan kalkmış Osmanlı Devletinin Parlamentosundan da söz edilemezdi.
          Kurucu Meclis yolu ile YENİ DEVLETİN temelleri atılmalıydı. Ancak çok kişi de bu düşünceye karşı idi. Onlar Osmanlı Parlamentosunun Ankara’da toplanmasını istiyorlardı. Böylece OSMANLI DÜZENİ de sürecekti. Oysa M. Kemal buna karşı idi. Bu durumda Padişahın Ve Hükümetinin MECLİS üzerinde etkisi kaçınılmazdı. Ayrıca Mustafa Kemal İstanbul’da toplanan Meclisin Padişaha yaranmak için yaptıklarını da unutmamıştı. 
      Osmanlı Meclisi Ankara’da toplanınca teknik bakımından Padişahın ve Hükümetin de Ankara’ya gelmesi gerekirdi. Oysa ikisi de bu niyette değillerdi. Bu da Mustafa Kemal’in işlerini bir ölçüde kolaylaştırıyordu.
          Sonunda çözüm bulundu. Ülkenin, mümkün olan yerlerinde yeniden seçimler yapıldı. Yeni seçilen Milletvekilleri ile Osmanlı Meclisinin Ankara’ya gelen üyeleri birleştiler ve “OLAĞAN ÜSTÜ YETKİLERLE DONATILMIŞ BİR MECLİS” sıfatıyla 23 Nisan 1920’de Toplandılar. Meclis ilk toplantısında adını koydu: “TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ” Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal’i seçti ve hemen çalışmalarına başladı.
          Bu olayın hukuksal ve siyasal önemi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile “DIŞA KARŞI SAVAŞI VE OSMANLI DÜZENİNE KARŞI İHTİLALİ” yönetecek, yepyeni bir DEVLET kurulmuş oluyordu.
          Mondros ateşkesinden itibaren Osmanlı Devleti eylemsel bakımdan ortadan kalktığından, şimdi bu boşluk, TBMM ile doldurulmuştu. Her ne kadar, Meclis içinde ve dışında bulunan kimi çevreleri ürkütmemek için amacın; ”TEHLİKEDE BULUNAN PADİŞAHI (HALİFEYİ) KURTARMAK” olduğu ileri sürülmüşse de yapılan işle aslında yeni bir devlet kurulmuştur.
Meclis ilk günlerinde çok önemli şu kararları almıştır:
1.     Mecliste toplanan ulusal iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır.
2.     TBMM’nin üstünde bir güç yoktur.
3.     TBMM yasama ve yürütme yetkisini kendisinde toplamıştır.
4.     Meclisten ayrılacak bir kurul, Meclisin Vekili olarak hükümet işlerini yürütür.
5.     Meclis Başkanı bu gücün de başıdır.
6. Padişah ve Halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği esaslar içinde yerini alır.

Yalnızca bu kararlar bile TBMM ile yeni bir devletin kurulduğunu göstermektedir. TBMM, Padişah ve Halifenin üzerindedir. Saltanat ve Halifelik durumunu meclis düzenleyecektir. İstanbul’daki Hükümet artık tanınmamaktadır; çünkü Meclis kendi gücünü kullanmaktadır.
          TBMM ile çok önemli iki temel atılmıştır:
1.     Ulusun egemenliğine kesinlikle sahip çıkılması. Ulusun Egemenliğini eline alması ve sahip çıkması.
2.     TBMM’nin Türk Ulusunu temsil etmesidir.
Adının başındaki Türk kelimesi devlet yaşamında ilk kez kullanılmaktadır.
Osmanlı Anayasasında: Devlet; Osmanlıdır. Saltanat; Osmanlıdır. Ülke; Osmanlıdır. Uyruklar; Osmanlıdır. Oysa yeni açılan dönemde, “Türklük”, “Osmanlılığın” üzerine çıkartılmaktadır.
                 Türk tarihinde Ulusun doğrudan doğruya egemenliğini ele alışını sağlayan bu olay başlı başına bir DEVRİMDİR.
                 3 Mayıs 1920’de ilk TBMM Hükümeti (İcra Vekilleri Heyeti) kuruldu.
11 kişilik bir kurul İlk Bakanlar Kurulu üyelerinin adları: Dışişleri vekili; Bekir SAMİ, Milli Savunma FEVZİ,  Adalet; Celaletin ARİF,  Din işleri; Mustafa FEHMİ, Sağlık Dr. ADNAN, Bayındırlık; İsmail FAZIL, Ticaret; Yusuf KEMAL, Genel Kurmay Başkanı; İsmet, Maliye; Behiç, Eğitim RIZA NUR Beyler. Bakanlar Kuruluna ise Meclis Başkanı Mustafa Kemal başkanlık edecekti.
          TBMM’ne hem İtilaf devletleri, hem Yunanlılar, hem de Damat Ferit Hükümeti olumsuz tepkiler göstermişlerdir.
  1. Padişah, 11 Nisan 1920’de; Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan, Milli Hareket aleyhine aldığı fetvaya dayanarak, Harp Divanı’nında, 11 Mayıs 1920’de, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkûm ettirdi.
Ayrıca Anadolu’daki ayaklanmalar yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
  1. Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Ege’de hızla ilerlemeye başladılar, kışkırtmalar sonucunda da Anadolu’nun birçok yerinde ayaklanmalar çıktı.
  2. İtilaf Devletleri de bir an önce barış antlaşmasını sonuçlandırma çabalarına yöneldiler. (Bir an önce Sevr Barış Antlaşmasını yürürlüğe koymaya çalışacaklardır.)
          TBMM böylece üç düşmanla birlikte mücadele etmek zorunda kaldı.

          Yunanlıların 22 Haziran 1920’de başlattıkları taarruz karşısında Kuvayı Milliye birlikleri yetersiz kaldı. 30 Haziran’da Balıkesir, 2 Temmuz’da Bandırma, Kırmasti ve Gönen; 8 Temmuz’da Bursa, 20 Temmuz’da Tekirdağ, 25 Temmuz’da Edirne Yunanlılarca işgal edildi, yani İstanbul çevresi bir ayda Yunan denetimine geçmiş oldu.
          Bu gelişmeler üzerine TBMM’de yapılan tartışmalar sonucunda; Ordunun yeni baştan kurulması ve Mücadelenin ordu ile yürütülmesi kararlaştırıldı.
          Artılık kurtuluş savaşı, düzensiz direniş güçleri ile değil, Ulusal Ordu ile sürdürülecektir. Ve bu çok önemli bir aşamadır.
          TBMM’nin hükümet kurması, Devlet Başkanlığı sorununu ortaya çıkardı. Meclis Padişahın üzerinde idi. Ancak Padişahın tanınmadığı açıkça bildirilmemişti. Bu durumda Devlet Başkanı kim olacaktı? Mustafa Kemal bunun da çaresini buldu. Mademki TBMM Padişahın da üstündeydi, Devletin Başkanı Meclisin kendisi olacaktı. Mustafa Kemal, Meclisin ve hükümetin başı olarak, doğal biçimde “Devlet Başkanı” gibi göründü.

          Millet Egemenliği:
            Mustafa Kemal Paşa; Türk Ulusunun 1919’da başlattığı Bağımsızlık Savaşını, Türk Milliyetçiliğinden ve “Milli Egemenlik” ilkesinden, güç alarak yönetmiş; çöken Osmanlı Devletinin enkazı üstünde dipdiri, bir Türk Devletini; Türkiye Cumhuriyeti’ni aynı ilkeye dayanarak kurmuştur.
        “Milli Egemenlik” ilkesi, Türk Tarihine ve devlet yapısına ilk kez, Mustafa Kemalle birlikte girmiş ve yerleşmiştir.      
        Devletin Egemenliği ve Devlet içinde egemenlik:
       Dilimizde ”Hâkimiyet” sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılan ”egemenlik”; hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder.
       Egemen bir güç; kendi yetki alanında, herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan güç demektir.
         Egemenlik sözcüğünün iki değişik tarzda kullanıldığını açıklığa kavuşturmak gerekir:
          “Devletin egemenliği” ile “Devlet içinde egemenlik”
          “Devletin Egemenliği”; bir Uluslar ararsı hukuk konusudur. Bir devletin egemen olması; o devletin kendisi dışında bir güce sahip olmaması ya da dayanmaması demektir.
          “Devlet içinde egemenlik” İse; devletinin gücünün nereden kaynaklandığı, bu güce kimin sahip bulunduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağıdır.
          Devlet içinde egemenliğin bir kişiye, bir hanedana mı; bir zümreye mi; yoksa ulusa mı ait olacağı sorunu uluslararası hukuka değil; iç kamu hukuku ile, Anayasa hukukuyla ilgili bir konudur.
          Millet egemenliği ilkesini, Mustafa Kemal, yerine ve zamanına göre, hem Türk Devletini parçalamak ve ulusumuzu köleleştirmek isteyen dış düşmanlara karşı, güçlü bir silah olarak değerlendirmiş, hem de Padişaha ve hükümetine karşı kullanmıştır.
          TBMM’nin ve Mustafa Kemal’in Milli Siyaseti:
          Milli Siyaseti; 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal şu şekilde açıklamıştır:
       “Ulusumuzun güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi için; devletin bütünüyle ulusal bir siyaset gütmesi ve iç örgütlerimizle tam uyumlu ve dayalı olması gerekir.” Ulusal siyaset demekle anlatmak istediğim şudur: 'Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, varlığımızı koruyup, ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak, Uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.'”
          Mustafa Kemal’in bu sözlerinde; ne Osmanlı İmparatorluğunun yükselme döneminin, İHTİRASLARI ne çöküntü döneminin ezilmişliğinin KOMPLEKSLERİ ve EZİLMİŞLİĞİ ne de İttihat ve Terakkinin hayalciliği vardır.
          Hak ve adalete dayanan, gerçekçi, insancıl barışçı bir politikanın esasları görülmektedir.
          TBMM’nin Yapısı:
       TBMM: İstanbul’dan gelebilen Meclis-i Mebusan üyeleri ile yeniden Milletvekili seçilenlerden oluşmuştu. TBMM üye sayısı 388 ya da 390 kişidir. Bu üyelerin 233’ü Asker, memur ve diğer aydınlardan oluşmuştu. 47 din adamı, diğerleri ise; çiftçi tüccar, aşiret başkanları gibi kişilerdi.(Asker; 54)
Ulusal Devlete Karşı doğan tepkiler:
          Meclisi Mebusan’ın Misak-ı Milli’yi kabulünden bir süre sonra, 3 Mart 1920’de Ali Rıza Kabinesi çekilmiş, Salih paşa’nın kurduğu Kabine de İstanbul’un işgali üzerine istifa edince, 5 Nisan 1920’de Damat Ferit Paşa Osmanlı Hükümeti’nin başına geçmişti.
         Heyeti Temsiliye buyruğu ile seçimlerin yapılması ve Ankara’da TBMM’nin toplanma hazırlıklarının başlaması Vahdettin’in yönünü iyice belli etti. Toplanacak Meclisin yeni bir devlet kuracağını ve kendisinin otoritesinin yok olacağını anlamıştı. 
           Öncelikle Meclisin toplanmasını önlemeye çalıştı. 
          11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları için bir fetva alındı. Fetvada “ Bu hainlerin”, Devlete ayaklandığı, böylece öldürülmelerinin dini kurallara uygun olduğu yazılı idi. Bu fetva, çoğaltılarak tüm yurda yayıldı. Bu fetvaların dağıtılmasında İngiliz ve Yunan uçakları da kullanıldı. Amaç; halkı meclisin açılmasına karşı kışkırtmaktı. Meclis açılınca da tepki daha da büyüdü. Tepki İstanbul’dan geliyordu. Çünkü artık ihtilal fiilen başlamıştı.
         Padişah ulusal devleti yok etmek için her çareye başvuracaktı. Çünkü ona göre bu hükümet hukuki değildi. Bu yolda ona en büyük yardımı da İşgal devletleri yapmıştır.
          TBMM’NİN 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını; kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırıyordu.
23 Nisan 1920’de; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya (Saltanattan, Ulus’a) geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu.
Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak, tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’  önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi.
          Meclisin kurucusu Mustafa Kemal, bu olayı; “23 Nisan 1923 Türkiye Milli Tarihi’nin başlangıcı yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir husumet dünyasına karşı, ayaklanan Türkiye Halkının TBMM’Nİ vücuda getirmek, hususunda gösterdiği mucizeyi ifade eder” sözleriyle değerlendirerek, ‘MECLİSİ ULUSAL İRADENİN’ eseri olarak göstermiştir.
TBMM’si ile oluşturulan Ulus Egemenliği ile Kurtuluş Savaşı kazanılacak, Emperyalizm ve Hıristiyanlık yenilecek, Megalı İdea ortadan kaldırılacak, Sevr Antlaşması yok edilecek, Batı Anadolu ve Trakya işgalden kurtarılacak, Doğu Sorunu çözülecek, Saltanat ve Halifelik kaldırılacak, Lozan Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı hesapları ve yüzlerce yıllık sorunlar çözülecek, Misak-ı Milli esasları yaşama geçirilecek ve Yeni Türk Devleti Dünyaya tanıtılacaktır.
Gerçekleştirilen Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Çağdaş Dünyadaki yerini alacaktır. Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşma yoluna koyulacaktır.
Mustafa Kemal’in hedeflediği DÜZENİ: “Milli Egemenlik ve Bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, Milliyetçi, Laik, Halkçı, Demokratik Parlamenter Sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde Devrimci, tüm Dünya Uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, Haklar, Hürriyetler ve Kalkınma düzenini” kurma çabasına girilecektir.
Türk Devrimi’nin genel Amacı: “Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’da yerini alması” GERÇEKLEŞTİRİLECEKTİR.


KAYNAKLAR:
Prof.Dr. Ahmet MUMCU- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Lord KİNROSS- ATATÜRK
TURGUT ÖZAKMAN- ŞU ÇILGIN TÜRKLER

11 Nisan 2012 Çarşamba

103- SURİYE GERÇEĞİVE TÜRKİYE!


AHMET AVCI
İZMİR- 10 NİSAN 2012

SURİYE GERÇEĞİ VE TÜRKİYE

 “HARP, HAYATİ VE ZARURİ OLMALIDIR. MİLLETİN HAYATI, TEHLİKEYE GİRMEDİKÇE, SAVAŞ CİNAYETTİR.”
                                                        MUSTAFA KEMAL ATATÜTK


       Arap Baharı ile başlayan gelişmeler sürecinde, Suriye gerçeği ve Türkiye’yi anlatmaya çalışacağım.
       Tüm açıklılıkla ve kaygılarımla belirtmeliyim ki; bugünlerde; ÜLKEMİZİN KADERİNİ BELİRLEYECEK BİR TARİH YAZILMAKTADIR…
Ve ne yazık ki Türk Halkı da bu süreçte olanları kayıtsızlıkla izlemektedir…
Halkımın duyarlı ve aydın Atatürkçülerine hitap ederken bu gerçeğin altını özellikle çizmek istiyorum…
       Bu konferans görevini aldığımda, eski günlere dalıp gittim. Emekli bir asker olarak, bu günlerde Suriye ile birlikte anılan; HATAY’A, Reyhanlı’ya, Altınözü’ne ve KİLİS’E takılıp kaldım.
       Urfa AKÇAKALE Hudut Bölük Komutanı olarak, Suriye Sınırının 62 km’lik bölümünde, Antakya Hudut Tabur Komutanı olarak da; 144 km’lik bölümünde sorumluluk almıştım…
Kilis İl Jandarma Komutanı olarak da tüm il bölgesinde sorumluluk taşımıştım…
Suriye Hudut Makamları ile sürdürülen görüşmelere de katılmıştım.
Geçmiş bilgi ve algılarıma da dayanarak, önce Suriye’yi anlatmaya çalışacağım.

Suriye Arap Cumhuriyeti, 1 OCAK 1944 tarihinde bağımsızlığını kazanmıştır.  İlk Cumhurbaşkanı Türk asıllı Sükri el-Kuvveti’dir.
Başkenti ŞAM olup, nüfusu 24 milyon kadardır.
Nüfusunun, % 88 Arap % 6 Kürt, % 2,8 Ermeni, % 1 Türk, % 1 Rum. Kalan nüfusu Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Çerkezler ve Yahudiler den oluşur.
Türkiye’nin güney komşusu olan, Suriye ile sınırının uzunluğu 911 km’dir.
Bağımsızlık sonrası Suriye bir darbeler ülkesi olmuş ve Ülke hep istikrarsızlık içinde bocalamıştır.
1967 Arap – İsrail Savası sırasında, Suriye’nin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Savunma Bakanı olan Nusayri asıllı Hafız Esad, 23 Kasım 1970′te gerçekleştirdiği darbeyle yönetimi ele geçirmiştir.
Ülke 1970′ten buyana Hafız Esad ailesinin yönetimi altındadır.
Dış problemleri: Filistin topraklarını işgali altında tutan İsrail, 1967 savasında Suriye’nin Golan tepelerini de işgal etmiştir. Suriye’nin İsrail’le bu işgalden kaynaklanan bir Problemi bulunmaktadır. Suriye Golan tepelerini İsrail’den geri istemektedir.
İç problemleri: Suriye’nin en önemli iç sorunu ülkedeki İslâmi Cemaatlere yönelik baskıdan kaynaklanmaktadır.
BUGÜNKÜ SURİYE GERÇEĞİ:
2010 yılı Aralık ayında başlayan, 2011 yılında hız kazanan ve günümüze kadar süregelen, Arap ülkelerindeki gelişmelere ARAP BAHARI denilmektedir.
18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan protestolar; Cezayir, Libya, Ürdün, Tunus, Moritanya, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Filistin, Fas’ta devam etmiştir.
Demokratikleşme,  İşsizlik,  ekonomik sıkıntılar, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü KISITLAMALARI, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorunlar ileri sürülerek başlatılan Protestolar, Tunus, Mısır ve Libya’da başarı sağlamıştır.

SURİYE OLAYLARI

1970 yılında iktidara gelen Hafız Esad,  10 Haziran 2000’de ölünce; İktidar, Oğlu Beşar Esad'a geçmiştir.
Beşar Esad 12 yıldır iktidarda bulunmaktadır.
Ülke'de yaklaşık 40 yıldır uygulanan Olağanüstü Hal, ancak Nisan 2011 sonlarında kaldırılmıştır.

OLAYLARIN GELİŞİMİ: Suriye’de Ayaklanma; 28 Ocak, 2011’de Ali AKLEH’İN Kendisini yakmasıyla başlamıştır.

Protestoların artması ve Yönetimin sert önlemler almasıyla, kan akmaya başlamıştır. Nisan 2011’de de Türkiye’ye Mülteci akını başlamıştır.
Türkiye, “SURİYE’DEKİ GELİŞMELERİ, KENDİ İÇ SORUNU OLARAK, GÖRDÜĞÜNÜ AÇIKLAMIŞ, MUHALEFETİN İSTEKLERİNİN DİKKATE ALINMASINI” Şam yönetiminden istemiştir. Sonuç alınamayınca da konu; NATO ve Birleşmiş Milletler Gündemine taşınmıştır.
Esad Yönetimi, belli ölçüde reform yapsa da muhalefeti ve onu destekleyenleri tatmin edememiştir.
Ve ülkede kan akmaya devam etmiştir.
Suriye Ordusundan kaçan askerler, ÖZGÜR Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla karşı bir ordu oluşturarak, Suriye Muhalefetinin yanında yer almışlardır.
2 Mart 2012’de AB Devlet ve Hükümet başkanları, Suriye’de muhaliflerin kurduğu “SURİYE ULUSAL KONSEYİ”Nİ  (SUK) Suriyelilerin meşru temsilcisi olarak tanımışlardır.
Türkiye, daha gelişmelerin başlangıcında; tavrını ortaya koymuş; “MUHALEFET’İN İSTEKLERİNİN KABULÜNÜ YA DA İKTİDARIN BIRAKILMASINI” istemiştir. Ülkemize sığınan MÜLTECİLERE de yardım için kamplar kurmuştur.
TÜRK Dışişleri Bakanlığı, olumsuz gelişmeler üzerine, Suriye'deki “Türk Büyükelçiliği’nin 22 Mart itibarıyla kapatılacağını” bildirmiştir.
Açıklamada, Suriye'deki Türklere “YURDA DÖNMELERİ ÇAĞRISI”  da yapılmıştır.
Dışişleri açıklamasında, “Şam'daki Büyükelçilik hizmetlerinin 22 Mart 17.00'den itibaren durdurulacağı, hizmetlerin Halep Konsolosluğu tarafından yürütüleceği” bildirilmiştir.
27 Mart’ta; Suriye, Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın barış planını kabul etti.
BM GÜVENLİK KONSEYİ'NİN DE BİR AÇIKLAMAYLA DESTEK VERDİĞİ ALTI KADEMELİ PLANDA ŞU DETAYLAR YER ALDI:
1. Suriye yönetimi, "halkın meşru istek ve kaygılarına yanıt vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı siyasi süreç” için Annan’la işbirliği içinde çalışmayı taahhüt etmektedir.
2. Suriye, çatışmaları durdurmayı ve insanların yaşadığı bölgelerde görülen askeri hareketliliği ve ağır silahların kullanılmasını derhal durduracağını taahhüt eder. Bu adımlar atılırken Suriye, şiddeti sonlandırmak için BM gözetimi altında Annan’la birlikte çalışacaktır. Annan, muhalefetten de bütün çatışmaların sona erdirilmesi için benzer taahhütler beklemektedir.
3. Suriye insani yardımın iletilmesi ve yaralıların boşaltılması için günlük iki saatlik “insani duraklamayı kabul etmekte ve uygulamaktadır.”
4. Suriye “rastgele tutuklanan kişilerin serbest bırakılma hızını ve kapsamını” ve bu kişilerin tutulduğu yerlerin bir listesini sunmayı taahhüt etmektedir.
5. Suriye ülke genelinde gazeteciler için hareket özgürlüğünü sağlamayı ve “ayrımcı olmayan bir vize politikası uygulamayı” taahhüt etmektedir.
6. Suriye “yasalarca garantilenen çerçevede toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma hakkına saygı duyacağını” taahhüt etmektedir.

5 Nisan’da Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan'ın isteğiyle, gözlemler yapmak üzere Suriye'ye gönderilen öncü heyetin (TÜRK TEMSİLCİSİ YOK) Şam'a vardığı açıklandı. Bu arada, Suriye'nin Uluslararası Kızılhaç Komitesi'nin ülke çapında insani yardımlara başlamasına izin verdiği bildirildi.
Birleşmiş Milletler, ANNAN PLANI’NIN yürürlülüğe konulması için taraflara 10 NİSAN 2012 tarihine kadar süre verdi.
Suriye; ANNAN planının uygulanmasının kabulü için: MUHALİFLERDEN, TÜRKİYE’DEN, SUUDİ ARABİSTAN VE KATAR’DAN YAZILI GÜVENCE İSTEMİŞTİR. (basın)
Son alınan haberlerden, çatışmaların sürdüğü, ANNAN PLANI’NIN işlerlik kazanmadığı, TÜRKİYE’YE doğru Mülteci akını olduğu ve sığınmacılar sayısının 30 000 bini bulduğu öğrenilmiştir.
SURİYE KARŞTLARI:
ABD(İSRAİL), İngiltere ve Fransa; ne pahasına olursa olsun, Suriye’deki Rejimin yıkılmasını, kendi güdümlerinde bir YÖNETİMİN oluşmasını istemektedirler.
   Bu işlevi de KOMŞU Ülkelerin yerine getirmesini beklemektedirler.
Ortadoğu; Emperyalist Devletlerin hep hedefinde olmuştur. Özellikle de PETROL, toplumun yaşamına girdikten sonra.
Winston Churchill, boşuna; ”BİR DAMLA PETROL, BİR DAMLA KANDAN DAHA DEĞERLİDİR” dememiştir…
Batı, petrolü kan değerinde görürken, bizimkiler de, PETROLE; “ARAP YAĞI” demişler, ellerini- ayaklarını yumuşatmak ve tedavi etmek için kullanmışlardır…
   “Arap, yağı çok bulunca, … sürermiş,” deyişi acaba neden söylenmiştir?
TÜRKİYE:
Kim ne derse desin, Türkiye, Suriye ile savaşın eşiğindedir.
Öncelikle şu soruların yanıtını aramalıyız:
1.         Suriye devleti ile devletimiz arasında bir sorun var mıdır?
2.         Suriye Halkı ile halkımız arasında bir sorun var mıdır?
3.         Bu Ülke’den ya da Halkından bize yönelen bir tehdit var mıdır?
4.         Bu savaşı Suriye mi, TÜRKİYE Mİ İSTİYOR?
İlk üç soruya duraksaman, hayır deriz…
Dördüncü sorunun yanıtını da hepimiz biliyoruz: SAVAŞ HEVESLİSİ OLAN DEVLET TÜRKİYE’DİR.
PEKİ, BU SAVAŞ HEVESİ NEDEN?
ABD, İSRAİL ve AVRUPA BİRLİĞİ, BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ’NİN UYGULANMASINI İSTİYOR…
İsrail; kendisine tehdit olarak gördüğü SURİYE YÖNETİMİNİN DEĞİŞMESİNİ İSTİYOR.
(Büyük Ortadoğu Projesi, ABD'nin Batı’da Fas, Doğu’da Moğolistan, Kuzey’de Çeçenistan, Güney’de Yemen'e kadar uzanan bir coğrafyada yer alan ülkelere YÖNELİK SİYASİ, HUKUKİ, BİLGİ/EĞİTİM, EKONOMİ, SOSYAL VE GÜVENLİK boyutlarını içeren kapsamlı bir "İSLAM COĞRAFYASI" DÖNÜŞÜM STRATEJİSİ olup, bu alanlarda uzun vadeli bir değişimi hedeflemektedir. BU PROJE İLE BÖLGEDEKİ 22 ÜLKENİN SINIRLARI DEĞİŞECEKTİR)
BOP uyarınca; Suriye’deki Rejim ve Yönetim değiştirilerek, ülkede DEMOKRATİKLEŞME geçerli kılınmış ve SURİYE MUHALİFLERİ’NİN talepleri karşılanmış olacak.
Ortaya koyabildikleri gerekçe de: ÜLKEDE DEMOKRASİ OLMAYIŞI VE DEMOKRATİKLEŞME TALEBİNDE BULUNAN MUHALİFLERE ŞİDDET UYGULANMASI.
Suriye Muhalifleri kim?
Aralarında birlik bütünlük var mı?
Meşruiyetleri nereden geliyor?
Meşru olsa bile, konu bizi neden bu kadar ilgilendiriyor ki?
Demokratik Yönetimin olmadığı tek ülke SURİYE Mİ?
Suriye’deki Rejimi ve Yönetimi değiştirme yönünde, Türkiye kadar istekli başka bir ülke var mı?
Suriye’de demokratik bir yönetim olmadığı yeni mi ortaya çıktı?
Türkiye’deki iktidarın geçmişte çok yakın dostluklar sergilediği, Suriye yönetimini yok saymasının nedenini biliyor muyuz?
ABD’NİN bile müdahaleye temkinli yaklaştığını, hatta Türkiye gibi hevesli bir Devleti frenlediğini biliyor muz?
Arap Birliği Üyesi ülkelerin de; BEŞAR ESAD’I dışlamayan çözümler aradığını da görmüyor muyuz?
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ ÜYELERİ OLAN, RUSYA VE ÇİN SURİYE MUDAHALESİNE VE YAPTIRIM UYGULANMASINA KARŞI.
HATTA KOMŞUMUZ OLAN VE GÜÇLÜ EKONOMİK BAĞLARIMIZ bulunan İRAN DA KARŞI…
BMGK ve BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULU KARAR ALMADIKÇA MÜDAHALE OLMAYACAĞI DA AÇIKTIR…
Ülkemizin Kurtarıcısı ve Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN ünlü bir deyişi vardır.
Atatürk diyor ki: “HARP HAYATİ VE ZARURİ OLMALIDIR. MİLLETİN HAYATI, TEHLİKEYE GİRMEDİKÇE, SAVAŞ CİNAYETTİR.”
Tüm komşularıyla “sıfır sorun” söylemi ile yola çıkıp, komşularımızla aramızdaki hiçbir sorunu çözemedikleri gibi, yığınla yeni sorunlar yaratanlara, Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü üzerine J. NEHRU’NUN tutuklu bulunduğu cezaevinden kızı İNDRE GANDİ’YE yazdığı mektubu anımsatmak gerek.
NEHRU, mektubunda diyor ki: ATATÜRK, GÜNÜMÜZÜN EN BÜYÜK LİDERİDİR. HER TARAFI DÜŞMANLARLA ÇEVRİLİ, YIKIK BİR İMPARATORLUKTAN, YEPYENİ BİR CUMHURİYET YARATTI. EN ÖNEMLİSİ; SINIRLARINDA HİÇBİR DÜŞMAN ÜLKE BIRAKMADI. DOST DEVLETLERLE ÇEVRİLİ BİR TÜRKİYE BIRAKTI.”
Türkiye; “STRATEJİK DERİNLİK KONSEPTİ” doğrultusunda, ORTADOĞU’DA Liderliğe soyunmuş, ABD’NİN uyarısı üzerine de geri çekilmiş ve onun güdümünde olmayı sürdürmüştür.
Bu gelgitler yüzünden kişilikli bir dış politika da oluşturulamamıştır.
Türkiye, Önce ESAD’I, ABD lehine yola getirmeye kalkışmış, Esad, yanaşmayınca da; SÜNNİ (MÜSLÜMAN KARDEŞLER) ağırlıklı muhalefete yardımcı olmaya çalışmıştır.
Paramparça olan muhalefetin içinde Türkiye’nin destek verdiği grup ta dışlanmış durumdadır.
Türkiye’nin desteği ile kurulan; SURİYE ULUSAL KONSEYİ’NİN DE Suriye sokaklarında karşılığının olmadığı basında yazılmıştır. (Radikal- Fehmi TAŞKENT- 19-03-2012)
Türkiye, ABD’nin “İRAN’I KUŞATMA VE İSRAİLİ DE RAHATLATMA” politikasının BİR PARÇASI OLAN ESAD’I devirme planını OBAMA’NIN (şimdilik) hayır demesi üzerine yürürlüğe koyamamıştır.
ABD, “SURİYEYİ KOMŞULARI HALLETSİN” demektedir.
ÇİN, RUSYA VE İRAN DA ESAD’DA DESTEĞİNİ SÜRDÜRMEKTEDİR.
BM VE ARAP BİRLİĞİ TEMSİLCİSİ KOFİ ANNAN, SURİYE’DE; "ESAD REJİMİ İLE MUHALEFETİ EŞİT GÖREN” KARARI, BMGK’DEN OY BİRLİĞİ İLE ÇIKARTMIŞTIR.
Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî, Arap Birliği’nin Beşar Esad’ın ‘ÇEKİLMESİNİ İSTEMEYECEĞİNİ’ resmen açıklamıştır.” (hürriyet.com.tr- 26.03.2012)
TÜM BUNLAR, TÜRKİYENİN “ESAD’SIZ SURİYE HAYALLERİNE” açıkça vurulan darbelerdir.
Türkiye, Esad rejimini yıkmaya yelteniyor, ama ne “stratejik müttefiki” ABD’den DESTEK bulabiliyor, ne de komşularından.
Arap Birliği de Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunu bir “OYUN” olarak görmektedir.
BAŞLARINA YENİ BİR EFENDİ İSTEMEMEKTEDİRLER.
Petrol tedarikçimiz Rusya ve İran da bizi mercek altına almış durumdadır. Füze Kalkanı’na kucak açılması, Esad Rejimi’nin yıkılmasına açıkça taraf olunması, bu iki ülkeyi zaten Türkiye’ye karşı hasım hale getirmiştir.
Dünyanın müstakbel emperyal devleti Çin de 20-25 yıllık petrol gereksinimini garanti altına alabilmek için İran’la yakınlaşmıştır.

Emperyalizme karşı verdiği savaş sonucu bağımsızlığını kazanan ilk devlet olan Türkiye’nin Emperyalist devletlerle işbirliği yaparak, başka bağımsız devletlin iç işlerine; HAÇLI ZİHNİYETİNE YARDIMCI OLARAK, karışması akıl alacak bir iş değildir.
“YURTTA BARIŞ; DÜNYADA BARIŞ” ilkesine eksiksiz uyan ve uygulayan, Mustafa Kemal ATATÜRK, 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, (FRANSIZ MANDASI) Suriye’nin  Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, Suriye’nin BAĞIMSIZLIĞI yolunda ASKER göndererek,  yardım vaat etmiştir. Bakınız ATATÜRK ne diyor: “Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri,  30/120-122)
Bugün; Atatürk’ün tespit ve temennisinin tam aksi bir niyet ve amaçla Türkiye, Suriye’ye girmek istiyor.
Emperyalist devletler, geçmişte, “ADAM ETMEK, KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMEK, İNSAN HAKLARI İHLALLERİNİ ÖNLEMEK” BAHANESİNİ İLERİ SÜREREK ASKERİ GÜÇ KULLANIRKEN NE YAZIK Kİ GÜNÜMÜZDE DE “DEMOKRASİ GETİRMEK ve ÖZGÜRLEŞTİRMEK” BAHANESİ İLE ASKERİ GÜÇ KULLANMAKTADIR…
Bu “DEMOKRASİ GETİRME VE ÖZGÜRLEŞTİRME” HAREKÂTININ NASIL BİR ŞEY OLDUĞUNU GÜNÜMÜZDE ÖZELLİKLE IRAK ÖRNEĞİNDE YAŞAYARAK GÖRDÜK…
IRAKTA; DİKTACI DENİLEN YÖNETİM KADROSU GİTTİ, AMA ÜLKE ÜÇE BÖLÜNDÜ. BİR MİLYONDAN FAZLA SİVİL ÖLDÜ. MİLYONCA KİŞİ YERİNDEN YURDUNDAN OLDU… YÜZBİNLERCE IRAKLI KADININ IRZINA GEÇİLDİ. ÜLKENİN YER ÜSTÜ VE YER ALTI KAYNAKLARINA EL KONULDU…
MISIR, TUNUS ve LİBYA’DA OLANLARI ANLATMAYA GEREK YOK…
DEMOKRASİ GELDİ Mİ DİYE SORSAK, ANLAŞILIR.
Aslında Emperyalistler için DEMOKRASİ bir bahaneden ibarettir. Önemli olan kendisine bağlı VE ÇIKARLARINI KOLLAYACAK bir yönetim oluşturmaktır.
Asıl olan, egemen emperyalist devletin ÇIKARIDIR. BU ÇIKARI HANGİ YÖNETİM GÜVENCE ALTINA ALACAKSA EN İYİ YÖNETİM DE REJİM DE ODUR…
Emperyalist güçler, her düzende kendine yandaş bulur, ama yandaş olmak o devlete her zaman yarar sağlar mı o kuşkuludur.
Suriye konusunda; ABD yanında hareket eden Türkiye’ye, İRAN’IN bakışını burada vurgulamayı gerekli görüyorum:
İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanvekili Muhammed Kevseri İstanbul’da düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısını değerlendirirken “TÜRKİYE EMPERYALİZMİN TAŞERONU OLDU” demiştir.
İran Meclisi Başkanı Ali Laricani, ise kurulda İstanbul’da yapılan konferansın “İSRAİL’E YENİ BİR NEFES ALDIRMAK İÇİN YAPILDIĞINI söylemiştir.
İran basını, “TÜRKİYE’YE ASLA GÜVEN OLMAZ. ÇÜNKÜ SÖZLERİNDE DURMUYORLAR” diye yazmıştır…
Komşuları tarafından “EMPERYALİZMİN TAŞERONU” olmakla suçlanmak, komşuları açısından “ASLA GÜVENİLMEZ BİR ÜLKE” olarak görülmek, komşuları tarafından İSRAİL’İ KORUYAN BİR ÜLKE OLARAK tanımlanmak, ülkemize yakışmamaktadır.
Artık biliyoruz ki: ABD, BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİNİ YÜRÜRLÜĞE KOYMUŞTUR.
Ne yazık ki bu uygulamayı da taşeronlar eliyle yürütmeye çalışmaktadır.
Ülkemizi de İÇİNE ALAN VE BİR BÖLME VE PARÇALAMA PROJESİ OLAN “BOP”UN EŞBAŞKANI DA BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’DIR.
VE YİNE NE YAZIK Kİ, BU PROJENİN DİĞER EŞBAŞKANLARININ DA KİMLER OLDUĞUNU BİLMİYORUZ.
ABD’NİN TEŞVİK YA DA İZNİYLE SURİYE’YE YÖNELECEK BİR ASKERİ MÜDAHALE’NİN Türkiye’ye ne yarar getireceğini bilemiyoruz. Ancak ülkemize vereceği zararları kestirmek hiç te zor değil.
Suriye’ye yönelik müdahaleden Türkiye’nin uzak durmasını gerektiren OLGULAR şöyle sıralanabilir: (KARDRİ GÜRSEL-MİLLİYET)
1.  ABD’nin de Türkiye’nin de Suriye’ye müdahale doğrultusunda bir planı yoktur. Çünkü rejim yıkılsa da yerine konulabilecek alternatif oluşmamıştır. Suriye’de tutarlı ve dünyaya güven veren bir muhalefet ortaya çıkmamıştır.
2.  Sünnileri, rejimin katliamlarından korumak için bir tampon bölge oluşturmak amacıyla Suriye’ye asker sokmak, bu ülkenin din, mezhep ve ETNİK KİMLİK ekseninde fiilen bölünmesinden, diğer ifadeyle “Lübnanlaşmasından” başka bir sonuç doğurmayacaktır. Kaldı ki o tampon bölgenin sınırlarının neye göre çizileceği bilinmemektedir.
3.  Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kayıtlarındaki silah ve teçhizat, bu tür bir asimetrik müdahaleyi mümkün olan en az sivil kaybıyla kotarmaya yetecek sayı ve nitelikte değildir. Bu silah ve teçhizatın Batılı müttefiklerden müdahale ortamında acilen tedariki, istismara açık bazı ahlaki sorunlar doğuracaktır.
4.  Türkiye enerjide Suriye’nin stratejik müttefikleri Rusya ve İran’a bağımlıdır. Doğal gaz akışının, Suriye’ye bir müdahale gerçekleştiğinde Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanılmayacağını kimse garanti edemez.
5.  Kürt sorunu Türkiye’nin “Aşil Topuğu”dur, açık yarasıdır. Türkiye’nin Suriye’deki muhalefeti desteklemesinin sonucunda, Baas rejiminin de PKK’ya üstü örtülü destek vermeye başladığı yolunda doğruluğundan kuşku duyulmayan haberler gelmektedir. Bir müdahale söz konusu olursa yalnızca Baas unsurlarının değil, İran’ın da Türkiye’nin açık yarasına parmak sokması beklenmektedir.
6.  Suriye’ye asker sokmak, Ankara açısından “Kürt sorununun” uluslar arası bir sorun haline gelmesi riskini de içermektedir.
7.  Savaş parasız olmaz. Bir savaş elbette ki Türkiye’nin bütçesine büyük yükler bindirecek. Baharda müdahale demek, en azından turizm sezonunun başlamadan bitmesi demektir. PKK’nın da Türk turizm endüstrisini tehdit ettiğini unutmayalım.
8.  Türkiye, iktidar tarafından kutuplaştırılmış ve manen bölünmüş bir ülkedir. Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-İslamcı ekseninde parçalanmış bir kamuoyundan, gereksiz bir savaşta birlik-beraberlikçi reaksiyon göstermesini beklemek mümkün değildir. Tabii bu gereksiz savaş muhalefeti daha da ezmenin, basını daha da susturmanın gerekçesi olmayacaksa...
9.  Baharla birlikte İran’ın nükleer tesislerine bir İsrail saldırısının düzenlenme olasılığı yüksektir. Bu olasılık, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesinin paralelinde gerçekleşirse, ortaya çıkacak “İRAN-SURİYE EKSENİNE KARŞI TÜRKİYE-İSRAİL İTTİFAKI” tablosu, herhalde en çok İsrail karşıtı AKP yandaşlarını üzecektir.
10.  Türkiye, Suriye’yle ilgili olarak “Bütün seçenekler masada” diyor; bir müdahalenin ise bölge ülkeleri tarafından yapılmasını doğru buluyor. Türkiye bir bölge ülkesi ama Arap değil. Gerekçe Sünni kardeşleri kurtarmak bile olsa, Arap Suriye’ye Osmanlı mirasçısı Türkiye’nin girmesi Sünni başkentlerde de tepkiyle karşılanacak ve Ankara’nın bölgeyle ilgili Yeni Osmanlıcı emeller beslediği yolundaki şüpheleri fazlasıyla artıracaktır.

Ayrıca; Generallerinin 1/4′ü tutuklanmış TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’NİN savaş azim ve iradesi darbe almıştır.
1984′ten beri Türk subayı vatan bölünmesin diye her türlü fedakârlığı gösterdi. Şehit de oldu, Gazi de.
Ne yazık ki; Bölücü teröristlerin gizli tanıklığı ile TERÖRİST oldu ve yargılanmakta.
Bir Genelkurmay Başkanı, terör ve çete kurucusu suçlamasıyla yargılanmaktadır.
Suriye müdahalesine karşı; TORUMTAY refleksini gösterebilecek, KOMUTAN var mıdır bilinmez ama; Suriye Savaşına girenlerin benzer uygulama ile karşılaşma kuşkusu hep olacaktır.
Suriye’de başlayacak ULUSLAR ARASI çatışmada; Rusya, İRAN ve hatta ÇİN’İN seyirci kalması beklenemez…
ABD donanması gibi, Rus Donanmasının da Suriye kıyılarında devriye gezdiği sır değildir…
Ermenistan’ın “hak iddia ettiği topraklarımıza saldırmayacağını” kim garanti edebilir!
Güney Kıbrıs’ın durup ve susup bekleyeceğini mi sanıyorsunuz?
Ülkemizde ki BÖLÜCÜ KÜRTLERİN ÖZERKLİK HATTA BAĞIMSIZLIK İLANINA KALKIŞMAYACAĞINI BEKLEYEBİLİR MİYİZ?
YA TOPLUMU DERİNDEN ETKİLEYECEK TERÖR VE SABOTAJ BEKLENTİLERİ…
YARATILACAK EKONOMİK KARGAŞA VE ÇÖKÜNTÜNÜN KORKUNÇLUĞU…
Biliyoruz ki:
Suriye HALLEDİLDİKTEN SONRA; ABD; İsrail, Türkiye, Kürtler ve iç hainlerle işbirliği yaparak, İran’ı vurmak isteyecektir.
Sonra da ABD, İsrail, İran, Irak ve Suriye Kürtleri ve vatan hainlerimiz olan işbirlikçilerle birlikte Türkiye Cumhuriyetini parçalamaya yönelecektir.
ABD ve İşbirlikçilerinin, Milletleri uyandırmamak adına Atatürkçülüğü silmek istemeleri boşuna değildir.
Türkiye’nin; akılcı, gerçekçi ve tam bağımsız bir dış politikayla, devletimizi ve milletimizi belalardan uzak tutmasını bekliyor ve diliyoruz…
Saygılarımla.






Erzincan Askeri lisesinde edebiyat öğretmenim Hüseyin AĞCA'NIN ben onurlandıran YORUMUNU aşağıda sunuyorum:

Muhterem kardeşim,                                                                      
10.04.2012

 Bütün meslek hayatımda vurguladığım ilkelerden biri de şu idi: Gençler size varsa hocalık hakkımı helal etmemin birçok sebebi vardır. Bunların en başında olanı şudur. Bilginiz, iz’an ve idrakiniz, Vatana hizmetteki gayretlerinizle BENİ GEÇERSENİZ, İŞTE OZAMAN SİZE HOCALIK HAKKIMI HELAL DERİM.
YAZINIZI GURURLA, GÖZYAŞLARIMLA OKUDUM.
KEŞKE, SİZİ O ORTAMDA DİNLİYOR OLSAYDIM.
AYAĞA KALKAR HAYKIRIRDIM. İşte ey Aziz Milletim. Artık rahat ölebilirim. Beni geçen bir öğrencim daha karşınızda…
Kutluyor, yanaklarından şefkatle öpüyor, hepinize Aziz Milletimin hizmetinde uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.
Cepheyi terk etmek yok.
Ağca



Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar