24 Nisan 2011 Pazar

59- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN AÇILIŞI

AHMET AVCI
23 NİSAN 2011- İZMİR


TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILIŞI
23 NİSAN 1920

19 MAYIS 1919’da Mustafa KEMAL PAŞA tarafında başlatılan Milli Mücadele, TBMM’NİN 23 NİSAN 1920’te açılmasıyla yeni bir anlam ve boyut kazanmıştır.
Milli mücadeleyi ne yazık ki bilmiyoruz. Oysa Cumhuriyetimiz, o mücadelenin ürünü ve sonucudur. Yeni devletin kuruluş felsefesini o mücadele belirlemiştir.
Anadolu aydınlanması, Anadolu Birliği ve Yurttaşlık Bilinci, o büyük mücadele ile başlamıştır.
O dönem bilinmeden bugünü anlayamayız, yarını da göremeyiz.
Milli Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşı olduğu anlatılmadığı için de gençlerimiz, başka toplumların kurtuluş savaşına imrendiler. Kendi tarihlerine ve kahramanlarına yabancılaştılar.
Çok net olarak bilmeliyiz ki; milli Mücadelemiz; emperyalizme karşı bir Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşı, Saltanat Düzenine ve anlayışına karşı da bir İhtilaldir.
Türk Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna giden süreci kısaca anımsamakta yarar var diye düşünüyorum…
1914 yılında Başlayan genel savaşta, başlangıçta Osmanlı Devleti, tarafsız kalmaya çalışmış, daha sonra İtilaf ve İttifak Devletleri Bloğuna katılmak istemiş hatta Bulgaristan ve Yunanistan ile birlik olmak istemiş, ancak reddedilmiştir.
Çünkü Osmanlı Devleti, Siyasi, askeri ve ekonomik olarak bir değer ifade etmiyordu.
Almanya, Avrupa’da sıkışınca, Osmanlı’ya vaatlerde bulunarak savaşa girmesini sağladı.
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi üzerine İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener’in yaptığı açıklama: “Türkiye’yi yok edinceye kadar savaşacağız”.
 Çünkü İngiltere, Türkleri izleyecek 300 milyonluk sömürge ülkelerine hükmetmektedir.
Emperyalistler arasında, Osmanlıyı parçalama doğrultusunda 6 gizli anlaşma yapıldığını da biliyoruz…
Osmanlı Birinci Dünya savaşında beş cephede savaşmış, Çanakkale dışında hiçbir varlık gösterememiş, 30 Ekim 1918 tarihinde de yenilgiyi kabul ederek, MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASINI imzalamıştır.
Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile 17. Yüzyıldan buyana hızla gerileyerek yarı sömürge olmuş Osmanlı İmparatorluğu, sembolik bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Türk Ulusu; Birinci Dünya Savaşının sona ermesi ile Bağımsızlığını, Refahını, Ülkülerini ve Ülkesini yitirmiş ve korkunç bir gelecekle baş başa kalmıştı. (vatanlarca toprağını, milyonlarca insanını yitirmiş, Öz Vatanında vatansız kalmıştı.)
Pantürkizm Hazar Kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnızca bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştı.
İttihat ve Terakki yöneticileri Enver, Talat ve Cemal Paşalar yurtdışına kaçmışlardı.
Artık; Osmanlı Devletine ve Türklere karşı Ortaçağın Haçlı anlayışıyla yeniçağın ürünü Emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulanacaktır.
Mondros Mütarekesine dayandırılarak; Osmanlı orduları dağıtılmış, silahlar toplanmış, donanma gözaltına alınmış, haberleşme ve ulaştırma kurumlarına el konulmuş, 337 bin asker terhis edilmiştir.
Gizli anlaşmalara uygun olarak, İtalyanlar, Güneybatı Anadolu’yu, Fransızlar, -Ermenilerle birlikte- Çukurova’yı, İngilizler Musul ve Güneydoğu Anadolu’yu işgal ettiler.
Çanakkale, Mudanya, Samsun ve Merzifon’a İngiliz, Zonguldak ve Doğu Trakya’ya Fransız, Konya’ya da İtalyan birlikleri yerleşmişlerdir.
Ermenilerin yakıp yıktığı Kuzeydoğu Anadolu, yediden Ermenilere açılmıştır. Doğu Karadeniz’de Pontus devletini kurmak için silahlanmış Rum Çeteleri faaliyete geçmişlerdir.
İstanbul İtilaf Devletlerince ortaklaşa işgal edilmiştir.
Ermeni kıyımı yaptıkları ya da İngiliz esirlerine kötü davrandıkları ileri sürülerek, asker sivil birçok yönetici İngilizlerce tutuklanmış ve Malta’ya sürülmüşlerdir.
Gerici Hürriyet ve İtilaf Partisinin yurtdışına sürülmüş ya da kaçmış yöneticileri, KİN VE İKTİDAR ÖZLEMİYLE tutuşmuş halde İstanbul’a geri dönmüşlerdir.
Çeşitli AYRILIKÇI DERNEKLER kurulmuş, kimi aydınlar, birdenbire KÜRT, ÇERKEZ ya ARAP OLDUKLARINI anımsamışlardır.
Kimi ümitsiz aydınlar da, İngiliz, Amerikan mandasını ya da Himayesini arar olmuşlardır.
Bir çöküş ve çözülüş dönemine girilmiştir.
Baştaki Padişah Vahdettin, devletin ve tahtının geleceğini, dönemin süper devleti İngiltere’nin yardımına ve insafına bağlamıştır.
İngiltere Karadeniz Ordusu k. General Milne, Londra’ya şu mesajı yollar: “6. Mehmet, İngilizlerin Türkiye’de idareyi mümkün olduğu kadar süratle eline almasını istiyor.”
Amiral Web’in raporu: “Padişah bizi buraya yerleştirmek istiyor.”
Damat Ferit’in Amiral Calthrope’a söyledikleri: “Padişah’ın ve benim tek ümidimiz, Allahtan sonra İngiltere’dir.”
30 Mart 1919’da Vahdettin, Damat Ferit aracılığıyla, ‘kendi eli yazdığı bir tasarıyı’ İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorepe’a ulaştırmıştır. Yazının özeti: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 15 yıl süreyle İngiliz sömürgesi olması.”
Osmanlı Padişahın kurtuluş reçetesi budur.
Vahdettin, İngiliz sömürgesi olabilmek için her yola başvurmuştur. Ancak aklına; onurlu, başı dik bağımsız bir Türkiye gelmemiştir.
Kimseye güvenemediği için de ablasının kocası Damat Ferit’i Sadrazamlığa getirmiştir.
Yunan ordusunun gelmesi, Ege Rumlarını şımartmıştır. Bin yıllık barış bozulmuş, Ege’de acı ve kanlı bir dönem başlamıştır…
Yunanistan’ın Batı Anadolu üzerindeki emelleri ile İngiltere’nin Yakındoğu petrollerinin ve pazarlarının paylaşılması sırasında bir AJAN- DEVLETE ve olası bir Türk kıpırdanmasını bastıracak jandarmaya olan ihtiyacı örtüşünce İngiltere Başbakanı Lloyd George, Yunanlıları gözüne kestirmiş, kanlı ve uzun bir savaşa yol açacak düşüncesini açıklamııtı:
Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı Yunanistan’dır.”
Önceden İtalyanlara vaat edilmiş olan İzmir ve çevresi, Lloyd George’nun önerisi ve ABD Başkanı Wilson’un onayı ile avans olarak Yunanlılara verilmişti.
14 Mayıs akşamı İzmir Metropoliti Hıristomos, Efes Kilisesinde Rumlara müjdeyi verdi:
“Kardeşlerim, mükâfat zamanı gelmiştir.”
İtilaf devlerince donatılmış Yunan birlikleri, İngiliz donanmasının koruması altında 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmış ve katliama ve Batı Anadolu’yu işgale başlamışlardı.
İzmir’in işgalinden dört gün sonra, Çanakkale Muharebelerinin ünlü Komutanı Mustafa Kemal PAŞA, 9. Ordu Müfettişi olarak, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştı.
Kendisine verilen görev: Doğu Karadeniz Bölgesindeki asayişi sağlamak ve Erzurum Kolordu’sundaki askerlerin terhisini ve silahlarının teslimini sağlamaktır.
Ancak Mustafa Kemal Paşa, Padişahı, İstanbul hükümetini ve galip devletlerini şaşırtarak: Tüm Milleti, işgale tepki göstermeye çağırmıştı.
Samsun’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, Hükümetin geriye dön çağrılarına uymayıp, Milli Mücadelenin; amacını, hedeflerini ve gerekçesini açıklayan AMASYA GENELGESİNİ 21-22 HAZİRAN gecesi yayımlamıştır.
Erzurum’da iken, İngilizlerin baskısıyla Ordu Komutanlığından alınınca, Görevinden ve askerlikten 8/9 Temmuz 1919 gecesi istifa etmiştir.
Mustafa Kemal, Erzurum Kolordusu Komutanı Kazım Karabekir’in ve Ankara Kolordusu Komutanı Ali Fuat Cebesoy’un da desteğini alınca bir sivil bir vatandaş olarak, gerçeklikten uzaklaşmadan, hayale kapılmadan, büyük bir sabırla tüm Anadolu’yu yurtseverlik ve bağımsızlık yolunda toplamaya koyulmuştur.
Erzurum Kongresini, daha kapsamlı Sivas kongresi izlemiştir.
Kurulmuş olan Redd-i İlhak ve Müdafa-yı Hukuk dernekleri, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Derneği” adıyla tüm yurdu kucaklayan tek bir örgüt olarak örgütlenmiştir.
Mustafa Kemal Kongrede seçilen Temsili Heyet (Yönetim kurulu)inin Başkanlığına seçilmiştir.
27 Aralık 1919’da Heyet Ankara’ya gelmiş ve halkın sevinç gösterileriyle karşılanmıştır.
Mustafa Kemal’in başlattığı MÜCADELEYİ hayal hatta çılgınlık olarak görenler az değildir.
“Elde avuçta hiçbir şey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yunan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye girişmeyi çılgınlık sayan çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu dönemdeki gücü, o da kâğıt üzerinde, 35–40 bin kişidir. Oysa Türkiye’deki silahlı işgalcilerin sayısı zaman içinde 400.000 kişiyi bulacaktır.
Yoksul, bitik, harabe Anadolu, 400.000 işgalciyi ve on binlerce silahlı silahsız haini yenmeyi başaracaktır.
Sivas Kongresinde alınan karar üzerine İstanbul hükümeti, İngilizlerin de İzniyle Osmanlı meclisi için seçim yapılmasını kabul etmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları da Milletvekili seçilmişlerdi.
12 OCAK 1920’de Osmanlı Meclisi Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen İstanbul’da toplanmış, Esasları Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Ankara’da belirlenen Misak-ı Milli (MİLLİ ANT)yi 27 Ocakta kabul ve ilan etmiştir.
Misak-ı Milli’nin özü şudur: “Bölünmez, bağımsız hür ve çağdaş Türkiye”
Meclisin toplanmasına karşı olmayan işgalcileri bu karar rahatsız etmiştir.
İşgalci güçler, Ankara’ya ve halka gözdağı vermek üzere, 16 Mart'ta İstanbul’u resmen işgal ettiler ve yönetime el koydular. Birçok milliyetçiyi tutukladılar. Anadolu Hareketine yardım edenlerin idam edileceklerini gazete ve duvar ilanları ile duyurdular. Meclisi sarıp; Rauf Orbay ve Kara Vasıf gibi kimi milletvekillerini götürdüler. Kimi Milletvekillerini, Komutanları ve Yazarları tutukladılar, birçoğunu Malta’ya sürdüler.
Mustafa Kemal, işgale misilleme olarak, başta Albay Ralinson olmak üzere, o sırada Anadolu’da bulunan İngiliz askerlerini tutuklatmıştır.
Milli kuverler de harekete geçerek İngiliz birliklerini Eskişehir’i boşaltmak zorunda bıraktılar. Demiryoluna el koydular. İngiliz birlikleri İstanbul ile Anadolu arasındaki tek geçit olan GEYVE BOĞAZINI bırakarak İzmit’e çekildiler.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI

          16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletlerince “Geçici” kaydıyla işgali, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması, aydınların ve milletvekillerinin tutuklanması, Osmanlı Devletinin sona erdiğini gösteriyordu. Çünkü icra gücü siyasi esaret altına alınmış, herkesin yabancı yasalara göre yargılanacağı belirtilmiş, tüm iletişim araçları denetim altına girmiş, halkın sesini duyurabilecek örgütler iptal edilmiştir. İtilaf Devletlerinin görüşlerine aykırı söz söylemek suç sayılmıştır.
          Uzun yıllardan beri Ulusal Egemenliğe dayalı bir Devlet kurmayı düşünen Mustafa Kemal, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve Türk ulusunun haklarını ve varlığını korumaya karar verdi. Öncelikle Kuracağı Devletin temel organlarını oluşturacak yeni meclisin toplanmasını sağlayacak çalışmaları başlattı.    
          Mustafa Kemal, Osmanlı Meclisi Mebusan’ının artık sona erdiği kanısında idi. Yeni yapılacak seçimlerle kurucu nitelikte bir meclis toplanmalı idi. Çünkü fiilen ortadan kalkmış Osmanlı Devletinin Parlamentosundan da söz edilemezdi.
          Kurucu Meclis yolu ile yeni devletin temelleri atılmalıydı. Ancak çok kişi de bu düşünceye karşı idi. Onlar Osmanlı Parlamentosunun Ankara’da toplanmasını istiyorlardı. Böylece Osmanlı düzeni de sürecekti. Oysa M. Kemal buna karşı idi. Bu durumda Padişahın Ve Hükümetinin MECLİS üzerinde etkisi kaçınılmazdı hem M. Kemal İstanbul’da toplanan meclisin Padişaha yaranmak için yaptıklarını da unutmamıştı. 
      Osmanlı Meclisi Ankara’da toplanınca teknik bakımından Padişahın ve Hükümetin de Ankara’ya gelmesi gerekirdi. Oysa ikisi de bu niyette değillerdi. Bu da Mustafa Kemal’in işlerini bir ölçüde kolaylaştırıyordu.
          Sonunda çözüm bulundu. Ülkenin, mümkün olan yerlerinde yeniden seçimler yapıldı. Yeni seçilen Milletvekilleri ile Osmanlı Meclisinin Ankara’ya gelen üyeleri birleştiler ve “ Olağan üstü yetkilerle donatılmış bir Meclis” sıfatıyla 23 Nisan 1920’de Toplandılar. Meclis ilk toplantısında adını koydu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi” Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal’i seçti ve hemen çalışmalarına başladı.
          Bu olayın hukuksal ve siyasal önemi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ile “dışa karşı savaşı ve Osmanlı düzenine karşı ihtilali” yönetecek, yepyeni bir DEVLET kurulmuş oluyordu.
          Mondros ateşkesinden itibaren Osmanlı Devleti eylemsel bakımdan ortadan kalktığından, şimdi bu boşluk, TBMM ile doldurulmuştu. Her ne kadar, Meclis içinde ve dışında bulunan kimi çevreleri ürkütmemek için amacın; ”Tehlikede bulunan padişahı (Halifeyi) kurtarmak” olduğu ileri sürülmüşse de yapılan işle aslında yeni bir devlet kurulmuştur.
Meclis ilk günlerinde çok önemli şu kararları almıştır:
1.     Mecliste toplanan ulusal iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır.
2.     TBMM’nin üstünde bir güç yoktur.
3.     TBMM yasama ve yürütme yetkisini kendisinde toplamıştır.
4.     Meclisten ayrılacak bir kurul, Meclisin Vekili olarak hükümet işlerini yürütür.
5.     Meclis Başkanı bu gücün de başıdır.
6. Padişah ve Halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclisin düzenleyeceği esaslar içinde yerini alır.
          Yalnızca bu kararlar bile TBMM ile yeni bir devletin kurulduğunu göstermektedir. TBMM, Padişah ve Halifenin üzerindedir. Saltanat ve Halifelik durumunu meclis düzenleyecektir. İstanbul’daki Hükümet artık tanınmamaktadır; çünkü Meclis kendi gücünü kullanmaktadır.
          TBMM ile çok önemli iki temel atılmıştır:
1.     Ulusun egemenliğine kesinlikle sahip çıkılması. Ulusun Egemenliğini eline alması ve sahip çıkması.
2.     TBMM’nin Türk Ulusunu temsil etmesidir.
Adının başındaki Türk kelimesi devlet yaşamında ilk kez kullanılmaktadır.
Osmanlı Anayasasında: Devlet; Osmanlıdır. Saltanat; Osmanlıdır. Ülke; Osmanlıdır. Uyruklar; Osmanlıdır. Oysa yeni açılan dönemde, “Türk’lük”, “Osmanlılığın” üzerine çıkartılmaktadır.
          Türk tarihinde Ulusun doğrudan doğruya egemenliğini ele alışını sağlayan bu olay başlı başına bir DEVRİMDİR.
          3 Mayıs 1920’de ilk TBMM Hükümeti (İcra Vekilleri Heyeti) kuruldu.
11 kişilik bir kurul İlk Bakanlar Kurulu üyelerinin adları: Dışişleri vekili; Bekir SAMİ, Milli Savunma FEVZİ,  Adalet; Celaletin ARİF,  Din işleri; Mustafa FEHMİ, Sağlık Dr. ADNAN, Bayındırlık; İsmail FAZIL, Ticaret; Yusuf KEMAL, Genel Kurmay Başkanı; İsmet, Maliye; Behiç, Eğitim RIZA NUR Beyler. Bakanlar Kuruluna ise Meclis Başkanı Mustafa Kemal başkanlık edecekti.
          TBMM’ne hem İtilaf devletleri, hem Yunanlılar, hem de Damat Ferit Hükümeti olumsuz tepkiler göstermişlerdir.
  1. Padişah, 11 Nisan 1920’de; Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan, Milli Hareket aleyhine aldığı fetvaya dayanarak, Harp Divanı’nında, 11 Mayıs 1920’de, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkûm ettirdi.
Ayrıca Anadolu’daki ayaklanmalar yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
  1. Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Ege’de hızla ilerlemeye başladılar, kışkırtmalar sonucunda da Anadolu’nun birçok yerinde ayaklanmalar çıktı.
  2. İtilaf Devletleri de bir an önce barış antlaşmasını sonuçlandırma çabalarına yöneldiler. (Bir an önce Sevr Barış Antlaşmasını yürürlüğe koymaya çalışacaklardır.)
          TBMM böylece üç düşmanla birlikte mücadele etmek zorunda kaldı.
          Yunanlıların 22 Haziran 1920’de başlattıkları taarruz karşısında Kuvayı milliye birlikleri yetersiz kaldı. 30 Haziran’da Balıkesir, 2 Temmuz’da Bandırma, Kırmasti ve Gönen; 8 Temmuz’da Bursa, 20 Temmuz’da Tekirdağ, 25 Temmuz’da Edirne Yunanlılarca işgal edildi, yani İstanbul çevresi bir ayda Yunan denetimine geçmiş oldu.
          Bu gelişmeler üzerine TBMM’de yapılan tartışmalar sonucunda; Ordunun yeni baştan kurulması ve Mücadelenin ordu ile yürütülmesi kararlaştırıldı.
          Artılık kurtuluş savaşı, düzensiz direniş güçleri ile değil, Ulusal Ordu ile sürdürülecektir. Ve bu çok önemli bir aşamadır.
          TBMM’nin hükümet kurması, Devlet Başkanlığı sorununu ortaya çıkardı. Meclis Padişahın üzerinde idi. Ancak Padişahın tanınmadığı açıkça bildirilmemişti. Bu durumda Devlet Başkanı kim olacaktı? Mustafa Kemal bunun da çaresini buldu. Mademki TBMM Padişahın da üstündeydi, Devletin Başkanı Meclisin kendisi olacaktı. Mustafa Kemal, Meclisin ve hükümetin başı olarak, doğal biçimde “Devlet Başkanı” gibi göründü.

          Millet Egemenliği:
     Mustafa Kemal Paşa; Türk Ulusunun 1919’da başlattığı Bağımsızlık Savaşını, Türk Milliyetçiliğinden ve “Milli Egemenlik” ilkesinden, güç alarak yönetmiş; çöken Osmanlı Devletinin enkazı üstünde dipdiri, bir Türk Devletini; Türkiye Cumhuriyeti’ni aynı ilkeye dayanarak kurmuştur.
        “Milli Egemenlik” ilkesi, Türk Tarihine ve devlet yapısına ilk kez, Mustafa Kemalle birlikte girmiş ve yerleşmiştir.      
          Devletin Egemenliği ve Devlet içinde egemenlik:
       Dilimizde ”Hâkimiyet” sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılan ”egemenlik”; hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder.
          Egemen bir güç; kendi yetki alanında, herhangi bir üst otoriteye bağlı ve bağımlı olmayan güç demektir.
          Egemenlik sözcüğünün iki değişik tarzda kullanıldığını açıklığa kavuşturmak gerekir:
          “Devletin egemenliği” ile “Devlet içinde egemenlik”
          “Devletin Egemenliği”; bir Uluslar ararsı hukuk konusudur. Bir devletin egemen olması; o devletin kendisi dışında bir güce sahip olmaması ya da dayanmaması demektir.
          “Devlet içinde egemenlik” İse; devletinin gücünün nereden kaynaklandığı, bu güce kimin sahip bulunduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağıdır.
          Devlet içinde egemenliğin bir kişiye, bir hanedana mı; bir zümreye mi; yoksa ulusa mı ait olacağı sorunu uluslararası hukuka değil; iç kamu hukuku ile, Anayasa hukukuyla ilgili bir konudur.
          Millet egemenliği ilkesini, Mustafa Kemal, yerine ve zamanına göre, hem Türk Devletini parçalamak ve ulusumuzu köleleştirmek isteyen dış düşmanlara karşı, güçlü bir silah olarak değerlendirmiş, hem de Padişaha ve hükümetine karşı kullanmıştır.
          TBMM’nin ve Mustafa Kemal’in Milli Siyaseti:
          Milli Siyaseti; 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal şu şekilde açıklamıştır:
       “Ulusumuzun güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi için; devletin bütünüyle ulusal bir siyaset gütmesi ve iç örgütlerimizle tam uyumlu ve dayalı olması gerekir.” Ulusal siyaset demekle anlatmak istediğim şudur: 'Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, varlığımızı koruyup, ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak, Uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.'”
          Mustafa Kemal’in bu sözlerinde; ne Osmanlı İmparatorluğunun yükselme döneminin, İHTİRASLARI ne çöküntü döneminin ezilmişliğinin KOMPLEKSLERİ ve EZİLMİŞLİĞİ ne de İttihat ve Terakkinin hayalciliği vardır.
          Hak ve adalete dayanan, gerçekçi, insancıl barışçı bir politikanın esasları görülmektedir.
          TBMM’nin Yapısı:
       TBMM: İstanbul’dan gelebilen Meclis-i Mebusan üyeleri ile yeniden Milletvekili seçilenlerden oluşmuştu. TBMM üye sayısı 388 ya da 390 kişidir. Bu üyelerin 233’ü Asker, memur ve diğer aydınlardan oluşmuştu. 47 din adamı, diğerleri ise; çiftçi tüccar, aşiret başkanları gibi kişilerdi.(Asker; 54)
Ulusal Devlete Karşı doğan tepkiler:
          Meclisi Mebusan’ın Misak-ı Milli’yi kabulünden bir süre sonra, 3 Mart 1920’de Ali Rıza Kabinesi çekilmiş, Salih paşa’nın kurduğu Kabine de İstanbul’un işgali üzerine istifa edince, 5 Nisan 1920’de Damat Ferit Paşa Osmanlı Hükümeti’nin başına geçmişti.
         Heyeti Temsiliye buyruğu ile seçimlerin yapılması ve Ankara’da TBMM’nin toplanma hazırlıklarının başlaması Vahdettin’in yönünü iyice belli etti. Toplanacak Meclisin yeni bir devlet kuracağını ve kendisinin otoritesinin yok olacağını anlamıştı. 
           Öncelikle Meclisin toplanmasını önlemeye çalıştı. 
          11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları için bir fetva alındı. Fetvada “ Bu hainlerin”, Devlete ayaklandığı, böylece öldürülmelerinin dini kurallara uygun olduğu yazılı idi. Bu fetva, çoğaltılarak tüm yurda yayıldı. Bu fetvaların dağıtılmasında İngiliz ve Yunan uçakları da kullanıldı. Amaç; halkı meclisin açılmasına karşı kışkırtmaktı. Meclis açılınca da tepki daha da büyüdü. Tepki İstanbul’dan geliyordu. Çünkü artık ihtilal fiilen başlamıştı.
         Padişah ulusal devleti yok etmek için her çareye başvuracaktı. Çünkü ona göre bu hükümet hukuki değildi. Bu yolda ona en büyük yardımı da İşgal devletleri yapmıştır.
          TBMM’NİN 23 Nisan 1920’de açılmasıyla da Yeni Türk Devleti Ülküsü gerçekleşmiştir.
“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur.” hükmü Yeni Türk Devletinin egemenlik hakkını; kaynağını halktan alan İnsan Hakları Esaslarına dayandırıyordu.
23 Nisan 1920’de; Egemenlik, İstanbul’dan Ankara’ya (Saltanattan, Ulus’a) geçmekle kalmıyor, Egemenliğin kaynağı ve yapısı da değişiyordu.
Dinsel ve geleneksel Osmanlı Egemenliğinin yerine Ulus Egemenliği geçiyordu.
Osmanlı Devletinin karşısında; tüm siyasi ve hukuki yetkileri elinde toplayan TBMM, bir İhtilal Meclisi olarak, tarihi bir sorumluluk yükleniyordu.
Artık ‘Ulusal Egemenliğin’  önünde ne zincirler ne de tahtlar ve taçlar durabilirdi.
          Meclisin kurucusu Mustafa Kemal, bu olayı; “23 Nisan 1923 Türkiye Milli Tarihi’nin başlangıcı yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir husumet dünyasına karşı, ayaklanan Türkiye Halkının TBMM’Nİ vücuda getirmek, hususunda gösterdiği mucizeyi ifade eder” sözleriyle değerlendirerek, ‘MECLİSİ ULUSAL İRADENİN’ eseri olarak göstermiştir.
TBMM’si ile oluşturulan Ulus Egemenliği ile Kurtuluş Savaşı kazanılacak, Emperyalizm ve Hıristiyanlık yenilecek, Megalı İdea ortadan kaldırılacak, Sevr Antlaşması yok edilecek, Batı Anadolu ve Trakya işgalden kurtarılacak, Doğu Sorunu çözülecek, Saltanat ve Halifelik kaldırılacak, Lozan Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı hesapları ve yüzlerce yıllık sorunlar çözülecek, Misak-ı Milli esasları yaşama geçirilecek ve Yeni Türk Devleti Dünyaya tanıtılacaktır.
Gerçekleştirilen Türk Devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti Çağdaş Dünyadaki yerini alacaktır. Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşma yoluna koyulacaktır.
Mustafa Kemal’in hedeflediği DÜZENİ: “Milli Egemenlik ve Bağımsızlığa bağlı, aynı zamanda barışçı ve insancı, Milliyetçi, Laik, Halkçı, Demokratik Parlamenter Sistemi benimsemiş, Atatürkçü özde Devrimci, tüm Dünya Uluslarıyla her alanda işbirliğine açık, her türlü diktayı reddeden, Haklar, Hürriyetler ve Kalkınma düzenini” kurma çabasına girilecektir.
Türk Devrimi’nin genel Amacı: “Türkiye’nin özgürlükçü bir ortamda ve Tam bağımsız olarak ve Kendi Kimliği ile Çağdaş Dünya’da yerini alması” GERÇEKLEŞTİRİLECEKTİR.


KAYNAKLAR:
Prof.Dr. Ahmet MUMCU- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Lord KİNROSS- ATATÜRK
TURGUT ÖZAKMAN- ŞU ÇILGIN TÜRKLER

2 Nisan 2011 Cumartesi

58- KÖTÜ YÖNETİM KANIKSANIR MI?

Ahmet AVCI
İZMİR- 1 NİSAN 2011


KÖTÜ YÖNETİLMEYİ KANIKSADIK MI, NE DERSİNİZ?

Sorunsuz dış ilişkiler kurmaya çalışırken, Ermenilerle yeni sorunlar çıkardığımız gibi, Azerbaycan’ı da yitirdik.
Türkî devletlerden yüzümüze bakan yok…
İran, artık bizi ABD saflarında görmekte.
Irak ya da Kuzey Irak, yakınlaşmamızı seçim arayışına bağlamakta.
Suriye, Türkiye’nin; Mısır ve Libya konusundaki tutumundan ders çıkartarak, önlemini almakta.
Libya’da ne yaptığımızı bilen var mı?
Haçlı Ordusunun parçası mıyız, yoksa?
Arapların yanında mıyız, karşısında mı?
Arap devletleriyle ilişkilerimizin nasıl olduğunu biliyor muyuz? Tabii özel ilişkileri kastetmiyorum…
Ya İsrail? Dost muyuz düşman mı?
Gürcistan, Rusya, Ukrayna ile ilişkilerimiz nasıl?
Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın beklentilerini düşünmek bile tüylerimizi ürpertmekte.
Allah için komşumuz Bulgaristan’la şimdilik sorun yok gibi.
Ya, Avrupa Birliği’nin neresindeyiz?

Peki, İçişlerimiz ne âlemde?
Ekonomideki cari açık, cumhuriyet tarihinin rekoruna ulaştı… İç ve dış borç da cabası.
Gerçek enflasyon nedir?
Ya işsizlik… Yoksulluk ve Yolsuzluk…

Bölücü terör örgütüne verilen tüm ödünlere, yapılan pazarlıklara ve Açılım saçmalıklarına karşın akan kan giderek artmakta…
Ergenekon adıyla yaratılmaya çalışılan ucube, bir hukuk garabeti olarak ellerine ayaklarına dolandı.
Ülkenin saygın aydınları, bilim adamları, komutanları, gazetecileri ucu açık yargılamalarla hala tutuklu.
Yargı reformu adı altında yapılanlar ülkede hukuka olan güveni yerle bir etti.
TSK terör örgütü konumuna sokuldu. Generallerin %10’u tutuklu.
Telefonunun dinlenmediğinden ve izlenmediğinden emin olan, yarını için güvende olan, bir gece yarısı yaka paça gözaltına alınmayacağını, düşünen, gözaltına alındığında hukuka uygun olarak kendisini savunabileceğini ve sahte delillerle suçlanmayacağını uman var mı?
Özel mahkemelerinin; bağımsız, tarafsız, adil yargılama yaptığını düşünebiliyor muyuz?
Yayımlanmamış kitabın toplatılmasını ve yasaklanmasını, mantığına ya da hukuka uydurabilen var mı?
Yaklaşan seçimlerin nelere gebe olduğunu kestirebilen var mı?

Dış Politikamız, ABD ve AB’NİN güdümünde…
Ekonomimiz; IMF ve Dünya Bankası’nın güdümünde.

İç Politikamızı belirtmeye içim elvermiyor… Tarikatlar mı, cemaatler mi, bölücüler mi desem?

MAYMUN DAVRANIŞI, DİYE BİR ÖYKÜ VAR BİLİR MİSİNİZ?

Kafese 5 maymun, ortaya da bir merdiven konur, tepesine iple bir kangal muz asılır. Her bir maymun, merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde, dışarıdan üzerine soğuk su sıkılır.

Her bir maymun aynı denemeyi yapar, buz gibi soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar

Bir süre sonra muzlara doğru hareketleneni, diğer maymunlar engellemeye başlar. Su kapatılıp maymunlardan biri dışarı alınır, yerine yeni bir maymun konulur. İlk yaptığı iş, koşup muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu bir de döverler.

Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha, yeni bir maymunla değiştirilir. Ve o da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer.
Bu maymunu en şiddetli ve istekli döven de biraz önce diğerleri tarafından engellenen ve ilk dayağı yiyen birinci yeni maymundur.

Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. Bu da ilk atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur ama en iştahlı dövenler de onlardır.

Sonra en baştaki ıslanan maymunların dördüncü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Ama tepelerinde o bir kangal muz hala asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.
Neden mi?
Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir...
  
İşte bu nokta, organizasyonel (ya da toplumsal) negatif öğrenmenin, şartlanmanın başladığı yerdir.

Biliyoruz ki; insanların genlerine en yakın yaratık domuzdan sonra maymunlardır.
İnsan, diğer canlıların aksine, her ortama ve her türlü yaşam koşuluna en çabuk uyan yaratıktır.
Denenmişleri bir gerçek gibi kendilerinden sonra gelenlere baskı ve işkence ile aktarırılar.
Dünyaları çok dar olduğu için yaşatılan olguları en iyisi olarak savunurlar.
Bir lider için ölüme koşarlarken onun karşıtı için de ölürler.

Stalin tavukları buna en güzel örnektir. Bir tehlike anında tüyleri yolunan tavuklar, tüylerini yolanın eteği altına sığınırlar.

Hayvansal davranışlarımızı sürdürmekteyiz.
Köpekler de dayak yedikleri kapıdan ayrılmazlar.

Ülkemizde olduğu gibi kötü yönetilmeyi ve maymun davranışını kanıksarız, hatta yaşamımızdan memnun olmaya başlar, kurulu düzenin savunucusu olup karşı çıkana da en çok ve en iştahla siz engel oluruz.


1 Nisan 2011 Cuma

57- HANEFİ AVCI'NIN TAHLİYE TALEBİ REDDEDİLMİŞ!



Ahmet AVCI- 1 NİSAN 2011


HANEFİ AVCI'NIN TAHLİYE TALEBİ REDDEDİLMİŞ...
Karara ŞERH koyan Mahkeme Başkanı ŞEREF AKÇAY’IN yazdıklarını görüşünüze sunuyorum...
 Her şeye karşın, hala HAK VE HUKUK SAHİBİ, HUKUKUN İSTEDİKLERİNİ GOCUNMADAN YERİNE GETİREN BİR TÜRK hakiminin bulunduğu anlaşılıyor…
Okuyalım ve Ergenekon davalarının ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Hukukun yabancısı olanların bile anlayacağı dille yazılmış bu açıklamalar, ne yazık ki basınımızda da gerektiği biçimde yer bulmadı...
Basında yer bulmadı da Siyasi Partilerimiz gereken ilgiyi gösterdi mi?
Ne gezer!
Ya anlı şanlı hukuk Profesörlerimiz?
Hukuk Fakültelerimiz, Barolarımız?
Demokratik kitle örgütlerimiz?
Davalara bakan bir MAHKEMENİN BAŞKANI, Ergenekon Yaftası ile sürdürülen SORUŞTURMA, KOVUŞTURMA ve YARGILAMALARIN hukuki dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor, daha ne yapmasını bekleyeceğiz bu Onur Abidesi Hukukçumuzdan...
Fikri hür, irfanı hür, VİCDANI HÜR HÂKİM ŞEREF AKÇAY'I
Saygıyla selamlıyorum...

HANEFİ AVCI'NIN TAHLİYE TALEBİ REDDEDİLDİ
Selahattin GÜNDAY İSTANBUL (DHA)
31 Mart 2011
Devrimci Karargâh davası kapsamında tutukluyken Ergenekon terör örgütü üyeliğinden de tutuklanan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın tutukluğuna itiraz İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nce reddedildi. Karara şerh koyan mahkeme başkanı Şeref Akçay, daha önce de Balyoz davasında tutuklanan 162 sanığın tutukluluğunun kaldırılması yönünde görüş bildirmiş ancak mahkeme bu görüşe de 2 ye 1 oyla uymamıştı.


AVCI’NIN AVUKATLARI İTİRAZ ETTİ
Ergenekon soruşturması kapsamında Odatv’de yapılan aramalarda ele geçirilen belgelerin ardından Savcı Zekeriya Öz tarafından sorgulanan eski emniyet müdürü Hanefi Avcı, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimince tutuklanmıştı. “Ergenekon terör örgütüne üye olmak” suçundan tutuklanan Avcı’nın avukatları bu karara itiraz etmişti.
MAHKEME BAŞKANI ŞERH KOYDU
Talebi değerlendiren İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, tutukluluğa yapılan itirazı reddetti. Oy çokluğu ile alınan kararda Avcı’nın üzerine atılı suçun niteliği ve atılı suçlama ile ilgili ileri sürülen deliller göz önüne alınarak nöbetçi hâkimce verilen kararda isabetsizlik olmadığı belirtildi. Tahliye talebinin reddi kararına Mahkeme Başkanı Şeref Akçay muhalefet etti.
“SAVCILIK TÜM DOSYALARI GÖNDERMEDİ"
Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh davası kapsamında “Haliç’te Yaşayan Simonlar" adlı kitabındaki beyanları nedeniyle tutuklu olduğunu hatırlatan Mahkeme Başkanı Şeref Akçay, daha sağlıklı bir inceleme yapılabilmesi için soruşturma dosyasının tüm eklerinin gönderilmesinin istendiğini, ancak savcılık tarafından bu yazıya cevap verilmediğini vurguladı.
“KİTAPTAN SONRA ÖRGÜT İRTİBATI ORTAYA ÇIKARILDI"
Şerh gerekçesinde Hanefi Avcı’nın yakın zamana kadar devletin istihbaratı da dahil çok önemli görevlerde bulunduğunu belirten Başkan Akçay, " Önemli görevlerde bulunan Hanefi Avcı’nın her nasılsa terör örgütü ile irtibatlı olduğu yazdığı kitaptan sonra ortaya çıkarılmıştır. " dedi
“AVCI VE ŞENER HAKKINDA BİR MAHKÛMİYET KARARI YOK"
“Pekâlâ, şüpheli hangi örgütün üyesidir?" diye soran Akçay, Hanefi Avcı’nın kitap nedeniyle hem Devrimci Karargâh örgütüne yardımdan hem de Ergenekon terör örgütüne üye olmaktan tutuklandığını belirtti. Başkan Akçay, muhalefet şerhini şöyle sürdürdü:
“Bu konumdaki bir insanın bu şekilde tutuklanması mantıken mümkün müdür? değildir. Hukuken mümkün müdür, değildir. Yazılan kitabın içeriğini beğenmeyebilirsiniz. Doğru değildir. Abartılıdır. Yalandır diye düşünülebilir. Ama sonuçta şüphelinin kendi fikir ve düşünceleridir. İnsanlar bir kitabı yazarken başkalarından da yardım alabilirler. Bu kitapta alınmış mıdır? Alınmamış mıdır? Şu anda bir şey söylemek mümkün değildir. Bir an için yardım alındığını kabul etsek sonuç değişir mi? değişmez. Çünkü bir insanın bir kitabı yazarken araştırma yapması, başka insanlardan yardım alması doğaldır ve herhangi bir suç oluşturmaz. Kaldı ki şüpheli kitabın kendisinin yazdığını açık ve net olarak belirtmekte, yardım ettiği belirtilen Nedim Şener’de yardım etmediğini belirtmektedir. Bunun aksine de dosyada herhangi bir şey yoktur. Kaldı ki yardım ettiğini kabul etsek bile ne Nedim Şener ne de Hanefi Avcı’nın bir terör örgütünün üyesi olduğuna dair mahkemelerden verilmiş herhangi bir mahkûmiyet kararı da bulunmamaktadır."
KİTAPTAKİ İDDİALAR SORUŞTURULMADI
Akçay şöyle devam etti:
“Günümüzde Ergenekon soruşturması ve diğer kamuoyuna mal olan soruşturmalarda pek çok isimsiz ihbar mektupları, e-mailler ve CD’lere dayanılarak işlem yapılmaktadır. Ancak soruşturmalarda bu kadar hassas davranan savcılık ve emniyet birimleri bu kitapta yazılan sayfalarca iddiaların doğru olup olmadığı konusunda herhangi bir araştırma ve soruşturma yapmamıştır. Savcılığın ve yine buna bağlı olarak emniyet birimlerinin özellikle bu kitabın iddia ettiği konuları ciddi bir şekilde araştırması ve bunun sonuçlarını da kamuoyuna açıklaması gerekmektedir."


Blog Arşivi

Katkıda bulunanlar